Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Ezilmişliğe Karşı Direniş, Mağduriyete Karşı Savunma

Kadın mücadelesi sadece bir hak alma mücadelesi ile sınırlı değildir. Devlet ve erkek şiddeti azaldığında, mücadele bitmiş olmuyor. Patriarka var olduğu sürece, eşitsizlik de var olamaya devam edecek. Yaşanabilir güvenli bir ev, iş yeri, sokak, şehir, ülke her kadının hakkıdır. Bu şiddet sarmalı ancak kadınların örgütlü mücadelesi ve dayanışması ile aşılabilir.

Kadının mücadelesi, bireysel ya da kolektif örgütlülüğü, ezilmişliğe karşı direniş, “mağduriyete” karşı savunma pratiği ve kadın özgürlüğü perspektifi ile yazılmıştır. 25 Kasım’ı şiddete karşı mücadele günü olarak tarihe geçiren kadınlar yaşamla bütünleşen mücadeleleriyle bu tarihi yazdılar.

31 yıl boyunca Dominik Cumhuriyeti’ni yönetmiş bir diktatör olan Trujillo hükümeti 1930’da askeri darbe yaparak Dominik Cumhuriyeti iktidarını ele geçirmiştir. Darbe rejimine karşı çıkan Kız Kardeşler Clandestina Hareketi, diğer adıyla “Kelebekler” örgütünün kurucularıydı. Mirabel kardeşler olarak bilinen üç kadın tarafından kurulan bu örgüt, Trujillo hükümetine ve faşizme karşı verdikleri eşitlik ve özgürlük mücadelesi ile diktatörlüğün devrilmesini sağlamıştır. Üç kız kardeşi tehlikeli ilan eden diktatörlük, tüm şiddet yöntemlerini kullanarak mücadeleyi bastırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.

Çözümü üç kadını katletmekte buldu. Üç kadının, üç kız kardeşin ölümü halk hareketini yarattı. Halk, Mirabel kardeşlere sahip çıkarak isyan başlattı. Ve bu direnişten bir yıl sonra Trujillo diktatörlüğü yıkıldı. Devletin ve erkeğin şiddetine maruz kalan üç kadın Mirabel kardeşler, faşizme karşı tarih yazdılar. Bu Tarihin adı 25 Kasım oldu ve dünyaya duyuruldu. 1981 yılında Kolombiya’da toplanan Latin Amerikalı ve Karayipli Kadınlar Kongresinde, Mirabel kardeşlerin anısına 25 Kasım, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan edildi.

Her kıtada kadınlar devlet ve erkek şiddetine karşı mücadele etmeye devam ediyorlar. Kadına ve kız çocuklarına karşı uygulanan şiddet ve işlenen cinayetler cins kırımına dönüşmüş durumda. Şiddet psikolojik, antropolojik, sosyal yapı ve döneme göre farklılıklar gösteren bir davranış ya da kavram olsa da insanlığın varoluşundan bugüne yaşadığı bir sorun haline gelmiş toplumsal bir olgudur. Yaşandığı anda bıraktığı sosyal, ekonomik ve özellikle de psikolojik sonuçları hem yaşadığımız ülkelerde hem de dünya da özellikle de kadına yönelik uç boyutlara ulaşarak adeta kadın kırımına yol açmıştır.

Şiddetin bir toplumda karşılık bulmasının bir sebebini kültürel normlar olarak görebiliriz. Toplumun kültürü olarak günümüzde de devam eden çocukları terbiye amaçlı şiddet biçimleri, yine kültürümüz savunusuyla yapılan kadın sünnetleri bu bakış açılarıyla kendilerine alan bulmaktadır.

Daha somut ifade edersek: Şiddet tarafların aralarındaki uzlaşmazlıkları, kendi çıkarlarını savunur biçimde çözümlemek amacıyla başvurdukları her türlü yöntemi içerir. Bu durum kadın somutunda ele alındığında, kadının mal ve canına yönelen özellikle de yaşam kalitesini düşüren ve en uç noktada ise onu yaşamdan koparan bir hal alır. Genel anlamda ise şiddet, egemen zihniyetler tarafından kitlelere uygulanır. Baskı, savaş, ırkçılık, ayrımcılık ve ekonomik yaptırımlarla kitleler pasifize edilir veya göçe zorlanır ve yaşamdan koparılırlar.

