Lenin’i Hegel diyalektiğinde en fazla etkileyen şey, Mantık’ın son kısmında yer alan Mutlak İdea’nın son paragrafın ilk cümlesidir:
“İdea, ki kendi içindir, bu kendi ile birliğine göre görüldüğünde sezgidir ve sezen idea doğadır.”
Çünkü, Lenin, burada sezgilerimizin kaynağının doğadan geldiğini görüyor. Fakat, doğadan gelen enformasyon tıpkı kapitalizmin ekonomi politiği gibi anarşiktir. Dolayısıyla biz sezgilerimize güvenemeyiz. Fakat, sezgilerin birbirini koşulladığı ve dolayısıyla bir irade yaratacak bir biçimde güvenilir olduğu yer ikizkenar üçgene karşılık gelen ve karşıtların birliğini temsil eden o özel alandadır.
Sezgilerimizin kaynağı olan doğayı, insan, üretim faaliyeti sürecinde içselleştirirken Marks’ın da belirttiği gibi insan uzuvları doğanın bir uzantısı haline gelir. Böylece, ürettiği nesnelere özdeş olan insanların her biri tıpkı üslü bir sayı gibi elektriksel alanları ortak bir kümeler hareketi olarak düşünülebilir. Burada, elektriksel alanlar arasındaki temel karşıtlık üriner sistemle gastrointestinal sistem arasındaki karşıtlıktır. Bu, ekonomi politik anlamıyla üretim süreciyle tüketim sürecinin çelişkileri arasındaki karşıtlığa karşılık gelir.
Şairler, özellikle de devrimci şairler dilin matematiği aracılığıyla sözcüklere yeni imgeler yükleyerek sözcükleri devrimcileştirirler ve bu sanki birer kâhin gibi onlara gelecekten haber verme gücü verir. Çünkü, tarihsel süreç sınıflı toplumlar tarihi için zaten ilkel komünal toplumun sonu ile komünist toplum arasındaki süreç olarak, tıpkı, ikizkenar üçgenin ikiz açıları arasındaki bölüme karşılık gelir ve bu ikiz açılar da aslında tüm tarihsel süreç için tıpkı kullanım değeriyle değişim değeri karşıtlığı gibi metanın iç çelişkisinin ürettiği nesneye özdeş olan insanın iç çelişkisi gibi bir arada bir karşıtlık olarak mevcuttur. Bu demektir ki sınıflı toplumun ekonomi politiğinin bütün çelişkileri ürettiği nesneye özdeş olan insanın kendi iç çelişkilerinde yansır ve onun sezgilerini, iç güdülerini, düşünce ve duygularını biçimlendirir. Somut koşulların somut tahlilini yaptıktan sonra devrimci sezgilerimize güvenmeli ve içimizden geldiği gibi hareket etmekte tereddüt etmemeliyiz. Çünkü, yanılsak bile biz komünistler her yanılgıyı düzelten tarihsel hareketin kesintisiz süreçlerinin birer durağı ve temsilcisiyiz ve tereddütsüz eylemeden tarih yapamayız.
Eğer, bir komünist bu alan içersindeyse ki her komünist bu alana bir biçimde de dahildir ve devrimle karşı devrim arasındaki elektrifikasyon karşıtlığını temsil eder ve sezgilerine güvenmelidir. Söz gelimi Che Guevara’nın her zaman içinden gelen şeyi yapması ya da Mahir Çayan’ın Kızıldere pratiği buna örnek olarak verilebilir. Söz konusu sezgilerin sonucu yenilgi gibi görünse de bu bir yenilgi değil tarihin sonsuz akışı içinde yeni zaferlerin başlangıcı ve nedeni olarak anlaşılmalıdır. Tarihsel hareket kesintisiz bir süreçtir ve her kesintiye uğradığı yerde karşıtına dönüşerek devam eder. Başka bir söylemle sıkılan kurşun bir daha durdurulamaz ve döner sıkanı da vurur. Fakat, devletle devrim arasındaki bu karşıtlıkta devrimcilerin devlete sıktığı kurşun için bunun tersi doğru değildir. Çünkü, nasıl ki kullanım değeri tüm zamanlara aitken değişim değeri meta üretimine aitse birer kullanım değerine karşılık gelen devrim neferleri de tüm zamanlara aitken değişim değerine karşılık gelen sınıflı toplumun devleti ise meta üretiminin tarihsel sınırlarına ait geçici bir olgudur.
Komünist partisi tarih yapabilmek için tanrının işini yapmak zorundadır. Söz konusu bu alan komünist partisi ile sınıflı toplumun tanrısı olan devletin çatıştığı alandır. Burada unutulmaması gereken şey iradenin asla bireysel olamayacağıdır. İrade kolektiftir. Kolektif iradenin öncülleri tarihten gelir. Yine her türlü yetenek de bireysel gibi görünse de kolektiftir. Komünist partisi, her türden insani yeteneğin gerçek sahibi ve taşıyıcısıdır ya da taşıyıcısı olmak zorundadır. Komünist partisi bütün tarihsel insancıl yetenekleri sahiplenmelidir. Çünkü, bütün insancıl yetenekler insanın doğa ile ilişkisinde ete kemiğe bürünmüş olan doğal potansiyellerden başka bir şey değildir. İnsan, doğanın kendisinde olmayan hiçbir potansiyel yeteneğe sahip olamaz. Bu anlamda üretim araçları da doğanın kendisinde olan potansiyel yeteneklerin birer kopyasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, insan kendi ürettiği üretim araçlarına özdeştir ve sınıflı toplumun tanrısı olan devlet ile komünist partisi arasındaki çatışma da tam da bu insanın kendisine özdeş olan üretim araçlarının mülkiyeti üzerinde gerçekleşmektedir. Bu anlamda, şimdiye kadar yapılmış olan proleter devrimlerin üretim araçlarının mülkiyetini biçimsel olarak toplumsallaştırsa da gerçek anlamda toplumsal bir elektrifikasyon yaratamadığını söylemek gerekir.
Gerçek anlamda toplumsal bir elektrifikasyon sorunu bir toplumsal duyarlılık sorunudur. Nasıl ki bir devrimci sanatçının duyarlılıklarını sıradan bir insandan beklemek idealist bir yaklaşım olacaksa, komünist partisinin duyarlılıklarını da bütün toplumdan beklemek aynı anlamda idealist bir yaklaşımdır. Komünist partisi, tarih yapma mücadelesinde bütün sınıflı toplum tarihi tarafından bugüne taşınmış olan anarşik toplumsal elektrifikasyona karşı kendi iradesini biçimlendiren elektrifikasyonu esas almak zorundadır. Fakat, bunun için de bu elektrifikasyonun nereden geldiğinin ve tarihsel öncüllerinin bilince çıkarılması gerekir. Bu anlamda, komünizm davası özünde bir gönül işidir.
Şairin dediği gibi “Ben gülü seviyorsam gülün de beni sevmesi gerekmiyor.” Ama eğer ben gülü sevmezsem gülü kim yetiştirecek? Marks da diyor ki “İnsanın kişiliğini biçimlendiren onun gereksinmelerinin doğasıdır.” Her şeyin her şeyle değişildiği sınıflı toplumda bir tür sezgi olan aşkın kendisinden başka güvenilir bir insan ilişkisi olabilir mi? Diyelim ki aşka güvenmekle yanıldın. O zaman da Descartes’ın dediği gibi yanılan biri var ve tarih her yanılgıyı düzelten bir insanlaşma sürecinden başka bir şey değildir. Eylemekten korkmaktan ve tereddüt etmektense eylemde yanılmak daha iyi ve daha devrimci bir tutumdur. Devrimci irade, bir komünistin doğruluğuna gerek sezgileri ve gerekse bilinciyle inandığı değerler için eylemesinden gelir. Devrimci sezgilerimiz doğadan gelir ve henüz doğanın yasalarının tam olarak bilince çıkaramadığımız ama içgüdüsel olarak algıladığımız yasalarından gelir. Aşk, doğadaki temel kuvvetlerin insanda yansımasıdır. Dolayısıyla, aşk öznel bir duygu gibi görünse de aslında nesneldir. Böyle olduğu için de aşk yanılsa bile kendi yanılgısını düzeltecek potansiyel devrimci sezgilerin yani doğadaki temel kuvvetlerin taşıyıcısıdır. Dolayısıyla, her şeyin her şeyle değişildiği sınıflı toplumda aşk kendisini korumak ve aşk olarak kalabilmek için devrimci olmak zorundadır.
Doğanın bütün yasalarını bugün için bilmiyoruz. Buna rağmen insanlık doğayı kendisine benzetmeye çalışıyor. Her farklı üretim ilişkisi doğayı kendi ekonomi politiğine benzetmeye çalışır. Belki de Mahir Çayan’ın Suni denge olarak tarif etmeye çalıştığı doğanın kendisi ile sınıflı toplumun üretim ilişkilerinin yasaları arasındaki durmadan bozulan denge budur. Ama bu denge ne kadar bozulursa bozulsun insanlık onun yerine kendi gerçek ihtiyaçlarına göre bir üretim ilişkisi yaratamadığı sürece sınıflı toplumun ekonomi politiğinin yasaları bizi de bizim aşklarımızı da kendine benzetmeye çalışacaktır. Gerçek aşk ise hiçbir ekonomi politiğin yasasına benzemez; o insanın özüne benzer ki doğa ile mücadele içinde onu kendi gerçek ihtiyaçları için biçimlendirme mücadelesinin kendisidir.
Sınıflı toplumun ekonomi politiği kadar etiği ve siyaseti ise gerçek insan ihtiyaçlarının yerine hep metalar gibi değişim değerine tahvil edilebilen suni ihtiyaçlar yaratır ve aşkı imkansızlaştırır. Öyle ki siz aşkı biçimde bulabilseniz bile özde bulamazsınız ve tıpkı sınıfsız toplumun dolaysız insan ilişkileri gibi onu hep hayallerde arar, onun üzerine şiirler, şarkılar yazarsınız. Bir komünist partisinin işi de tam da bu arayıp da sınıflı toplumda bulunamayan insan ilişkilerini somut yaşam biçimi haline getirmektir; ama nasıl ki cebinizde para olmadan karnınızı doyuramıyorsanız aşk için bedel ödemeyi göze almadan da onu somut yaşam biçimi haline getiremezsiniz. Aşk, herkes için aşk olduğu zaman, tıpkı, değişim değeri gibi bütün büyüsünü yitirir ve sıradan bir insan ilişkisi haline gelir. Bu, komünist toplumun insan ilişkilerine karşılık gelir. Oysa, aşk, sınıflı toplumda, onun ekonomi politiğinin yasalarına karşı sınıfsız toplumun yaşam tarzının adıdır ve sınıflı toplumdan başlayarak bedel ödenmeden yaşanamaz.