Yazar / Cihan Erdoğan
Muzaffer Oruçoğlu’nun son kitabı ”Kürt Edebiyatından Portreler” Sancı Yayınları’ndan çıktı. Kitap, Kürt edebiyatını klasik ve modern dönem olarak iki döneme ayırarak inceliyor. Kitabı elinize aldığınızda tarihsel bir yolculuğa çıkarken etrafınıza bakmadan edemiyorsunuz. Tarumar edilmiş tarihin küllerinden bugünlere baktığınızda belki at sırtında başlatılan tarih öncesi yıkım, çökertme seferleri görmüyorsunuz. Havada fır dönen helikopter, İHA, SİHA’lar Kürdistan’ın öte ve beri yakalarını ağır bombardıman altında tutmuyor… Ellerinde yıkım fetvaları taşıyanlar, padişah elçileri değil, bakanlar, başbakanlar, müsteşarlar kendi başına bakanlar İran, Irak, Suriye, Rusya sınırlarında mekik dokuyorlar… Dert yine yüzlerce yıl öncesini derdiyle aynıdır. Kürtleri nasıl Çökerteceğiz…?
Bu çökme çökertme harekatları sürerken yine yeni bir tartışmaları okumaya başlıyoruz ”Yüz Yıllık Cumhuriyet, Apart Heid”mıydı, değil miydi? Bu tür akademik tartışmalar elbette iyidir. Bu ölü zamanlarda fikir münakaşaları insanı ister istemez tarihin tozlu kıyım dolu sayfalarından edebiyatın renklerine götürür. Edebiyat içinden okunan tarih elbette daha iyidir. Tolstoy Savaş ve Barış eseriyle savaşın olunmaz tahribatlarını bilinçaltlarımıza kazıdı. Yüz Yıllık Köhne Rejimin niteliği tartışılırken Sancı Yayınları sessiz sedasızca Muzaffer Oruçoğlu’nun kendi edebiyat derinliğini içerisine kattığı Kürt Edebiyatından Portreler eseri kitap raflarında yerini aldı. İsterseniz bu eserin yazılış sürecini Oruçoğlu’nun kendisinden dinleyelim.. ”Kürt Edebiyatından Portreler, Kürt Edebiyatının büyük simalarının bir bölümünü kucaklıyor. Bunun asıl nedeni, hem benim kucaklama kapasitem hem de belge eksikliğidir. Kürt edebiyatının yitik tarihi, gaip seslerle daralıp genişleyen bir kuyu gibidir; dipsiz, karanlık ve ürkütücüdür maalesef.
İşe önce, bana bir masal sisi gibi görünen Kürt dilinin yapısı ve tarihi ile başladım. Kitaplar, makaleler derken Hint-Avrupa dil silsilesinin İrani dil grubuna giren diller ile bunların zengin lehçe çeşnisi içinde buldum kendimi. Bu diller içinde, Kürtçenin tavus kuyruğunu andıran kapısını aralayıp içeri girince, dil bilimciler beş ana lehçe ile bu lehçelerin alt lehçelerini çıkardılar karşıma. Kürtçe bana, İrani dillerin içinde, cübbesi ile sarığı keçi kılından dokunmuş, kelli felli ve oldukça da kadim bir dil gibi göründü. Birbirlerine yar olan ama bar olmayan Kurmanci, Sorani, Goranî ve Zazakî kollarını inceledim. Bu kolların Kermanşahi, Kelhori. Sancabi, Lori, Leki, Mukri, Sinai gibi ağızlarıyla karşılaşınca gözüm yemedi. Bunların ortak ve farklı yönlerine tam vakıf olamayacağımı anladım. Birbirlerine çok yakın olan ve diğer lehçelere biraz yanpiri bakan Goranice ile Zazacanın, özellikle de Zazacanın, gramer, sentaks ve etimoloji noktalarında farklılık arzettiğini, bir ve aynı morfolojiye sahip olmadığını, bundan dolayı ayrı bir dil olduğunu ileri süren Oskar Man ve Karl Hadank gibi dil bilimcilerinin işiydi bu. Zaza edebiyatı dendiğinde aklıma öncelikle dört şair geliyordu. Bunlardan Hezanlı Ehmedê Xasi ile Osmani Babij mevlit yazarlarıydı. Diğer ikisi Sey Qaji ile Sıle Qıj halk şairiydi. Başkaları vardı ama incelememiştim. İlgim daha çok Zazaca’nın ikiz kardeşi olan Goranice’ye yönelikti. Kürt lehçeleri içinde en eski edebiyat lehçesi diyenler vardı. Goranice, bazı dil bilimcilere, Kürdi diller içinde Kürt Edebiyatının ilk baş mimarı gibi mi görünüyordu. Zagroslarda, sisli vadilerin dik yamaçlarında taraçalar halinde yükselen, alttakinin damı üsttekinin avlusunu oluşturan taş evlere mi benziyordu yoksa bu dil. Bilmiyorum. Söylenen tek şey, bu dil ile yazılan gazel, mesnevi ve terk-i bend türündeki şiirin, İran şiirini derinlemesine özümlemiş ve diğer lehçelerde yazılan şiirleri etkilemiş olmasıydı. Halk şiirinin bağrından doğduğu için bu şiirin halk yaşamındaki yerinin kesme taş gibi sağlamlığıydı.
Kafamı karıştıran, Lehçe tartışmaları, lehçe tezleri oldu. İç seslerim çoğaldı:
“Dilleri tanıma, onlara vakıf olma sevdasından vazgeç, sadete gel!”
“Sen kendi diline vakıf olamamışsın, İrani dillere mi vakıf olacaksın!”
Beni moralman çökertip caydıran ses ise, Arap dünyasının atasözleri dağarından geliyordu:
“Bir dile ancak gönderilmiş bir peygamber tümüyle vakıf olabilir.”
Bu son söz dil havzasından kopardı beni. Yazılı edebiyatın ana rahmi olan sözlü edebiyata girdim.
Kürt sözlü edebiyatına girdiğimde, onun oldukça zengin bir edebiyat olduğunu gördüm. Yaşam ve tarih sahasında, insanın ve hayvanın iç dünyasında gezinen bir edebiyat. Destan, masal, efsane, anı kılığında, manzum ve nesir olarak gezinen bir edebiyat. Onun epik, lirik ve mistik iklimine kapıldığımı söylemliyim. Müzik, bu sözlü edebiyatın yayılmasında, nesilden nesile aktarılmasında önemli bir rol oynamış. Hikayeyi ve müziği aynı anda dinleyen halk, bu sözlü edebiyatı ruhun gıdası olarak algılar.
Dikkatimi çeken ilk nokta, konu ve karakter çeşnisi ile yaşamı tüm cevvaliyetiyle kucaklama gayretiydi. Tutkunluk ve fedakarlık abidesi aşıklar, Kadersiz sefiller, yetim çocuklar, kahramanlar, sadıklar, hainler, kurnazlar, yaşama kendi kalplerinden bakan güzel kızlar, insanın erişilmez gizli dünyalarını okuyan kocakarılar, yeri göğü birleştiren keramet sahibi ak sakallılar, zalim veya merhametli mirler, kısacası normal ve fırtınalı yaşamlar, savaşlar, sürgünler, göçler ve dahası, bu sözlü edebiyatın kahraman atlarını temsil eden Boze Revan. 25 saraç tarafından özenilerek yapılan altın üzengili eğer, gün ışığı gibi parlayan kayışlar, gümüş kantarma ve gemle dizginlenmiş görkemli bir kafada menzil aşkıyla gülümseyen elmas gözler… Ve dahanın dahası, Boze Revan’ı ak sakallı yaşlılardan dinlerken çocukların gülerek birbirlerine söyledikleri:
“Hele şu bir karıştan fazla sakalı olan ihtiyarların dediklerine bakın, atın ne işi var su altında. Bu nasıl bir kuvvettir ki hiç yemeden içmeden seneler boyu yol alıyor. Bu kocaman bir yalandır ki ancak böyle dünyadan ümidini kesmiş kaçık ihtiyarlar söyleyebilir.”
Kürt sözlü edebiyatının bu zenginliği nerden kaynaklanıyordu? İlk olarak onun yerleşik, kadim bir uygarlık olmasından, ikinci olarak da Mezopotamya, İran ve Yunan gibi üç güçlü uygarlığın birleştiği bir coğrafyada yer almasından kaynaklanıyordu. Bu sözlü edebiyat, yani destanlar, masallar(çîrok), ninniler(lorî), atasözleri, bilmeceler, tekerlemeler, mevlüdler, asırlar boyu klasik Kürt yazılı edebiyatına kaynaklık etmişti. Beni en çok ilgilendiren yanı da buydu.
Kadın ve erkek Dengbêj, stranbêj ve cirokbêjlerce okunan ve Kürt sözlü edebiyatının temelini teşkil eden destanlar ile masallar yazılı edebiyatta önemli bir rol oynamışlardı. Bunların başında Memê Alan Destanı geliyordu. Kürt Padişahı Mem ile Kürt Miri Ezdi’nin kız kardeşi Zîn arasında geçen bir aşk destanıydı bu. Duygu baharının, acının ve ihanetin bu büyük destanı bir başka büyük destanın, Ehmedê Xanî tarafından kaleme alına Mem û Zîn‘in doğuşuna kaynaklık etmişti. Xanî, batı Kürdistan’da geçen bu aşk destanını, perili cinli, Hızırlı ve uçan atlı bir uhrevi sisin içinden çekip almış, onu gerçek yaşama, newroz alanına indirmişti.
Sözlü edebiyattan sonra yazılı edebiyata geçtim. Kürt edebiyatının kilometre taşlarını tesbit edebilmem için yazılı edebiyatın tarihine açılmam gerekiyordu. Kürtlerin yazılı edebiyatını Med İmparatorluğu döneminde aramak gerektiğini düşündüm. İşin içine girdiğimde, yazılı edebiyata dair Med döneminde belge bulamadım. Kürt Edebiyatı’nın ilk yazılı örneği olarak, M.Ö 330’da Baraboz tarafından yazılmış bir şiirden söz ediliyordu. Bunun dışında yazılı bir örnek görünmüyordu. Çöl ıssızlığında küçük bir hece taşı gibi hissettim kendimi. Bu duygudan kurtulmak için milattan sonraya geçtim. Karşıma, Kürt dilinin bir yazı dili olarak kullanıldığı 7. yüzyıl çıktı. Ama edebi eserlere ilişkin bulgulara rastlamadım. 10. ve 11. yüzyıla geldiğimde durum değişti, İslâm iklimi içinde, sufi şairler çıktı karşıma. Bunların en güçlüsü, büyük İran şairlerini etkileyen Baba Tahirê Uryân’dı. Kürt dili ve kültürünün Büveyhî, Mervânî, Şeddadi ve Eyyubi dönemlerinde güç topladığını; Arap, Fars ve Türk egemenliğinin güçlendiği dönemlerde ise uzun bir süre yaygın yazı dili olarak kullanılamadığını, medreselerde ve onların dar çevrelerinde Fars ve Arap uluslarının alfabesine, sözcük dağarcığına, üslûp ve imgelerine sarılmak zorunda kaldığını gördüm.
Osmanlı’da ilgimi Yavuz dönemi çekti. 1514’de, bir kısım Kürt mirleri ile bir anlaşma yapılmış, “Hükümet-i Ekrad/Kürt Hükümetleri” olarak zikredilen mahalli yapılar iç işlerinde serbest olmak üzere Osmanlı’ya bağlanmıştı. Bu durum Kürt yazılı edebiyatının, şehirlerdeki medreselerde gelişmesi bakımından önemliydi.
Birinci dünya savaşına kadar, medrese öğrencilerinin dışında kimse okuma yazma bilmediği için yazılı Kürt edebiyatı, halka açılan bir edebiyat olamamıştı. Halk, medrese öğrencileri ile tarikat ve derebeylik kurumunun yöneticilerinden ayrı olarak kendi sözlü edebiyatını yaşamaktaydı. Yazılı Kürt edebiyatı denildiğinde akla dengbejler, çirokbejler, stranbêjler değil, meleler, fakihler, şeyhler geliyordu.