Kadına yönelik şiddeti biraz daha özgün ele alırsak, yeri geldiğinde kadının sosyal ve ekonomik statüsünün de bir işe yaramadığını ve her türlü şiddete maruz kaldığını görüyoruz. Ekonomik, psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet diye tanımladığımız şiddetin hiçbir coğrafya tanımadan, tüm kadınlara yönelik olduğu ortada. Dört sınıfa ayırsak da bu şiddet türlerinin tümü birbirleriyle bağlantılı ya da biri diğerini üretebiliyor. Örneğin ekonomik, cinsel veya fiziksel şiddet mutlaka psikolojik şiddeti doğuruyor. Çünkü ekonomik anlamda mağdur bırakılan kadının, psikolojik açıdan yaşama nasıl tutunacağını bilememesinin çaresizliğiyle hayat çekilmez hale geliyor. Zaten yapılmak istenen de kadını muhtaç hale getirip erkeğin gölgesi altında kalmasını sağlamaktır. Cinsel ve fiziksel şiddetin de insanı psikolojik açıdan nasıl yaraladığını anlatmaya gerek yok…

Medya aracılığıyla yaratılan kadına dair çarpık algı kamusal ve özel alana yayılıyor

İçinde bulunduğumuz Kasım ayı vesilesiyle günümüz somutunda bakarsak, her sene olduğu gibi bu yıl da bütün resmî ağızlarca kadına karşı şiddet, kınanıyor, failler lanetleniyor. Ancak aynı resmî ve yetkili ağızlardan kadınlara uygulanan çok boyutlu şiddete karşı etkin önlemler alınması istendiğinde, bu haklı isteklerin sahibi kadınlar bizzat devlet şiddetine maruz kaldı; adeta kadın hareketleri ve mücadelesinin aktivistleri, kadınların can güvenliklerini koruyabilmek adına sürekli nöbet tutar hale geldi. Kadının bir erkeği ret edişi, dayatılan gelenekçiliğe karşı çıkması, özgür bir birey olarak yaşamını kurma isteği erkek tarafından akıl almaz yöntemlerle bastırılıyor. Gün geçmiyor ki kadına, LGBTİ+’lara karşı işlenmiş cinsel suçlar, şiddet, mobbing ve bir bütün olarak kadın kırımı haberleri ile karşılaşmayalım. Özellikle bugün Türkiye’de kadınların karşı karşıya kaldığı taciz, tecavüz vakaları ve maruz kaldıkları cins kırımı, erkek egemen zihniyet tarafından alkışlanan, örgütlü bir vaziyet almıştır.

Evde babanın, abinin, kocanın, mahallede “delikanlıların” kadına uyguladığı sosyal baskı bir tarafta, diğer tarafta egemenlerin ve devletin organize şiddeti yetmiyormuş gibi bugün artık yepyeni bir şiddet modeliyle yüz yüzeyiz: Sözüm ona kendilerini istemsiz bekarlar olarak nitelendiren bazı erkek müsveddeleri, sırf ilgilerine karşılık vermiyor diye bir kadını katledebiliyor ve bunu övünerek anlatabiliyor. Sosyal medya üzerinden geniş bir ağ oluşturan bu organizasyon (inceller) kullandığı nefret dili ile kadın cinayetlerini teşvik ediyor.

Öyle bir cins kırımı ve şiddet sarmalı içindeyiz ki kadınlar katledildikleriyle kalmıyor, cansız bedenleri sosyal medya mecralarında sergileniyor, katiller hem cinsleri tarafından alkışlanıyor, erkek egemen zihniyet tarafından cesaretlendiriliyor! Sosyal medyanın kirli arenasında kadına karşı şiddet teşvik ediliyor ve açıkça şiddet savunusu yapılıyorken hiçbir yaptırımla karşılaşmıyor. Yasalar her zamanki gibi erkeği korumaya devam ediyor. Kutsal aileyi koruyan iktidar, özgürlük talep eden kadınlara yapılan her saldırıyı cezasızlıkla destekliyor. Günlerce Narin cinayeti ile meşgul olduk. Günün sonunda ortada fail yok, delil yok. Bir aile profesyonelce cinayet işledi. Kızını öldürdü. Deliller bir devlet kurumu titizliğiyle yok edildi. Bir köy cinayet karşısında lal oldu. Bu yöntemi bir aile nereden öğrenir? Devletin işlediği tüm faili meçhul cinayetler, bir köyde kız çocuğunun öldürme ve delili yok etme deneyiminde vücut buldu. Yaratılmak istenen yeni toplum biçiminde aile, faili belli kadın-çocuk tecavüzleri ve cinayetlerinin örtbas edildiği bir kurum olarak dizayn ediliyor. Medya aracılığıyla yaratılan kadına dair çarpık algı kamusal ve özel alana yayılıyor.

