Sanatından sözederken bunu demeyi ihmal etmemeliyiz sanki. Çünkü hücumları, kutlamaları, umudu ve sevgisi hep taraflı. Zaman zaman nükseden bir şey değil bu. Bildiğim 50 yıldır böyle.
Çok yönlü. Resim, şiir, roman, heykel yapıyor. Siyaset ve edebiyat yazıyor. En son elime ‘Kürt Edebiyatından Portreler’ kitabı geçti. Bilmediğim çok isim olduğunu farkettim. Bunları ne zaman yazıyor, resimleri ne zaman yapıyor ne ara yemek yiyor ne ara uyuyor bilmiyorum, şaşkınım doğrusu.
Ben en çok resimlerini ve dilini seviyorum. Bana kalırsa dili, ifade kapasitesinin son sınırlarına gidebiliyor, en dar nüans aralıklarına kadar inebiliyor. Gıpta ediyorum. Demek ki yapıp ettiklerinin yanında herhalde benim 10 katım da okuyordur.
Sanatı hakkında sanat eleştirmenleri konuşur elbette. Ben sadece hissettiklerimi yazıyorum, söylüyorum. Birkaç kez de yazdım. Madenci resimleri sergisinden de aynı izlenimlerle döndüm. Mağara resmi dedim. Papirus dedim. Bu fikirdeyim. Fakat bunu, sadece biçimden – biçemden, andırmadan hareketle söylemediğimi belirteyim. Nasıl ki bugünde bakılınca mağara duvarlarında keşfedilen o kaba saba çizgilerden herhangi bir medeniyetin toplam analizi yapılabiliyorsa, Oruçoğlu’nun resimleri de muazzam zenginlikte hikayeler anlatabiliyor. Beş-on bin yıl önce kayalara resim çizen insan belki araçtan, beceriden yoksundu ama anlatılmamış, anlatılamamış hikayesi muhtemelen bizimkinden daha çoktu. Hayal edilebilir aslında. Dünya kadar sözün var ama sadece birkaç çizgide söyleyebileceksiniz. Bakılışta o kaba saba çizgilerin neden gökler dolusu anlam taşıdığını açıklayan şey bu olsa gerektir. Oruçoğlu da bana kalırsa hala bütün sözünü söyleyememiş olmanın sıkıntısını yaşıyor. Her resmine epeyce bir söz sığdırıp, kendini sağlatıyor sanki. Değinmediği ya da yeterince değinmediği bir açık söz yeri kalmasın derdinde sanki.
Ben onun resimlerine bakarken, resmin de bana baktığını, tarihteki bazı çile, direniş, barış, kavuşma, sitem, kahır anlarını söyleyen belli belirsiz, gaip sesler işittiğimi söyleyebilirim. Ama daha önemlisi onun “mağara resmi” bazı sosyal bilimcilerin, antropologların “gelecekteki ilkel” diye anlattığı şey olabilir. Yaşamsal olmayan her şeyin çöpe atıldığı bir “ilkel” gelecek.
Oruçoğlu’nun yazarken, çizerken, boyarken düşündüğünü sanıyorum. Bu pratikler iyi birer tartışma alanıdır. Çok çalıştığı için çok da düşünüyor. Düşüncede ilerliyor, derinleşiyor. Derinleştikçe de alçak, fesat bildiğimiz kimselerin kalbinde dahi çiçek yerleri olduğu fikrini, umudunu büyütüyor. Kalan bütün kir ise sömürüden, sınıflılıktan, mülkiyetten geliyor. Düşüncesinin gücü ve genişliği bir insanlık halayını taşıyabilecek kadar sağlam görünüyor.
Resimlerinde hayvanla insanın çizgileri aynılaşıyor, karışıyor, birbirinin içine uzuyor. Belli ki günün sonunda barış istiyor. Figürlerindeki çarpıklık ifade barizliği sağlıyor. Hem muzip, mukallit kişiliğini, hayat neşesini yansıtıyor hem de bütün tekâmülatıyla doğa sevgisini yansıtıyor. Resimlerinde kişiliksiz hayvan yok. Onlar da mukallit, aileden kimseler, sofrada yeri olan şahsiyetler.
Ona, “hadi, kendi yeryüzü sofranı kur” deseler, eşeği, keçiyi baş köşeye oturtacak; birinin kulağıyla, diğerinin sakalıyla dalga geçecek gibi görünüyor.