Osmanlı devletinin 19. yüz yılda, parçalanmayı önlemek için merkezileşmeyi güçlendirerek Kürdistanı kendine ram etme çabaları, Kürt dili ve edebiyatının yerelde gelişme imkanlarını iyice sınırlamıştı. İstanbul başta olmak üzere, batıdaki metropollere savrulan Kürt aydınları, buralarda milli uyanış ve modernleşme hareketleri ile daha çok içli dışlı olmaya ve değişimi doğrudan yaşamaya başlamıştı. İstanbul, Selanik, Paris, Kahire, Bağdat ve Şam gibi metropollerde değişime uğrayan bu sürgünlerin okur kitlesi de yirminci yüz yılın şafağında oluşmuş bulunuyordu. Bunlar, Kürdistan’da, genellikle feodal aristokrasi ve tefeci-tüccar sınıflarına mensup, medrese eğitiminden geçmiş, milli bilince sahip unsurlar ile açılan yeni okulların mezunları idi. Ömrünü siyasi veya edebi alanda kalem emeğine hasreden Kürt aydınlarının çoğu, dört dil ( Kürtçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça) bilme ve yüzü batıya dönük Balkan, Ermeni ve Osmanlı aydınları ile sıkı ilişki içinde olma gibi avantajlara sahiptiler. Bunların Ehmedê Xanî’ ve Haci Qadirê Koyî gibi şairlerin etkisi altında kalan az bir kesimi, kurtuluşu Kürdistan’ın bağımsızlığında görüyordu. Çoğunluk ise Sünni İslam inancı ve Batı Ermenistan’daki Ermeni varlığını Kürdistan için bir tehdit olarak görme nedenlerinden dolayı kurtuluşu, milli hakların kullanımına engel çıkarmayan bir Osmanlı- Kürt kimliği içinde görüyordu.
Bu durumun edebiyatta, klasik şiir türünün aşılmasına, modern tarzda öykü ve şiirin oluşmasına yol açtığını gördüm. 19. yüz yıla kadar, Avrupayı bir kenara korsak dünyanın diğer bölgelerinde, yazılı edebiyatta şiir baskın ögeydi. Kürtçenin tüm lehçelerinde ortaya çıkan yazılı edebiyatta, yaygın ciddi nesire ancak yirminci yüz yılın başlarından itibaren tanık olabiliyorduk. Yirminci yüz yılın eşiğine dayandığımızda, divan, mesnevi, methiye, akidename, mevlütname, tevhitname, na’t ve münacat türünde eserlerden oluşan geniş bir Kürt edebiyatı hazinesi çıkıyordu karşımıza. Kaybolanlar hariç tabi. Bu durumu, gazete ve dergilerin çıkışı izliyordu.
Gençliğimde Yön, Türk Solu ve Aydınlık gibi dergilerden etkilenen bir insan olarak, dikkatimi en çok, 1898’de Kahire’de, Mikdat Mithat Bedirxan tarafından yayımlanan Kürdistan adlı ilk Kürtçe gazete çekmişti. Kürtlere okuma şevkini aşılamayı, eski ve çağdaşlaşma çabası içinde olan yeni Kürt edebiyatının tanınmasını sağlamayı amaç edinmişti. Dergi, Ehmedê Xanî’ ile Heci Qadirê Koyî’nin bağımsızlık çizgisini benimsemiş ve ikinci sayısında da bu iki şaire yer vermişti. Bu önemli bir noktaydı. İstanbul, Amed, Bağdat, Şam gibi önemli merkezlere ulaştırılan dergi, milli bilincin uyanması ve Kürt edebiyatının tanınmasında önemli bir rol oynamıştı.
Lenin’in, bir gazetenin kolektif bir örgütleyici olduğu sözünü anımsatmıştı bana bu gazete. İstanbul’da yaşayan Kürtler için yol gösterici ve örgütleyici bir rol oynadığını açıkça görebiliyordum. 1900’de Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti’nin, 1908’de ise Bedirhanlardan Emir Emin’in arkadaşlarıyla birlikte Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşuna yol açmıştı. Kürt feodal aristokrasisinin milli kanadının bir kuruluşu olan cemiyet aynı adla, haftalık bir dergi de çıkarmıştı. Yazarları içinde Saidi Kürdi ile Osmanlıya ve Kaçarlar’a karşı Kürdistan’ın bağımsızlığı için isyan eden Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyyid Abdulkadir de vardı. Abdulkadir, daha sonra, Şeyh Sait isyanı döneminde idam edilecekti. Kürt Teavün ve Terakki dergisi, Kürtçenin resmi dil olmasını, Kürt tarihinin de Kürtçe yazılmasını savunuyordu. Bu dergiyi, 1912’de, İstanbul’daki Kürt öğrencilerinin kurdukları Kürt öğrenci birliği Hêvî’nin, 1913’de yayınladığı Rojî Kurd dergisi izledi. İlginç olan bir nokta vardı. O da tüm dergilerin, Kürt varlığının güçlenmesinde etkin bir araç olarak görülen Kürt dili ve edebiyatının geliştirilmesini ısrarla savunmuş olmalarıydı.
Birinci Dünya Savaşının derslerle dolu yıkıcı sonuçları ve Ekim Devrimi, sömürgeciliğe karşı uyruk ulusların uyanma sürecini hızlandırmıştı. Kürtler, bağımsız bir ulus olma arzusuyla, Kürt dilini ve edebiyatını modern bir zeminde geliştirme yönelimine girmişlerdi. Bununla birlikte, sömürge Kürdistan’ın, tarihi olarak güçlü devlet geleneğine sahip dört devlet arasında bölünerek, yeni bir boyunduruk sistemine tabi kılınması, dilin ve alfabenin merkezileşme çabasını kesintiye uğratmıştı. Kurtulma umudu ile yaşam sevinci yarılan dil ve edebiyat mensupları, kendi geçmişlerinden güç alma ve modern dünyaya açılma politikasını sıkı bir şekilde uygulamaya koyulmuşlardı. Yirminci yüz yıl, dört parçada ortaya çıkan mücadelelerin, isyanların ve küllenen kültürün ortaya çıkarılması çabalarının yüz yılı olmuş ama parçalı durumundan dolayı Kürt dili, alfabesi ve edebiyatı merkezileşmeyi sağlayamamıştı. Buna rağmen parçalar arasındaki iletişim güçlenmiş, birleşik, demokratik ve bağımsız bir yapı inşa etme arzusu berraklaşmış, lehçelere ve inançlara bağlı yapılar arasındaki çelişkiler ikinci plana inmiş, Ezidi Kürtlerini kıran Şafi Kürtler gerçekliği geride kalmıştı.
Kürt edebiyatının kilometre taşlarını tüm lehçelerde seçmenin zorluğunu derinden hissetmeme ve yaşamama rağmen, bir titrek adım attım diyebilirim. Kürt edebiyatını, klasik ve moden olmak üzere iki ana dönem olarak ele aldım. Klasik dönemi, ilk, orta ve son klasikler olarak üçe böldüm. İlk klasiklerden, Lori damarına bağlı Baba Tâhir-i Üryan’ı, Kormānci damarına bağlı Elî Herîrî ile Mela Huseynê Bateyî seçtim. Bunu orta klasiklerden Melâyê Cizîrî, Feqiyê Teyran,Ehmedê Xânî; son klasiklerden ise Hacı Qedire Koye, Mesture Erdelan, Mevlevî ve Şeyh Rıza Talabanî izledi. Kürt edebiyatının ikinci ana dönemi olan modern dönemde ise Abdullah Goran, Erebe Şemo, Ferik Polatbekov, Vezire Nado, Cigerxwin, Şerko Bekes ve Mehmet Uzun’u anlattım. Tüm bu simaların dışında elbette ki Mela Perişan, Mevlânâ Halid Şehrezorî ve Mahvî gibi başka kilometre taşları da vardır. Tümünü kucaklamayı göze alamadım. Beni aşan bir durum olurdu bu. Kürt edebiyatı umduğumuzdan çok daha zengin bir edebiyattır. Klasik dönemden günümüze kadar gelebilen 786 Kürtçe klasik eser tespit edilebilmiştir.
Bu çalışma, bir edebiyat değerlendirmesi veya kritiği yapma amacını taşımıyor. Büyük edebi simalardan bazılarının yaşamlarını, yaratım çabalarını, onları kuşatan şartları içinde kısa biyografiler halinde sunuyor.
Biraz uzunca oldu. Bu çalışmanın ne kadar önemli olduğunu göz önünde tutarsak bu kadar uzun bir anlatımın ne kadar çok gerekli olduğunu da daha iyi anlarız.
Şimdi Bu Büyük Kürt edebiyat simalarının bazılarından kısa kesitler vererek analatmaya çabalarsak kitabı daha yakından tanımış oluruz.
BABA TÂHİR-i URYÂN
Baba Tâhir, yaşam tarzı olarak, Kalenderilerin Burak Baba’sını çağrıştırıyor bana. Doğrudanlık ve çıplaklık bakımından doğanın insan suretine girmiş bir biçimini veya göğün tüm enginliği ve hesapsızlığıyla toprağa inmiş çıplak halini de çağrıştırıyor.
Okuma yazma bilmeyen bir oduncu olduğu söyleniyor. Okuma yazma bilmediği doğru değil. Bir ara medreseye girmiş, ama üst tabakalara mensup öğrenciler, bu gam hamalının, görünüş ve davranış olarak medrese meşrebine ters düştüğünü görmüş, dıştalamışlar. O da bir daha gitmemiş medreseye.
Kendisine ait bir avuç toprak parçası yoktur, çünkü çıplak bir dünyaya çıplak doğmuştur. Ha Baba Üryan, ha antik Mezopotamya’nın “hiçbir anadan ve babadan doğmamış enbar kamışı.” Ona göre doğum ve ölüm çıplaktır. Onun için bu iki çıplak hakikat arasındaki giyinikliği ve mülk sahibi olma halini, hakikatin çıplak doğasına yakıştırmaz. Yer döşektir, gök yorgan, bir tuğla veya bir taş ise yastıktır onun için. Kimsesizlikten doğmuş bir kimsesizdir. Şehirde de zaten kendi deyimiyle, “Herkes diyor ki; Tâhir’in kimsesi yoktur.”
“Baba, gündüzleri bazen dokumacıların, seramikçilerin, attarların, debbağların ve büyük pazarın bulunduğu şehir merkezinde, bazen de toprak damlı evlerin iç içe geçtiği mahallelerin daracık sokaklarında, çocuk seslerinin, eşek anırışlarının, dilencilerin, delilerin, derbeder köpeklerin ve tavuk gıdgıdaklarının sefil dünyasında çıplak veya yarı çıplak gezinip durur. Şehrin dışına, zenginlere ait su kaynaklarının, bereketli toprakların, güzel bahçelerin bulunduğu alanlara da açıldığı olur.”
Babaya en çok acıyanlar kadınlardır. Pencerelerden, kapı aralıklarından, duvar deliklerinden onu izlerler. Baş örtülerinin çepeçevre sardığı yüzler, duygu haleleri gibi ayı çağrıştırır. Geceleri, en çok ayı seyreder Baba. Ay aşığıdır. Varlığın özünde gülümseyen aşk, Ayda da gülümsemektedir. “Ay parçasının yüzüne hayranım,” der şiirinde. Yıldızları okur. Gam ile mayalanmış kendine özgü sufi bir duygunun kuyumcusudur o an. Durumunu şöyle anlatır:
“Ben öyle bir gönül eriyim ki, adım kalender. Ne evim var ne barkım ne manastırım var ne tekkem. Gündüz oldu mu mahallenin civârında döner dururum. Gece olunca da başımı kerpiçlere kor uyurum.”
Elbise sorununu halka devretmiş, rühani ve cismani üryanlığı giyinmiştir. Gövdesiyle upuzun saçlı ve sakallı kafasını, bağlantısı olmayan iki ayrı varlık gibi hissetmektedir. Şehir yoksulları gibi onun da en büyük sorunu, beslenme sorunudur:
“Bu memlekette benim için beslenme yoktur
Geceleri yerim, gündüzleri ise yemeğim yoktur
İçinde beyin olmayan bir kafam var
Kafasına aldırmayan bir vücudum var.”
Hem beyinsiz kafasından hem de vücudundan memnundur ve aynı zamanda her ikisine de karşıdır. Bu bağıntısızlıkla mayalanmıştır yaşamı. Her yer onundur ve hiçbir yer onun değildir. Düzeni altüst olan, yurtsuz yuvasız birisi olarak gösterir kendini şiirinde. Ona yakışan bir durumdur bu. Onun dünyasında, sahiplik kavramı olmadığı için mekanın sahibi yoktur. Şöyle dile getirir mekansızlığını:
“Benim gibi bir bağrı yanık pervane yoktur
Dünyada benim gibi bir divane yoktur
Bütün yılanların ve karıncaların yuvası vardır
Divane olan benim viranem yoktur.”
Baba, üzüm şarabı gibi parlayan geceyi sever. Gece, varlığın sırrı ve hazinesi gibidir. Gece sınırsızlıktır. “Siyahın üstüne başka bir renk yoktur,” der. Yüreğini dinler. Yüreği gam yüküdür, gamında aşk ateşi, aşk ateşinde ise gönül ve can yanığı vardır. Seyrettiği yıldızlar, ay ve karanlık ona, bal dudaklı, yasemin vücutlu sevgiliyi çağırmayı telkin edince hasret kesilir, ısınır, alev alev olur vücudu. “İki zülfün Rübâb’ımın telidir”, “gel de derdini, kalbime koy,” diye çağırır olanca sessizliği ile. Ama sevgili işkillidir ve ayak diretmektedir; giderse, Baba Üryan’ın kucağında, “ateşte gümüşün ve suda şekerin eridiği gibi” eriyeceğinden korkmaktadır.
Peki, sevgili nerededir? Baba Tâhir için sevgili her yerdedir. Kerpiç damların içinde yokluk mumu gibi içten içe ışımaktadır. “Gönlün lale toplayanıdır,” o. Sevdiği için sarhoştur. Görme kudretine dönüştürmüştür sevgi sarhoşluğu onu. Her yerde görür sevgiliyi. Sevgiliyi her yerde gören insanlar, onun gözünde mutlu insanlardır.
Baba Ṭâhir, döneminin tek Kalender şairi miydi? Tabi ki hayır. Tarih sadece insan değil, aynı zamanda bir kültür mezarlığıdır. Kürt tarihi ise tam bir kültür mezarlığı, kayıplar tarihidir. Babanın divanından otuz beş yıl sonra, aynı dönemde yaşayan bir başka şairin, Baba Serheng-i Dewdanî’nin Goranî Lehçesiyle yazdığı “Defterê Dewdanî”si çıktı ortaya. Onun için kayıp babaların ya da anaların sayısını bilemiyoruz.
ALİ HARÎRÎ
İlk iki büyük klasik Kürt şairinden birisidir Ali Harîrî (Eliyê Herîrî). Diğeri Baba Ṭâhir-i Uryân‘dır. Harîrî‘ye ait eserlerin kaybından kaynaklanan bir bilinemezlik sisi var. Halkın Harîrî sevgisi ile Ehmedê Xanî‘nin onu anması, bu bilinmezlik sisi ile birleşince, Harîrî‘ye olan merak harlanıyor. Tarih, kan ve ateş hercümercinde bir büyük şairi yutuyor. Ama her ne kerametse onun capacanlı ruhu dolaşıyor Kürdistan’da. Şimdi anlatacağım da bu ruhun günümüze ulaşan hikayesidir.
Harîrî. Baba Ṭâhir-i Uryân‘dan sonra bilinen ikinci Kürt divanı yazarıdır. Kürt dil alimi ve divan edebiyatçısı da diyebiliriz
1080’de, Qewler’in kara vebası gibi kara bir dönemde, yani Mervani uygarlığının Selçuklu orduları karşısında ayakta kalmaya çalıştığı bir yıkım arifesinde, Hakkari’de öldüğü söyleniyor. Şairin divanı ne oldu, halkın belleğine mi sığındı, yoksa Selçuklu ordularının kılıç ve ateş çemberine mi düştü, kimse bilmiyor.
MELAYÊ BATÊYÎ
Şairimiz, 1417’de, Hakkari’ye bağlı Beytüşşebap ilçesinin Batê köyünde doğuyor. Bir şair doğarken, bir başka şair, Hurufi şairi Seyyid Nesimi, ibretiâlem için Halep’te derisi yüzülerek öldürülüyor.
Batê, Van’ın güneyinde, Ermenilerin Moks (Մոկս), Kürtlerin ise Miks dedikleri şimdiki Bahçesaray’da bulunan ve Kürtçeye can üfleyen Mir Hesen Veli medresesinde okuyor. Dönemin yaklaşık 300 öğrencili en büyük medreselerinden biridir bu. Medreseyi bitirdikten sonra medreseleri, camileri, köyleri gezerek, dönemin alimleri, dengbêjleri, çirokbêjleri ve stranbêjleri ile içli dışlı olur. Kürdistan doğasını dinler ve derinlemesine tanır. Bu durum onun şiirini besler biçimlendirir.
Ali Harîrî gibi Batêyî’nin de Divan’ından, günümüze az sayıda şiiri, yani 30 tane tevhid, münacat, naat, kadide ve gazeli kalmış. Bu az sayıdaki aşk ve doğa şiirleri, kayıp şiirlerinin ses ve meram zenginliğini yüklenip getirmiş gibidirler. Şiir zaten kayıp şiirlerin sesiyse şiirdir. Şairin diğer iki eseri Zembilfroş Destanı ile Mevlit’tir (Mewluda Kurdi)
Zembilfroş, Kürt sözlü edebiyatının Mem Alan ve Siyabend û Xecê gibi önemli destanlarından biridir. Batêyî, bu destanı yazılı hale getirirken, Ahmede Xani’nin Mem Alan Destanı’na yaptığı gibi, ona yeni bir ruh ve biçim kazandırmıştır.
Batê’nin ölümü acıklıdır. Kış mevsiminde köyünden çıkıp, yıllar önce eğitimini aldığı Miks’e, Van’a gitmek için yola koyuluyor. Yayadır. Dağarcığında yol azığı, kalemi ve defteri vardır. Köyüne pek uzak olmayan Berçela Yaylası’nda kar, sis ve tipiye yakalanıyor. Geri dönüyor ama yol kapanmıştır. Köyünü bulamayınca, orada bildiği bir mağaraya sığınıyor. Ateş yakamıyor, odun da yok. Her zaman yanında taşıdığı kalemini ve defterini çıkarıp hayatının son şiirini yazıyor. Yakınları onu Van’da biliyorlar. Bahar olup karlar eridiğinde cesetini yazdığı son şiiriyle birlikte mağarada buluyorlar. Şiirin bir bölümü şöyledir:
Hazandan sonra
Ah bu kasımdan öteye,
Melayê Batêyî nerede?
Sefer çıktı Mikse doğru,
Bu kış vakti üzere.
Kış vaktidir bu yolun,
Bu civarda, bu sahrada.
Sis tuttu her yanı,
Çiğ sardı bedeni.
Çiğ düştü Van Gölü’ne,
Soğuklar kapladı servilikleri.
Ağlayasımız tutar gökyüzü için,
Güzeller gelmezler seyrana.
Güzeller gelirler de görünmezler,
Aşikar gelirler de gizlenmezler,
Ne yağızlar gelirler de fark etmezler,
Karanlığa kaldı bütün meydan.
Oldu zifiri karanlık,
Soğuk ve ayaz yeniden.
Takat gerek başa gelene,
Bakın, acı ve özlem…
Dağların bir çoğuna bakın,
Yapraklar soldu Mirlerin bağında.
Reyhanlar yağdı sulara,
Reyhanlar düştü avluya.
Perişanız kimine göre,
Comerzan’dan yukarı göle,
Geride kaldı Mecalê ve Berçelan,
Güzeller gelmez oldu seyrana.
(Kürtçeden çeviren: Mustafa Çepik)
Bate’nin 1495’te tipiye karışan yaşamı, bana zamanın akışına kapılıp o akışta hiçleşmeyen hiçbir şeyin olmadığını çağrıştırıyor. Çocukluğumun ve gençliğimin tipili bir köyde ve anlatılan tipili öyküler içinde geçmiş olmasından mıdır bilemiyorum, şairin bu şekilde ölümü, belleğimi zaman zaman yoklayıp duruyor.
İyi şair böyledir işte. Ölürken şiirin sıcak soluğuna sığınır ve son nefesini verirken kafasını yazdığı son şiirin üzerine düşürür.
MELÂYÈ CİZÎRÎ
Varlığın anlamına, zuhur ve tecellisine gönül kafasıyla yaklaşan, irfanı anlama kudreti olarak gören sufi bir şairdir Melayê Cizîrî. Orta dönem klasik Kürt şiirini tasavvufla derinleştirdi. Ona varlık, bilgi ve aşk şairi diyebiliriz. Ben, Kürt klasik şiirinin Hâfız-ı Şirâzî‘si diyorum.
Melâ İçin yaşam bir handikaptır; dolambaçlı, engebeli, çileli bir yoldur. Bu yolun uzunluğunu ve şaire katacaklarını şairin şiir evreni tayin eder. Halkın kırımlar ve acılarla nişanelenmiş bağrında uzayıp giden bir yol vardır. Melâ bu yolda, düşen ve kalkan insanlarla birlikte yürümeyi sever. Hiç düşmeyen veya düşüp de hiç kalkmayan insanlardan korkar.
1566 yılında, bir şiir incisi gibi parlayan Cizre/Bohtan’da, Botî aşiretinin bir mensubu olarak doğdu. Bu tarih, doğru mudur bilemem. Sanırım doğrudur. Çünkü doğan bir şiir kâhinidir. Bir kâhin doğduğunda bir başka kâhin ölür. Tam bu tarihte, büyük bir kâhin, mitik iklim içinde sembollerle düşünen, farklı dillerden sözcüklere takla attıran Nostradamus ölmüştür.
Melâ‘nın ilk öğretmeni, hali vakti, rahlesi, kemaliyesi yerinde olan babasıdır. Kur’an okumayı ve Arapçayı ondan öğrendi. Okuduğu ilk kitaptır Kur’an. Köklerinin Halid bin Velid’e dayandığını iddia eden Azîzân Mîrlerinin canlandırdığı medreselerde, Amed, Hakkâri, Çewlîk, Hasankeyf ve İmadiye’de geleneksel eğitim gördü. Amed’e bağlı Strabas Medresesi’nde başmüderrislik yapan, “Bilimlerin Ustası” veya “Melâ Mazina” olarak da anılan Melâ Tahâ’dan icazetname aldı. Bağdatta belagat, tasavvuf bilgisi, matematik, astronomi, fıkıh, tarih, estetik ve hikmet alanında kendini yetkinleştirdi. Bu çok yönlü bilgi yetkinliği ile dört dile hakimiyeti, Melâ‘nın şiirini zenginleştirdi, tasavvufu ve hikmeti önceleyen bir ‘Hikemî Tarz’a yaklaştırdı. Bu yetkinlikle, Cizre’deki Medreseya Sor’da ( Kızıl Medrese) müderrislik(öğretmenlik) yaptı, şiiri öğrencilerine bir aşk kelâmı olarak sundu. Şanslıydı. Cizre o zamanlar bereketli toprakların merkezinde, ince taş ustalığının yarattığı bir uygarlık merkeziydi. Kürtçenin kalbiydi. Deve ve katır kervanlarının mal alıp mal boşalttığı önemli bir ticaret merkeziydi aynı zamanda; gün boyu terleyen bir hamaldı. Kuzeyden çağlayıp Musul’a yönelen Dicle gibi bir ırmak; bal, tereyağı, badem, ceviz ve şamfıstığ yüklü kelek ve kayıkları taşıyan hamal bir ırmak geçmekteydi içinden.
Bununla birlikte, Botan’da şartlar çetindi. Kendine olan saygısını ve güvenini yitirmiş, kendi kalbini yiyen ve kendi tini üzerinde tepinen bir yaşamı solumaktaydı şair. “Söylenmeyecek kadar derindir yaralarımız,” der. Böylesi bir yaşamda, acıya değil, yaşam sevincine yönelir. Gerçeği mi yoksa hayal dünyasını mı konuşturuyor, bilemiyorum. Şöyle diyor:
“İnci yüzlü, yıldız gibi parlak güzeller raksa kalktı hep beraber
Raks halkasında gördüm, sanki bir dolunaydı o peri-dilber.”
Kürtçe’nin tüm lehçelerine hakim olan Melâ’nın, Kurmanç lehçesiyle yazılmış 114 gazel, kaside, rubai, methiye, terkîb-i bend, müşaare (atışma) ve az sayıda tercî’-i bend tarzında kaleme alınmış şiirinden oluşan bir divanı var. Kürtler, yok olmaktan kurtulan bu Dîwanî Melayê Cezîrî’yi büyük bir merakla okudular. Varlık, bilgi ve aşk sacayağı üzerinde kurulan bu divan, Farsça’nın ağır egemenliğine karşı, Kürtçe’nin varlığını korumasında ve gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ahmedê Xanê başta olmak üzere bir çok şairin dil ve şiir dünyasını etkiledi.
Fars, Arap, Kürt ve Osmanlı şiir göğünün astrologu diyebileceğim Melâ‘nın üzerinde, genel olarak İran şiirinin, özel olarak da Hâfız-ı Şîrâzî ile Sadî’nin etkisi var. Hem metafor, imge ve konu benzerlikleri, hem de dilinin sade, süssüz, veciz, incelikli dokusu ile rindâne lirizmi, bunu düşündürtüyor bize. Arapça ve Osmanlıcayı bilmenin kazandırdığı dil zenginliğini de buna eklemek gerekiyor tabi. Melâ‘nın bu bereketli dil dağarcığı, kendine ve yarattığı şiire dair güçlü bir güven duymasına yol açıyor. Bundan olsa gerek, Goethe’yi bile etkisi altına alan, doğunun büyük şairi Hâfız-ı Şîrâzî ile kıyaslıyor kendini. Şîrâzî’nin divanında yer alan ilk gazele nazîre olarak:
“Eğer sen şiirden göz alıcı inciler görmek istersen
Gel Melâ’nın şiirlerine bak Şirâzî‘ye ne gerek var,” diyor divanında.
Üç büyük uygarlığın, Asur, Pers ve Bizans’ın birleştiği yerde, Botan’da ortaya çıkan Melâ, bazı edebiyatçılara göre şiirde, ilahi aşkın şairi İbnü’l-Fârız, Molla Câmî ve Fuzûlî çapında güçlü bir şairdir. Mevlana kadar da derindir tasavvufta.
Aidiyet bilinci, kişiliği ve özgüveni güçlü olan bir şairdir Melâ. Genel geçer, beylik bir zamanla değil, kendi imbiğinde damıtılmış yaratıcı bir zamanla kurdu kendi şiirini. Kürdistan aşkı gizlidir şiirinde. Botan Kurmanççasının ortak Kürt dili olmasından yanadır. Moğol ve Timur zulmü karşısındaki duruşu da berrak ve diktir.
1640’da öldü ve Cizre’de Azizan Emirliği’nin himayesinde yıllardır öğrencilerine ders verdiği Kırmızı Medrese’nin alt katına gömüldü. Bu alt kat, dün olduğu gibi bugün de halkın önemli bir ziyaretgâhıdır. Klasik Kürt şiirinin Kurmancî lehçesindeki sembolik zemini ve zirvesi gibidir.
FEQİYÊ TEYRÂN
Halka göre Teyrân kuşların aşığı ve öğrencisidir. Dallarını yuvalara açan dev ağaçların dibinde oturur, tüm kuşları, özellikle de başında hakikat tacını taşıyan hüdhüdü dinler, zaman zaman konuşur onlarla. Aşkın, duygularına yaralar üşürdüğü, dağa taşa düşürdüğü, gezginci bir aşk dervişidir o. Duru ve derindir. Acının sevincidir. Bana göre de Kürtlerin Yunus Emre’sidir. Kuşların farklı terennümlerinde dil ve duygu keşfine çıkması, onun olağanüstü bir empati yeteneğine sahip olduğunu imliyor bizlere. Güçlü şairlerde bulunan önemli özelliklerden biridir zaten eşyanın dilini ve meramını hissetmek.
Êhmede Xânî, Mem û Zîn’in 63. Sayfasında,Teyrân’a sevinç vermeyi arzular ve şöyle der: “Geri getirirdim Melâyê Cezerî’nin ruhunu / Ve diriltirdim onunla Eliyê Herîrî’yi / Feqiyê Teyrân’a öyle bir sevinç verirdim ki / Sonsuza dek hayran kalırdı.”
Bu üç şair, Ahmed-i Hânî‘nin gözünde, orta dönem klasik Kürt şiirinin üç çınarı, üç sac ayağı olarak belirir. Baba Tahir-i Uryan’ı anmaz.
Teyrân’ın doğum ve ölüm tarihleri tartışmalıdır. Aşkın doğum ve ölüm tarihini tartışmaya benziyor bu. Bana göre Feqi, beş yüz yıl önce kendisinden doğmuş ve kendisine gömülmüştür. Hakim kanıya göre ise, 16. yüz yılın ikinci yarısında, 1563/64 yılında Van’ın Müküs ilçesine (Bahçesaray) bağlı Warezor köyünde doğduğu, 1631/32 yılında Bitlis Hizan’a bağlı Şandis köyünde de öldüğüdür. Hakkâri’nin Miks kazasına bağlı Verezor köyünde doğduğunu, 75 yıl yaşayıp Müküs’e gömüldüğünü iddia edenler de vardır. Nereye gömülürse gömülsün, aşığın mezarı evrendir.
Feqiyê Teyrân‘ın bazı şiirleri ile diğer kaynaklar, onun “mîr” sınıfından geldiğini, Hizan, Fînîk, Cizre, Heşete gibi yerlerde medrese eğitimi aldığını, melâlık yapmadığını, Melayê Cizîrî ile dost olduğunu, müşaarelerle (İki şairin karşılıklı şiir söylemesi) birbirlerini övdüğünü, “ben Melâ’nın meddahıyım” dediğini, gezginci, gönül ehli bir derviş gibi dolaştığını, meclis ve medrese sohbetlerine katıldığını ve bundan dolayı halk arasında “Feqiyê Gerok” (gezgin Feqi) olarak anıldığını gösteriyor. Gelgelelim ki Feqi, Cizre Suyu’nun Ördeği şiirinde: “Ne Beylerdenim/Ne bir Han’ım,/Müküslüyüm/Yok evim barkım,” der.
Bu şiir onun kökü mir olsa da yaşamını gösteriyor. Kalenderiler gibi güzele ve doğaya aşık olduğu için şehir yaşamını sevmez. Çünkü orada doğa yoktur, özgür ve korkusuzca şakıyan kuşlar yoktur, başını taşlara vura vura çağlayıp köpüklenen duru sular yoktur, dahası, ufuk çizgisi yoktur. Çıplaklık ve akıcılık zaten yoktur. Bir şiirinde şöyle der:
“Çırılçıplak ve üryan benim
Şehirlerden uzaklaşan benim
Feqiyê Teyran benim.“
Feqi, İran merkezde olmak üzere yakın Asyanın klasik şiiri ile yalın halk yaşamından beslenen bir şairdir
EHMEDÊ XANÎ
Bağımsızlık tutkusu ile pastoral aşkı aynı edebi kanonda birleştiren mutasavvıf bir şairdir Ehmedê Xanî. Kürt klasik şiirinin de beş büyük ozanından biridir. Hem engin edebi kemalinin hem de Kürdistan’ın prangalı halinin etkisiyle kendinden sonraki aşk ve özgürlük simalarının üzerinde derin etkiler bırakmıştır.
Kimilerine göre Xanî 1651’de Doğubayazıt’ta, kimilerine göre de Behdinan şivesine yakın bir dille konuşan Pinyanişi Aşiretinin Xânî kabilesine mensup birisi olarak, kendi deyimiyle de “günâhkârların öncüsü” olarak, Hakkari’nin Han köyünde doğmuştur. Aynı dönemde yaşayan, Osmanlı seyahat edebiyatının seçkin palavra incisi Evliya Çelebi, Pinyanişi aşiretini bizlere şu şekilde karakterize ediyor:
”Pinyanişi Kürtleri aklı gözünde, sadıklık özünde, kılıç belinde, hançer elinde, ateş parçası insanlardır ve gayet zengindirler hile ve aldatmadan uzak yaman ve yiğittirler.”
Celali isyanları döneminde, küçük amcası öldürülmüş, aşireti ise sürgün edilmiştir. Babası, zamanın medrese kültürüne vakıf olan ve “Kissa Şem’un” adlı Kürtçe eseri yazan Şeyh İlyas, anası ise Doğu Beyazıt Beyi Karahan’ın kızı Gulnigar’dır. Xanî adı, atalarının mir olmasından kaynaklanıyor. Bu bakımdan, Kürt soylu sınıfına mensup olan ana ile “âlim ve fâzıl” olarak nitelenen baba, çocuklarına medrese eğitimi kapısını açmak, Kürtçeye, Arapçaya, İslami ilimlere hakim bir insan olma olanağını sağlamak durumundaydılar.
Dönem, Osmanlı boyunduruğunun ağırlaştığı çetin şartlara sahiptir. Yavuz ile başlayan ve Kanuni ile de gelişen Osmanlı Kürt ilişkileri inişe geçmiş, Beylerbeyi aracılığıyla zapturapt altına alma siyaseti, IV. Murat döneminde zirve yapmış, Kürt mirlerinin ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri gücü çökme noktasına gelmiştir. Merkezi devletin askeri ve sivil bürokrasisi, fütühat ağaları, iri ribahorları (faizcileri) Kürt mirlerinin elindeki yurtlukları, ocaklıkları ve sancaklardaki idari yetkileri zorla gasbetmiş, karşı koyanları idamla cezalandırmış, Kürt varlığını bağımsız bir güce dönüştürebilecek ana yapıların bir bölümünü dağıtarak Kürdistan’ın merkezi otoriteye bağımlılığını pekiştirilmişlerdir. Bu durum etkisini medreselerde, dilde, kültürde de göstermeye başlamıştır. Dil kendi içine doğru kıvrılmış, kültür yok olma psikozu içine girmiştir. Xanî’nin deyimiyle, “Bu devirde her kes kendi duvarının mimarıdır.” Devirde büyük şairler, baskıdan dolayı kendi dilini terkeden, genellikle güçlü yerleşik uygarlıkların diline, bilim ve sanatına açılan şairlerdir.
İlk eğitimine babasından fıkıh dersleri alarak başlayan Xanî, ben kendi kendimi eğittim der. Bunun nasıl olduğunu bilemem ama onun Kuzey Kürdistan medreselerinden, Bağdat, Şam, Halep ve İran medreselerine doğru çok yönlü bir eğitim açılımı içine girdiğini, öğrendiği dört dil ile İslam ve antik Yunan felsefesini kavrama şansını yakaladığını söylüyorlar. Gördüğü iyi eğitim, şiir, gök bilimi ve tarih bilgisi, halkın onu velilik mertebesine çıkarışında önemli rol oynamıştır.
Güçlü ırmak, güçlü kaynaklardan doğar. Xanî, hem Kürt sözlü edebiyatından, hem de Eliyê Herîrî, Melâyê Cezerî, Feqiyê Teyrân gibi Kürt klasik edebiyatının önemli kaynaklarından beslenmiş, buradan Firdevsî, Ömer Hayyam, Mevlânâ ve Molla Câmî gibi İran edebiyatının âb-ı hayât kaynaklarına yönelmiştir. Hiç kuşku yok ki bu yöneliş asıl gücünü onun Kürt, Ermeni, Fars, Nasturi ve Osmanlı kültürlerinin iç içe geçtiği çok kültürlü bir zeminden almaktadır.
Xanî, felsefi olarak Platon, Aristoteles, Farabi, Muhyiddîn-i Arabî ve Şihabeddin Sühreverdi çizgisinde görünüyor. İnançta Zerdüşt ve Mani etkileri taşımasına rağmen, Eş‘arîliği, onun inanç aurasını dıştalamıyor, kendine yakın hissediyor. Evrenin yaratılışını, insanın konumunu ve sorumluluklarını şiirleriyle, yarı-ezoterik bir biçimde açıklamaya çalışıyor. Varlık alemindeki çelişkilerin, hem şeylerin anlaşılmasında hem de insanla şeyler arasındaki ilişkilerin kurulmasında tayin edici rol oynadığına dikkati çekiyor. Maddenin sonsuza kadar bölünemeyeceğini, bölüne bölüne giderek bölünemez bir noktaya geleceğini savunuyor. Görünüşle gerçeklik arasındaki çelişkiden söz ediyor ve insanı hem karanlık, hem ışık olarak niteliyor. Ona göre söz konusu olan değişimdir ve hiçbir sonuç sorunsuz, mükemmel değildir. Yaratıcının tanınmasında belirleyici unsur ise akıldır. Sevgili ile Kâbe‘yi özdeşleştirmesine rağmen, Allah’ın kadın peygamber göndermediğine inanıyor. Ama dünyevi aşkı ve kadını yüceltiyor. Ona göre “Aşk, Tanrıyı gösteren aynadır/Güneş gibi ışık sahibidir.” Aşkta kadını öne çıkarıyor. “İlahî nur ve güzelliğin yansıdığı yer çoğu kez bir kadının yüzü olur,” diyor.
Lokman’ı ve İskender’i Peygamber olarak gören Xânî’nin en önemli özelliklerinden birisi, Kürt dilinin, kültürünün ve devlet kurma hakkının boyunduruğa vuruluş sorununu, Kürt halkının bir var oluş sorunu olarak görmesidir. Ona göre, Kürtler yetim ve desteksizdir, devletsizdir. Herkes kendini düşünüyor, ilim ve hikmete değil, maddî menfaatlere daha çok değer veriyor. Bu durum, Kürtlerin kadim köleliğini besliyor. Ölenler, çekip gidiyor. Geride kalanlar ise “Hızır ve yetimler duvarı” macerası olarak hayata tutunuyor. Şair, kader gibi görünen bu kör düğümün, topyekün bir dayanışma, bilgilenme, donanma ve yetkin bir lidere sahip olma ile çözülebileceği kanısındadır. “Bir şey elde etmeden sakın ömrünü tüketme, uyan!” diyor. Fazla iyimser olduğunu söyleyemiyoruz. Baba Tahir-i Üryan gibi gamlıdır. “Sevinçler senin, gamlar benim olsun,” diyecek denli benimsiyor gam yükünü.
Xanî’nin kaleme aldığı, Cizre’de, XIII. yüz yılın ortalarında yaşanan Mem û Zîn destanı, 60 bölüm ve yaklaşık 3000 beyitten oluşuyor. Bu destan bana göre, klasik Kürt edebiyatının en güçlü üç eserinden biridir. Diğer ikisi, Baba Ṭâhir-i Uryân ile Melâ-yi Cizîrî’nin divanlarıdır.
Ozan, Mem û Zîn‘i yazma amacını açıklarken, Kürtleri dert edinir. Ona göre “insanlar eksik ve unutkan yaratılmışlardır.” İnsanlara Kürtleri anlatmak gerekir. Kitap sahibi olan ve Kürtleri kitapsız, nasipsiz bilen başka milletler, demesin ki, “Kürtler irfansız, asılsız ve temelsizdirler.” Bu destan, bu yanlış anlayışı yıkmakla kalmayacak, diğer milletlerin düşünürlerine, Kürtlerin aşkı amaç edinen bir millet olduğu gerçeğini de göstermiş olacaktır. Doludur, kararlıdır. Kürtlerin kemalsiz olmadığını ama öksüz, mecalsiz, sefil, sahipsiz, “yaralı, zayıf ve ürkek gönüllü” olduğunu bilmesine rağmen, “Elli savaşçıya ekmek verebilecek kimse yok içimizde,” demesine rağmen kararlıdır. “Başkası ateşi suyla öldürür/Ben ise ateşle suyu öldüreceğim,” diyecek denli kararlıdır. Kararlılığında, tanrıya karşı bir sitem vardır. Körlerin önünden perdeyi kaldırmasını ister. Büyük ve yakıcı sorusunu sorarken, sitemini şöyle açığa vurur:
“Ben Allahın hikmetinde şaşakaldım:
Kürtler dünya devletinde
Acep ne sebeple kalmışlar boynu bükük
Hepsi birden niçin olmuş mahkûm?”
Xanî, 1707’de Doğubayazıt’ta vefat etti. Türbesi, Ağrı dağının eteğinde bulunan İshâk Paşa Sarâyı‘na beş yüz metre uzaklıktadır. Halkın sonradan yaptırdığı bir kümbet içindedir. Hani der ya, “Bazıları canları için ister cananı/Bazıları da cananları için verir canını.” Ömrünü kalemine, kalemini de canan olarak gördüğü Kürdistan’a hasreden bu büyük ozanın türbesi, yapımı 99 yıl süren 366 odalı muhteşem Ishak Paşa Sarayı’na, bir zamanlar katip olarak çalıştığı bu saltanat abidesine Zîn gibi seslenir:
“Mem benim olsun ve merhamet de senin
Gam benim olsun ve saltanat da senin”
Modern Kürt edebiyatı
“19. yüzyılın barikat çatışmaları, Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi, sınıf mücadelesinin derinleştiği, bağımsızlık hareketlerinin ise yükselişe geçtiği bir dünyaya yol açtı. Bilimin, kültürün ve teknolojinin atılım ateşi, eski olan her şeyle, doğrudan veya dolaylı bir şekilde çatıştı, hayatı tüm alanlarda modernleşmeye zorladı. Hem ezen, hem de ezilen uyruk dillerin ve kültürlerin kalıpları çatladı. Her dil ve kültür, kendi özündeki yeni dili ve kültürü yaşama sunarken, kendi dışındaki dillerin, kültürlerin de canlanmasına, ayrışmasına, şu veya bu şekilde örgütlü hale gelmesine yol açtı.
Modern Kürt edebiyatının doğuş şartları da bu duruma bağlı olarak olgunlaştı. Öncelikle gazete, dergi, kitap dünyasındaki canlanış, Kürt dünyasını sardı. Kürdistan adlı dört sayfalık ilk Kurmançca gazete, Midhat Bedirxan tarafından 21 Nisan 1898’de Kahire’de yayınlandı. Güncele, Kürt diline, edebiyatına ve tarihine ilişkin yazılara sayfalarını açtı. Muhalif bir duruş sergilerdi. 1894-1895’te Ermenilere yönelik katliamları kınayan yazılara yer verdi. Yasaklanması üzerine Mithat’ın kardeşi Abdurrahmân, gazetenin basımını 1902’ye kadar Kurmançça ve Türkçe olarak Londra, Folkestone, ve Cenevre’de sürdürdü. Toplam 31 sayı çıkan gazete, İstidbdat rejimine ve onun Kürdistan’daki politikalarına karşı eleştirel bir duruş sergiledi; Ehmedê Xanî ile Hecî Qadirê Koyî’yi, özellikle de Koyî’nin modern anlayışını rehber alarak Kürt dili, edebiyatı ve milli bilincin canlanmasında önemli bir rol oynadı.
1908 meşrutiyetini izleyen yıllar içinde, İstanbul, Bağdat, Mahabat ve Urmiye’de Kürt dergileri yayınlandı. İstanbul’da, aylık Rojî Kurd (Kürt Günü) ve bunu 1913’te izleyen Hetawî Kurd (Kürt Güneşi) yayınlandı. 1916’da Jîn (hayat) dergisi Türkçe olarak yayınlandı. Bu yeni durum, milli bilinçte, dilde ve kültürde yaşanan uyanışı daha da canlandırdı. Kürdistan’ın parçalanışı ve bunu izleyen direnişler sürecinde uyanış durmadı, dilde ve kültürdeki canlanma, modern Kürt edebiyatının biçimlenişini beraberinde getirdi.
Modern Kürt edebiyatının gelişmesinde belli merkezler önemli rol oynadı. Bunlardan birincisi, gücünü Sorani şiirinden alan Süleymaniye idi. Gazeteciliğin ve derlemeciliğin piri, şair Pîremêrd‘in öncülüğünde 1926’da çıkan Jîyan ve onu izleyen Jîn gazetesi tam bir akademi rolünü oynadı. Nâlî, Mevlevî ve Hecî Qadirê Koyî’den etkilenen Pîremêrd, bazı şiirlerinde klasik biçimi serbest biçime doğru kırdı ve ona yeni bir öz kazandırdı. Kısa öyküler, çocuk şiirleri ve dramalar yazarak, klasik edebiyat ile modern edebiyat arasında bir geçiş köprüsü rolünü oynadı. Aynı rolü oynayan Bîkes, Dildâr, Bahtiyar, Şeyh Nûrî, Şeyh Sâlih, Ahmed Muhtâr Câf ve Zîver gibi simaları da saymak gerekiyor. Pîremêrd ve arkadaşlarının çıkardığı haftalık gazeteler, Kürt modern şiirinin asıl mimarı olan Abdullah Goran’a yenilenme, biçimde ve özde gelişme imkanını sağladı. Kürt modern şiirinin bir diğer ustası olan Şêrko Bêkes, ilk şiiri ile şairliğe, Pîremêrd’in ölümünden sonra yayınını sürdüren Jîn’de başladı. Burada romancı İbrâhim Ahmed, yazar tarihçi Alâeddin Seccâdî, öykücü Şâkir Fettâh gibi Süleymaniyeli edebiyatçıların 1939’da, Bağdat’ta on yıl çıkardıkları Gelâvêj dergisini anmak gerekiyor.
Modern Kürt edebiyatının gelişmesinde rol oynayan ikinci merkez Şam’dır. Başta Celadet Bedirhan olmak üzere Kuzey Kürdistan’dan göç etmek zorunda kalan aydınların 1932’den 1943’e kadar, Latin harfleriyle Kürtçe 57 sayı çıkardığı Hawar dergisi ile Ronahi, Roja Nû ve Stêr dergileri, modern Kürt edebiyatının gelişmesinde önemli bir rol oynadılar. Roger Lescot, Thomas Bois, Pierre Rondot gibi Kürtologların desteği ile Kürt dilinin yapısı ve grameri üzerinde çalışmalar yapan, Latin Alfabesi (Hawar alfabesi) ve İmla klavuzu hazırlayan bu dergiler, Cigerhûn, Nûreddin Zâzâ, Ahmed Nâmî, Seydâ-i Hişyâr, Reşîd-i Kürd, Kadrîcân gibi simaların yetkinleşmesinde kaliteli bir okul gibi işledi.
Modern Kürt edebiyatının gelişmesinde rol oynayan üçüncü merkez, Erivan odaklı Transkafkasyadır. 1930’da Erivan’da Latin harfleriyle yayınlanmaya başlayan Rêya Teze, ilk alfabe ilk Kürt romanı başta olmak üzere modern edebî ürünlerin ortaya çıkmasında tayin edici oldu. Roman, öykü, şiir, drama alanında ürünler veren Erebê Şemo, Nûrî Hîzanî(Hovakim Margaryan), Emînê Evdâl, Hâcîyê Cindî, Casimê Celîl, Ahmed-i Mirazî, Sehîd-i Îbo, Egîd-i Hudo, Vezîr-i Nâdirî, Eli-yi Abdurrahman, Ferîk-i Ûsiv, Şiko-yi Hasan, Emerîk-i Serdâr, Vezîr-i Eşo, Sîma Semend, Tosin-i Reşîd, Ahmed-i Hepo ve Azîz-i Îsko gibi modern edebi simalar, Sovyet Kürtlerinin sesi olan, 80 yıllık bu gazetenin yarattığı iklim içinde ortaya çıktı.
Hemîn ve Hejâr gibi şairleri yetiştiren Mahabat merkezli Doğu Kürdistan’ı bir yana korsak, bu üç merkezin dışında, bir dördüncü merkez olarak diasporayı saymak gerekiyor. Bunda da iki şehir, Stokholm ile Paris öne çıkıyor. Bu iki şehirde, özellikle de Kürt sürgün yazarlarının yüzde yetmişini barındıran Stokhom’de toplanan cevher(arşiv), sözünü ettiğimiz üç merkezdeki dil ve edebiyattan getirilenlerdir. Bu zengin kaynak, bu şehirlere göç etmek zorunda kalan Kürt edebiyatçılarını beslemiş ve onların modern yeni edebi ürünler yaratma çabalarına güç vermiştir. İsveç’te Cegerxwin, Şerko Bekes, Rojen Barnas, Mehmet Emin Bozarslan, Mehmet Uzun, Mahmût Baksî, Fırat Cewerî, Malmîsanij, Hesenê Metê, Can Dost, Fewaz Hisên, Helîm Ûsiv gibi yazarlar, bu kaynaktan yararlanmış, modern Kurmanç edebiyatına önemli eserler kazandırmışlardır. 1960 ile 2005 yılları arasında İsveç’te Kurmançça 459, Soranice 375 ve Zazaca 23 kitap yayınlanmıştır.
Kürt modern edebiyatının doğduğu ana merkezlere dikkat edin. Süleymaniye, Şam, Erivan, Paris, Stokholm. Evet. Bunlar, Kürt modern edebiyatının doğduğu ana merkezler. Süleymaniye hariç, diğer merkezler, topraklarından kopmuş göçmen kuşların şakıyışlarını çağrıştırıyor bana. Yanılmıyorsam en güçlü ve en renkli şakıyışlar da kuşların göçmediği yerden, Sorani bereketinden, Süleymaniye’den geliyor.
Kitabın bundan sonraki bölümünde, modern Kürt edebiyatından sadece, Abdullah Goran, Cigerxwin, Şêrko Bêkes, Mehmet Uzun, Erebê Şemo, Ferik Polatbekov (Fyodor Lıtkin) üzerinde duracağım. Kürt edebiyatına, batı modernizmini sokan ilk simanın Nûrî Şeyh Sâlih olduğu söyleniyor. Bunun üzerinde durmadım çünkü yeterli kaynağa sahip değilim. Tabi bunda, Abdullah Goran’ın modern Kürt edebiyatının asıl kurucusu olduğuna inanmamın da rolü oldu.”
ABDULLAH GORAN
Şair Goran’ı, yirminci yüz yılın ilk yarısında modern Kürt edebiyatının baş kurucusu olarak görüyoruz. Romantik dönem diyebileceğimiz ilk şiirlerinde, Klasik Kürt şiiri ile Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi ünlü Osmanlı şairlerinin renkleri var. Sadece bunlar değil, doğrudan İngilizce okuduğu şairlerin, Fransız devrimine veya bağımsızlık savaşlarına romantik bir tutkuyla bağlı olan William Wordsworth, Lord Byron, Percy Bysshe Shelley ve Oscar Wilde gibi simaların eserlerinden de esintiler ve renkler var.
Goran’ın iki büyük avantajından biri Kürtçe, Arapça, Türkçe ve İngilizce bilmesi ve eserleri bu dillerden okumasıydı. Diğer avantajı ise doğrudan halkın bağrından, acılardan ve felaketlerden doğmuş olmasıydı. Bu iki öge, Goran’ın yeteneğinde kurulan şiir binasının taşı ve çimentosu gibidir. Şiiri kurmanın, yaşamın nabzını, bir şiir nabzı haline getirmenin başka bir yolu da yoktur.
Goran, 1904’de, Güney Kürdistan’ın Halepçe şehrinde doğdu. Ailesi, Câf aşiretinin Mîrân Bey ezbetine mensup. Dedesi, Farsçayı çok iyi bildiği için Kâtib-i Fârisî lakabıyla tanınan bir edip ve şair. Dedesi ve babası, Câf aşireti reisi Osman Paşa ile karısı Âdile Hanım’ın özel kâtipliğini yapmış.
Goran, Türkçe’yi, Halepçe’deki ilkokuldan (Mizgefta Paşa), Arapça ve Kur’ân okumayı da babasından öğrendi. Halkın deyimiyle ‘Feqî Ebdullah’ın 1919’da yaşadığı bir felaket, edebiyat dünyasına girmesinde tayin edici bir rol oynadı. İlkin Güney Kürdistan’ı sömürgeleştirmek isteyen İngiliz emperyalizminin işgali ve buna karşı Şeyh Mahmut Berzenci’nin liderliğindeki Kürt direnişi ortaya çıktı. Bunu, savaş kargaşası içinde ailesinin Havraman köylerinden birine göçmesi ile babasının ölümü izledi. İki yıl sonra da abisi Kerkük’te vuruldu. Şiir zincirliyse, can alıcı olguları özümler. Kandaki kanayan acıyı, yekinme azmini özümler, biçimlendirir kendi örsünde.
Abisinin vurulması, el-Medresetü’l-ilmiyye’ye kaydedilen Goran’ın okumasını engelledi. Çok güç duruma düştü ailesi. İki yıl aç ve işsiz gezen Goran, 1925’te Halepçe köylerinde öğretmenlik işi buldu. 1937’ye kadar süren bu dönem, Goran’ın akıl almaz bir azimle, kütüphanelerden yararlanarak dünya ve Kürt edebiyatına yönelmesine, şiir yazmasına, Arapça, Farsça, İngilizce ve Türkçe’yi öğrenip, edebiyatı, özellikle de Türk ve İngiliz edebiyatını doğrudan, onların diliyle okumasına yol açtı. İnsan, çıplaklığını ve tüm yetilerini kuşanıp, dönemin ruhu içinde bir kandil gibi gezinmeye başlayınca durum böyle oluyor işte.
İlk şiiri, 1921’de, Süleymaniye’de çıkan Pêşgevtın dergisinde yayınlandı. Dünyaya yeniden doğmuş gibi oldu. Bunu, yine Süleymaniye’de çıkan Jiyân dergisindeki şiirleri izledi (1926-1938).
CEGERXWİN
Nazım Hikmet’i çağrıştıran bir şair gibi görünüyor bana Cegerxwîn. Gerçeği, kuşkunun ve yanılabilirlik ihtimalinin yaydığı ışıkla keşfeden ve savunan şairlerin soyundan geliyor. “Ben Marks’ ın kavalıyım,” diyen şair, Nazımdan bir yıl sonra, 1903’te, Mardin’in Gercüş ilçesine bağlı Hesarê( Hisar) köyünde doğuyor. Bu köy bir acılar imbiği, şairimizi ruhen biçimlendiren bir minyatür atölyesi gibidir. Dokuz yaşındayken anasını ve ardından babasını kaybedince, ablası ile eniştesinin evine, yani yokluğun yarattığı bir boşluğa sığınmak zorunda kalıyor. Cegerxwîn‘i bir ağanın işlerinde çalışmak için veriyorlar. Çocuğun yaşamı ayak işleri, çobanlık, ekin zamanlarında boyunduruğa binerek hodaklık, ahır temizliği ve ırgatlık ile biçimlenmiş oluyor. Bu onun, Şehmus kimliğiyle ateşte pişişi, örsle çekiç arasında biçimlenişi dönemidir. Ağa-maraba, efendi-gulam, varlık-yokluk çelişkisini yaşayarak, etinde kemiğinde hissederek gözlemlediği bir dönemdir.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, ailece Kamışlı’ya yakın, Asurluların kurduğu, kadim bir yerleşim yeri olan Amude köyüne göçerler. Tanrının kendi varlığına yabancılaştığı bir yerdir burası. Cegerxwîn bu köyde kendi demir iradesiyle, kitap ve kalemle arkadaş olur. Yine marabadır. İşten fırsat buldukça, kalemin ve kitabın sirenler gibi kendisini çektiği noktalara doğru yönelir. İlkin öğrencilerden, daha sonra da hararetli okuma tutkusundan dolayı düzenli bir öğrenci olma olanağını yakalayarak doğrudan medreseden feyz almaya başlar. Dananın kuyruğu kopmuştur artık. Medrese, bu yoksul ve pejmürde gencin tutkusuna ve kavrayışına hayran olur. Yetenek, “ben buradayım, siz burada mısınız?” diye öne çıkar. Kitaplar ona, o da kitaplara müpteladır. Hayali gerçekleşmiştir. O artık bir meladır. Ekim Devrimi ile milli uyanışların yol açtığı dünyasal yeniliğe ve aykırılığa oldukça açık bir mela. Bu durum ona köy köy dolaşma ve halkı tanıma zevkini tattırır. Geniş ve acılı bir alanda sınıfları, dilleri, cinsleri ve inançları gözlemlemeye, bunlar arasındaki çelişkileri, sömürü ve tahakküm ilişkilerini anlamaya koyulur.
Muzaffer Oruçoğlu 1971’de Filistin Demokrtatik Cephesi”nin kamplarından ayrılıp Siverek’e giderken iki arkadaşıyla birlikte usta şair Cegerxwîn‘i evinde ziyaret ettiklerini anlatıyor. .
1973’te, Lübnan’a geçmek zorunda kaldı. Lübnan, ona şiirde yoğunlaşma olanağını kazandırdı. Ünlü şiiri Kîne Em?’i (Biz Kimiz?) burada yayımladı.
1975’de başlayan Lübnan iç savaşının inatla sürmesi üzerine 1979’da İsveç’e geçmek zorunda kaldı. Stockholm’e yerleşti, edebi çalışmalarına burada yeni bir boyut kazandırarak, eserlerini yayınlamayı sürdürdü.
1983’te Paris’te Yılmaz Güney ve Abdullah ile birlikte Kürt Enstitüsü’nü kurdu. 1984’te Stockholm’de, 81 yaşında yaşamını yitirdi. Ölürken yüzünü, ziyaretgâhımızdır dediği Laleş vadisine çevirerek mi öldü bilmiyorum. Cenazesi, Kamışlı’da toprağa verildi.
MEHMET UZUN
Uzun, Zaza bir ana ile koyun tüccarı olan Kurmanç bir babanın çocuğudur. Çocukluğu, Kürtçenin hükümran olduğu bir dil kozasında, kalabalık bir ailede geçtiği için şanslıydı. Dedesi ile anasının sözlü edebiyata yaslanan anlatıları ayrı bir şanstı onun için. Babasının “işlemeli, uzun “bilur”u ile çalarak söylediği “Meme Alan”, “Cembeliye Hekkare û Binevşa Nann”, “Siyabend û Xece” ve diğer destan terennümleri ise onun ruhsal biçimlenişinde önemli bir rol oynadı.
Yedi yaşında başladığı Türk okulu, onu Türkçe ile tanıştırdı. Türkçeyi ona ilk hatırlatan, İstanbullu yedek subay bir öğretmenin tokatıydı. “Hatası,” Türkçe bilmemesinden dolayı yanındaki arkadaşıyla Kürtçe konuşmasıydı. Memet, bu tokatla artık farklı bir dil kozasına girmişti. Bu durum onun dil ve kültür dünyasını farklılaştırdı. Türk okulu sürecinde, çizgi romanlara merak sardı.Kürtçesi işlevini kısmen yitirdi ve geriledi. Bu bir zorlanma, kırılma ve özden uzaklaşma anıydı aynı zamanda. Eğitim ve yaşam diline giderek Türkçe hakim oldu. Lise yıllarında iken devrimci siyasetle tanıştı.
12 Mart Muhtırası’ndan sonra Siverek bölgesinde profesyonel devrimci faaliyet yürütmek için giden ilk parti (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) üyesi bendim ve aynı zamanda Partiye bağlı üç kişilik Doğu Anadolu Bölge Komitesi’nin üyesiydim. Diğer iki kişi, İbrahim Kaypakkaya ile Oral Çalışlar’dı. Oral yakalandığı için komite iki kişi olarak yürütüyordu faaliyetini.
İlk ilişkiyi, Kunduracı Ramazan Balpetek, Fırıncı Bayram, Terzi İsmet, silah tamircileri Eyüp-Abdurrahman kardeşler, faytoncu Kamil, Körler Derneği başkanı hallaç Mehmetşah gibi esnaflarlar ile bazı liseli öğrencilerle kurdum. Daha sonra, Kabil Kocatürk, Mahmut Cantekin, Ziya Ulusoy ve Mehmet Bedri Gültekin’in de Siverek’e gelişi ile ilişkilerimiz gelişti. Liselilerden iki eğitim grubu oluşturduk. Bu gruplardan birinin içinde Mehmet Uzun da vardı. Omey diyorduk kendisine. Temiz ve şık giyimli, dinlemeyi seven, soru soran, sessiz bir delikanlıydı. Biz bu gruplara, it damını andıran Siverek bağ evlerinde, milli demokratik devrim, sosyalizm, ulusal sorun ve benzeri konularda eğitim verdik. Kitap dağıtıp okumalarını sağladık. Elimizin altında Mao’ya, Lenin, Stalin, Gorki, Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’e ait kitaplar vardı. Bir süre sonra bu gruplarla Siverek çapında, geceleyin yazılamalara giriştik. Kurduğumuz üç ekipten birinin içindeydi Memet. Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı yazılamalardan sonra geniş bir operasyon başlattı ve 28 kişiyi tutuklayıp, Musa Anter, İsmail Beşikçi, Tarık Ziya Ekinci ve M. Emin Bozarslan gibi aydınların yattığı Diyarbakır Askeri Cezaevi’ne götürdü. Yakalananların içinde Mehmet Uzun da vardı.
Bir yıla yakın siyasi ilişki, eğitim ve kitap okuma çabalarından sonra cezaevi deneyimi de Uzun için geliştirici oldu. Kendini Kürt aydınları ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na mensup gençler arasında bulan Uzun, burada Musa Anter ve kuzeni Ferit Uzun’un yardımıyla Kürtçe okuma yazmayı öğrendi. Uzun, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin sempatizanı olduğu için, bir müddet sonra bu parti mensuplarının bulunduğu Mamak Askeri Cezaevi’ne sevk edildi. Uğur Mumcu, Erdal Öz, Uğur Alacakaptan ve Mümtaz Soysal gibi aydınların kaldığı ve kitabın en bol olduğu koğuşa verildi. Bu durum için Uzun, “Onlardan kitap okuma terbiyesi edindim,” der.
Uzun, 2 yıl sonra, 1974 Genel Af ile tahliye oldu. Roman okumaya meftun olan bu delikanlı, tahliyeden sonra, edebi yönelimine ters olan metalurji mühendisliğine girdi. Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’ndaki bu bölümü sevmemiş olmalı ki, burada öğrenciyken Komal Yayınevi’nin kuruluşuna katıldı. Rizgari (Kurtuluş) adlı derginin yayın yönetmenliğini yaptı. Yayınladıkları yazılardan dolayı tutuklandı. 15 Eylül 1976’daki tahliyesinden bir müddet sonra Suriye’ye ve oradan da çıkıp İsveç’e iltica etti. Bu iltica, Uzun’un edebiyat dünyasına adım atışı demekti. Ona, “ben sürgün edebiyatına ait bir yazarım,” dedirten gerçeğin ilk adımıydı bu.
EREBE ŞEMO (Arab Şamoyeviç Şamilov)
İlk Kürt romancısıdır Erebê Şemo. Sovyetlerde Arab Şamoyeviç Şamilov olarak bilinir. Kürt edebiyatının Ekim Devrimi’nden doğan Kafkas kolunun kılavuz feneridir. Ezidi Kürtlerindendir. 1897’de Kars’ın Susuz köyünde doğmuştur. Babası Şamo, Azat köyünün ağasına çalışan bir yanaşma, bir marabadır. O zamanlar, Rusya hakimdir Kars’a. Ermeni, Kürt, Türk, Malakan, Gürcü, Alman topluluklarının, iç içe yaşadıkları bir kenttir. Renkleri ve motifleriyle kilimi andırır.
Şemo’nun çocukluğu, yoksulluk ile feodal baskı altında biçimlendi. Ufuk çizgisinin ötesine, uzak diyarlara bakmayı seven bir çocuktu. Çalışacak yaşa geldiğinde, işe girdi demiryolunda. 1916’da, Erzurum ve Kars’ta, Bolşevik Partisi’nin, Güney Kafkasya koluna bağlı komiteler, yeraltı çalışması yürütüyorlardı. Demiryolu işçileri arasında çalışan Bolşevikler Erzurum’da, Şemo ile ilişki kurup, onu saflarına kazandılar. Şemo, düzenlenen bir mitingde, askerlere yönelik konuşma yapınca tutuklandı. Sarıkamış cezaevinde kaldı bir müddet. Çıktıktan sonra, parti onu örgütlenme yapması için köyüne gönderdi. Ancak, Çarlık gizli polisi Okhrana izliyordu Şemo’yu. Takipten kurtulmak için kuzey Kafkasya’ya, bir zamanlar Puşkin, Lermontov ve Tolstoy’un uğrayıp kaldıkları Stavropol’e gitti. Çerkezlerin Şetkale dedikleri Stavropol o zamanlar, Kuzey Kafkasya’nın ticaret merkezi durumundaydı. Burada Bolşeviklerle birlikte çalıştı.
Ekim Devrimi’ni izleyen iç savaş yılları, Şemo’nun en ateşli siyasi yıllarıydı. Partinin emriyle, Bolşevik Şpak’ın komutasında bir kızıl ordu mensubu olarak Kafkasya muharebelerine katıldı. 1920-1923 arasında Azerbaycan’da, Transkafkasya ve Moskova’da Çeka’nın “Gizli Operasyonlar” bölümünde görev yaptı. İç savaşın bitmesiyle de, aşamalı bir şekilde giderek, siyasetten kültüre doğru kaydı.
Moskova’da, 1815’te Ermeni Lazarian ailesinin kurduğu, dil-kültür eksenli ünlü bir Lazaryan Enstitüsü vardı. Şemo, yirmili yılların başlarında burada okudu. Okulu bitirince, 1924’te Ermenistan’a yerleşti. Ezidi Kürtlerinin yoğun olduğu bir yerdi Ermenistan. Erivan’da, Devlet Maddi Kültür Tarihi Akademisi’ne girdi. Sovyetler Birliği, ezilen dillerin ve kültürlerin canlandırılması, yeni bir kültürel zenginliğin yaratılması politikası uyarınca Kafkasya’yı öncü rol oynamaya teşvik ediyordu.
FERİK POLATBEKOV (Fyodor Lıtkin) (1897- 1918)
Polatbekov, Rus edebiyatının Kürt-Rus kökenli Bolşevik şairidir. Babası Egit, ayağının çamuruyla kadim Kürt destanlarından çıkıp gelmiş Digorlu bir Kürt, anası Anna ise Rus’dur. 1877-78 Osmanlı Rus savaşından sonra Kars, Ardahan ve Batum, Rusya’ya savaş tazminatı olarak verilince Digor haliyle Rus egemenliği altına girdi. Gelgelelim ki o zamanlar, Kağızman’a bağlı bir değil, iki Digor vardır. Heciye Cindi’nin Ferik’i anlatan Hewar adlı romanına göre bunlardan biri, Cemaldini, Zilanlı ve Ezidi Kürtler’in çoğunlukta olduğu Digora Emerike’dir(Uzunkale). Diğeri ise Digora Ermeniye’dir. En gelişkin Digor, Ermenilerin Digor’uydu. Bugünkü Digor da o günkü Digor’un büyümüş halidir.
Şairimizin babası Egit, aşık olduğu Gülizar adlı bir kızı kaçırırken, hesapta olmayan bir engelle karşılaşır ve engeli aşayım derken de Gülizar’ın kardeşi Gevez’i vurur. Bunun üzerine Çarlık idaresi, aşkına kan bulaştıran Egit’i, 17 yıllık bir ceza ile Sibiryaya sürer. Egit, yeni memleketinde yaşamını kurarken, yeni sevgilisi Anna ile Baykal Gölü’nün kuzeyinde tanışır, evlenir. Bu evlilikten ikisi kız olmak üzere dört çocuğu olur. O zamanlar Kürt sözcüğü, dörtten aşağı çocuk yapmayan anlamına gelmektedir. Egit, cezası bitince, 1907’de, ailesi ile birlikte, Kürt Digor’a döner. Bakışları oldukça hareketli ve arzuludur. Digor’daki yaşamı umduğundan daha canlı bulmuştur. Egit’in ısınamadığı Anna, köye ısınamaz. Ruhu, hiç tanımadığı bir inanca ve geleneğe çarpmıştır. Egit’in kaçamak ilişkisini de öğrenince, ondan ayrılır. Çocukları kardeş payı bölüşürler. Ferik ile Marusya’yı Anna alıp Sibirya’ya döner. Nure ile Baso(Vasily) Egit’e kalır. Baso, Birinci Dünya Savaşı’nda ölür.
Ferik, ilkokulu ve liseyi anasının memleketinde, doğduğu İrkutsk‘da okur. Lise yıllarındayken şiirle ve Bolşevik Panteleymon Parnyakov gibi ateşli gençlerle tanışır. Naşa Rabota adlı bir Bolşevik çekirdeğin varlığını anlar. Ferik bu çekirdek içinde yer alır. Çekirdek, doğmakta olan yeni bir dünyanın bilinç altını ve gencecik kalbini dayatmaktadır okula. Ferik, şaşkınlık ve heyecan içindedir. Gençlik adlı şiirinde dediği gibi “Acının dipsizliği”dir bu durum. “Samimiyetidir sabah gözyaşlarının!”
Anası 1915’te öldüğünde Ferik 18 yaşındadır ve Rusça yazdığı şiirler bir kitap hacmindedir. Şiirlerini aynı yıl, Gençlik Türküsü (Pesnya Yunosti) adıyla, anasına adayarak yayımlar.
Bolşeviklerin çıkardığı gazeteler Ferik’in şiir üretiminde ve edebi morali üzerinde olumlu bir rol oynar. 1917’nin şubatında iki devrim aynı anda patlar. Birincisi, Çarlığı deviren şubat devrimi, ikincisi ise Ferik’in Olga adlı, evli bir kadına aşık olmasıdır. Bu ikinci devrim, şairimizi, duygu baharına ve şiir bereketine sokar. Kız kardeşini, Kafkasya üzerinden Ezidi Digor’a getirir ve temmuz sonunda Sibirya’ya döner. Gelirken ve dönerken Kafkasya’daki Ezidilerle ilişkilerini güçlendirir. Dönüşünde Olga ile Tomsk’a yerleşir. Tomsk Üniversitesinin filoloji bölümüne kaydolur ve Tomsk Bolşevikleri’nin lideri olur. Eylülde Bolşeviklerin çıkardıkları Znamya Revolyutsii (Devrim Bayrağı) gazetesinde yazılarını yayınlamaya başlar. Bu, zamanın ruhuna uygun, hızlı bir gelişme seyriydi.
Menşevik Bolşevik partisi, Tomsk Sovyeti seçimlerinde en büyük parti olarak ortaya çıkınca, Ferik Polatbekov ve yoldaşları, Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler(SR) ile sıkı tartışmalara girer. SR’ler, Menşevikler ve Demokrat Kadetler, Bolşeviklere karşı kısa zamanda toparlanıp kendi ortak iktidar organlarını oluşturlar.
Ekim Devrimi patlayınca, Polatbekov ve yoldaşları Tomsk’ta Bolşevik Sovyet iktidarını kurmaya yönelirler. Bolşevikler bir yandan Menşevikler, SR’ler ve Çekoslavaklar, diğer yandan ise monarşi yanlısı Kolçak ve Kazak birlikleriyle mücadele halindelerdi. 15 aralıkta, Tomsk Sovyeti toplantı halindeyken bina ateşe verilir. Ferik, kıl payı kurtulur.
Çetin mücadeleler sonucunda, 1918’de Sibirya Sovyet Cumhuriyeti kurulur. Ferik, Cumhuriyetin iç işleri bakanı ve Sibirya Merkez Yürütme Kurulu (Tsentrosibir) üyesi olarak işe başlar. Ne var ki Sibirya’da bir iç savaş da başlamıştır. Çarlık yanlısı amiral Kolçak’ın komutasındaki beyaz ordular, her yerde saldırı halindeler. Sayıları yüz bine yaklaşan beyaz ordu, İngilizlerin silah ve lojistik desteği ile Sibirya’daki Sovyet cumhuriyetini sonunda yıkar, şehirleri peş peşe ele geçirirler. Kolçak’ın karşısında, mevzi savaş verecek durumda olmayan 4-5 bin kişilik kızıl ordu, gerilla birlikleri haline getirilir ve geniş arazilere yayılır.
Durum, dramatik bir tarzda değişmiştir. Ferik, gerilla müfrezesi içinde, Lenin’in en sevdiği insanlardan biriyle, ünlü Bolşevik Nikolay Yakovlev ile birliktedir. Sürekli hareket halindedir ve beş bin kişilik Sibirya Kızıl Ordusu’nun gazetesi Krasnoarmeeys’i çıkarma sorumluluğunu üstlenmiştir.
Tunduralar, stepler ve kozalaklı ağaçlarla ufuk çizgisine kadar uzayan taygalar ve de çekirge sürüsü gibi çoğalan beyaz ordular.
1918 yılının 17 ile 22 Kasım tarihleri arasında, Yakutistan’ın Olekminsk kenti kırsalında Kolçak’a bağlı güçler ile Çekoslovvak savaş esirlerinden oluşan birlikler tarafından Ferik’in bulunduğu çadır kuşatılır ve amansız bir kurşun yağmuruna tutulur. Durum korkunçtur. Ferik ve Nikolay Yakovlev başta olmak üzere, çadırda olan herkes kurşun kalburuna dönmüş, şiir kana bulanmıştır. Ferik’in kalbura dönmüş kanlı ceseti, VASİYETİM adlı şiirindeki şu dört mısraya gömülmüştür artık:
“Dualar etmeyin arkamdan
Üzülmeyin bana dostlarım!
Pervasız kaderimin üzerinde
Yalnızca bozkır rüzgârı essin” (Çev. Dr. İsmet Konak)
Beyaz generallerin en vahşisi olan Kolçak, yüz bin kişilik bir güçle Sibirya’ya hakim olmuş, Sovyetlerin köylülere verdiği toprakları soylulara geri verince köylü ayaklanmalarına yol açmış ve bu ayaklanmalarda kırk bin köylüyü kurşuna dizdirmiştir. Toprak, kendi kanı gibi hissetmektedir emdiği kanı. Atlar, öküzler, pulluklar, brişkalar, senkalar yalnızlık ve şaşkınlık içindedirler. Toprak soylularının egemenliği yeniden kurulmuştur. Ne varki, Kolçak’ın devranı fazla sürmemiş, iki Mikhail’in yani Frunze ile Tuhaçevski’nin komutasındaki doksan beş bin kişilik kızıl ordunun Sibirya ufuklarında görünmesiyle sona ermiştir.
Çadırdan kanlı ceseti çıkarılan Sibirya Sovyet Cumhuriyeti İç İşleri Bakanı Ferik Polatbekov, diğer adıyla Fyodor Litkin, 21 yıllık ömrüne sığdırdığı 200 şiiri ile bir kaç kısa öykü ve bir de Êskan adlı uzun öykü bırakmıştı arkasında. Tüm şiirleri ve öyküleri Rusçaydı. Bu bakımdan Ferik’i, esas olarak Kürt edebiyatının değil, Rus edebiyatının bir parçası olarak değerlendirmek durumundayız. Bu şiirlerde, Ferik’in babasından, Digor ve Kafkasyadaki Ezidi yaşamından renkler yok mudur, tabi ki vardır.
Ferik’in devrim ve iç savaş yıllarını anlatan şiirlerini okuduğumda kendimi bir bozkır aşkında, hasrette, marşlarda, gürüldeyen dalgalarda, evren krallığının “Alev alev, kırmızı ve mor renkte yanan kuytu yerlerinde” hisseder gibi oldum. parlak zihinlerden, şarkı söyleyenlerden, gururla yananlardan oluşuyor onun şiirlerindeki kahramanlar. “İleri ey öfke dolu halk!” diye bağırıyor şiir. Zincirlerini kıran özgür bir Rusya’ya götürüyor okuru. Şiirin bizzat yaşadığı ve çizdiği ortam, oldukça canlı ve ürkütücüdür. Kabından taşmış ve her milliyetten ayağa kalkmış halklar, siyah haçlı mezarların kapladığı ovalar, “ve savaş alevinin tam ortasında” çökük gözleriyle Rusya’yı gözetleyen açlık, “harika bir sevinçle parıldayarak,/ağaran tan kızıllığı,” ayaklar altında çiğnenen tahtlar, yanan kırık taçlar, “Savaşın kızıllığı ve buğusu içinde, yerkürenin yükselen özgürlüğü,” içinde buluyoruz kendimizi.
Ferik, devrim ve iç savaş döneminin doğurduğu şiirinde, işçileri, yeraltında inleyen madencileri ve mahpushane çocuklarını toplumsal devrimin muharrik gücü olarak gösteriyor. Bu büyük alt üst oluşun varacağı noktayı da şöyle koyuyor:
“Dinecek bu kanlı mücadele çağı,
Ve sonsuza dek susacak kin,
Ve tek parlak yasa olacak dünyada
Enternasyonal emeğin özgürlüğü!”
Ferik, vurulduktan sonra Sovyet edebiyatı içinde yerini aldı. Onu Kafkas Ezidi Kürtleri de unutmadı. Erivan’daki Ezidi Kürt çocukları için hazırlanan Kürt Dili ve Edebiyatı kitaplarında Ferik’in yaşamına yer verildi. Ermenistan’ın Armavir bölgesinde bulunan Ezidi köyü Kurekend’in adı Ferik olarak değiştirildi. Kürt folklor araştırmacısı ve filolog Heciyê Cindî de Ferik Polatbekov’un aile yaşamını, 1967’de yazdığı Hewari (Çağrı) adlı belgesel romanıyla gün ışığına çıkardı.
Ferik Polatbekov’u devrim mücadelesinde bire bir izleyen birçok Sovyet Kürdü vardır. Bunlardan en çok ikisi öne çıkıyor. Birisi Erebe Şemo’dur, diğeri de Siyabend û Xecê, Mutlu Hayat ve Ermenice-Kürtçe Sözlük adlı kitapların yazarı yarbay Samand Siyabendov’dur. Samand, anti- faşist savaşta, defalarca yaralanmış ve Sovyetler Birliği Kahramanı unvanını kazanmış Kars doğumlu bir Ezidi Kürdüdür.
Ferik’in ailesinden, devrim ve aydınlanma mücadelesine katılan bildiğimiz tek insan, kardeşi Nurê‘dir. Ermenistan’ın Aştarak kentinde yetim Kürt çocukları için açılan okulun müdireliğini yapar 1920’de. Bir yıl sonra Kürt Kadın Konferansı’nın düzenlenmesinde yer alır. Rusça, Ermenice ve Türkçe de bilen Nurê, 1930larda Erivan Radyosu’nun Kürtçe yayın bölümünün ilk spikeri olur.
Ferik’in aşk, mücadele ve hasret yüklü yaşamını bizlere ulaştıran Candan Badem ile Rohat Alakom’a (Karslı Bir Kürdün Digor’dan Sibirya’ya Uzanan Öyküsü) ve şiirlerinin bir bölümünü ustalıkla çeviren İsmet Konak’a minnettarız. Bu şiirlerden birisine yer vererek noktalayalım şiir ve devrim neferinin kısa biyografisini:
Muzaffer Oruçoğlu, Kürt Edebiyat Portreleri Eserini ve eser kahramanlarının çoğunluğunun resimlerini kendine has tarzıyla resimleyerek boyalı sözcüklere de dönüştürdü. Kitapta-Arkadaşım Ehmedê Xanî, Ehmedê Xanî‘nin İnsan Anlayışı ve Özlemi, Mem û Zîn‘de Beye İspiyoncuya ve Zindana Bakış, Mem û Zîn‘de Kadına ve Sevgiliye Yaklaşım, Mem û Zîn‘de Erotizm, ayrıca Arkadaşı Mehmet Uzun’un Kitap değerlendirmelerini de eklersek elimizin altında ciddi bir külliyat durmaktadır..
Sarsıla sarsıla okuduğum kitabı kapattıktan sonra Büyük Kürdistan’ı ve kitaptaki büyük dehaların Büyük Kürdistan’ın o acılı tragedya dolu dağlarında, masalın, destanın, şiirin içinde gezinişleri canlandı gözlerimin önünde.
Bahman Gobadi’nin Yarım Ay filmini seyreder gibi oldum.
Mehmet Bayrak’ın Kürt ve Alevi Tarihinde Horasan kitabını okudum. Selim Temo’nun Horasan Kürtlerini okudum. Temo’nun Kürt Şiiri Antolojisinin baskısı tükendiği için ulaşamadım.
Oysa içinden geçtiğimiz bu kahredici zamanlarda geçmişten günümüze köprü olan Kürt edebiyatını ve yaratıcılarını döne döne okumamız gerekmektedir. Kürt Edebiyatından Portreler Serhad’ın ortasından akıp giderken Kura ile birleşip Hazar Denizi’ne dökülen Aras Nehir’i gibi akıp gitmektedir. Kürdistan Tarihinin önemli Şahsiyet ve Düşünülerini kendisi harmanladığı o güzel edebiyat deryasında demlendirerek bizlere ulaştırdı. Kitap birbirine bağlı güzel bir anlatım zinciriyle akıp gittiği için güzel akıp giden bu nehirin dokusunu bozmamak için uzun pasajlar aktarmak zorunda hissettim. Hoşgörünüze sığınıyorum.
Evimizde baş ucunda bulundurulması gereken bir eserlerdendir elimizde olan eser.
Güzel ve kapsamlı bir kitabı “Kürt Edebiyatından Portreleri” bizlerle buluşturduğu için Sancı Yayınları’na çok teşekkür ediyoruz…
Bir büyük Ummanı Derya olan, Oruçoğlu’nu kendi değimiyle ”Onun da Ömrüne” bereket… Kalemi fırçası hiç susmasın…