Medya da ve eğitim kurumlarında kadına karşı şiddet dini sebeplerle meşrulaştırılıyor. “Sinen ve itaat eden kadın, edepli kadındır, makbul kadındır” algısı pompalanıyor. İtaat etmeyen kadın şiddeti hak ediyor mesajı veriliyor. “Kadının iş yaşamında veya eğitim hayatında yükselmesinin bir bedeli vardır” vurgusu normalleştiriliyor. İstanbul sözleşmesinden çıkılarak kadınlar yasalar karşısında yalnız bırakılıyor, bir erkeğe tabii olma veya muhtaç olma zorunluluğu dayatılıyor. Savaş coğrafyasında (özellikle Gazze, Lübnan, Kürdistan’da) kadın ve kız çocuklarının katli ve uğradıkları şiddet görünmez kılınıyor. Savaş ve şiddet gündemi hızla değiştiriliyor. Savaşın yarattığı devasa göçün ağır sonucu yine göçmenlere yükleniyor. Kadınlar için, çocuklar için güvenilir bir dünya, güvenilir bir ülke ve yaşam arayışı devam ediyor.

Patriarka var olduğu sürece, eşitsizlik de var olamaya devam edecek

Kadınlar her 25 Kasım’da çağrılarını yeniliyorlar: Kadına karşı şiddetin önlenmesi için etkin önlemlerin alınması, kadın haklarının yasal güvenceye kavuşturulması, can güvenliğinin sağlanması için yaptırımların uygulanması talep ediliyor ki bu her insanın doğuştan sahip olduğu insani bir haktır. Bunun için İstanbul Sözleşmesi’nin tüm imzacı ülkelerde uygulanması için mücadeleyi genişletmek, kadın perspektifi ile geniş platformlar yaratma mücadelesi devam ediyor ve kadınların bütün talepleri bir karşılık bulana kadar devam edecek.

Kadınların maruz kaldığı saldırıları yazarken nefesimiz kesiliyor. Bütün bunlara rağmen kadın mücadelesi daha da güçlenerek sınırları aşıyor. Mücadele, karşıtlığını da yaratıyor. Kadınlar artık yaşamın her alanına müdahale etmeye, değiştirmeye ve güçlü kadın ağları kurmaya yöneliyor. Bu özgür, örgütlü mücadele hali erkek egemen sistemi, erkeği ve iktidarı daha da rahatsız ediyor. Sistemi her aşamada yeniden besleyen patriarka, kadın mücadelesinin hedefi içerisindedir. Kadını, ahlak, namus ve din tehdidi ile baskılayan bu anlayış, içinde olduğu sistemi de güçlendiriyor. Bundan dolayı kadın örgütleri, patriarkal kapitalist sisteme karşı mücadeleyi hedeflerken sadece erkek şiddetini değil kapitalist sistemin yarattığı/ beslediği kadına yönelik tüm şiddet ve iktidar biçimine karşı da mücadeleyi örgütlüyor. Kadınlar ve kadın hareketleri, kadın sorununun çözümünde öznenin yine kadın olduğu bilincini mücadele ve kazanılmış deneyimlerle kadınlara ulaştırmaya çalışıyor.

Kadın mücadelesi sadece bir hak alma mücadelesi ile sınırlı değildir. Devlet ve erkek şiddeti azaldığında, mücadele bitmiş olmuyor. Patriarka var olduğu sürece, eşitsizlik de var olamaya devam edecek. Yaşanabilir güvenli bir ev, iş yeri, sokak, şehir, ülke her kadının hakkıdır. Bu şiddet sarmalı ancak kadınların örgütlü mücadelesi ve dayanışması ile aşılabilir. Bunun için kadın hareketleri ve kadın mücadelesi oldukça değerli ve önemli bir yerde duruyor.

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler