Felsefe tarihinin işi geçip gitmiş olanla değil canlı olanla, şimdiyledir. Herhangi bir felsefeye yaklaşımımız, bir olumlu yan bir de olumsuz yan içermelidir. Ancak o zaman bir felsefenin hakkını vermiş olabiliriz. En eski felsefeler en yoksul ve en soyut olanlardır. Bu nedenle onlarda daha derin bir bilinçten kaynaklanan belirlenimlere gerek duymamalıyız, böyle belirlenimler aramamalıyız.
En son, en yeni, en modern felsefe en somut, en gelişmiş, en zengin ve en derin felsefedir. Felsefe, zihnin kendisine dair düşüncesidir ve dolayısıyla da onun belirli bir temel içeriğidir. Her felsefe kendi zamanının felsefesidir. Bütün tarihsel gelişim süreci içinde her bir yeni felsefe eskisinin üzerine gelen bir halkadır ve bu nedenle de ancak kendi tikel dönemine ait ilgiler açısından doyum sağlayabilir.
Öznellikle nesnellik arasındaki karşıtlık Platon’un çağında henüz gündeme gelmemiştir. “Ben”in kendi içindeki bağımsızlığı ve kendi için varlığı “Ben”e yabancıdır. İnsan henüz kendi içine geri gitmemiş, henüz kendisini kendi için ortaya koymamıştır. Bu nedenle Platon’un devlet felsefesinde nesnel ve tarihsel olana öznel anlamlar yüklenmiştir. Platon felsefesinde köle köle olarak efendi efendi olarak olumlanmış ve ideal bir köleci toplum modeli ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Bireysel zihin ilk defa Hristiyanlık felsefesi üzerinden gerçek, sonsuz ve mutlak değere yönelmiştir. Hristiyanlık inancında tanrı tüm insanların kurtarılmasını istemektedir. Tüm insanların tanrı önünde eşit olduğu öğretisi Hristiyanlık dininde geliştirilmiştir. Çünkü, İsa Hristiyanlığın özgürlüğüyle onları özgür kılmıştır. Özgür olmak tam da insan ideasını oluşturur. Bu var olan ilkenin duygusu yüzyıllarca etkin bir kuvvet olarak devrimlere yol açmış, itici bir güç olmuştur. Fakat, insanın doğal özgürlüğünün kavranışı ve bilgisi, onun kendine dair bilgisidir ki eski değil yenidir.
Belli bir çağın zihinsel düşüncesi ve kavrayışı olarak felsefe ne kadar apriori olursa olsun gerçekte aynı zamanda sonuçtur. Çünkü düşünce üretilmiştir, yaşam ve eylem de kendilerini üretmek için üretirler. Bu etkinlik de özsel bir olumsuzlama öğesi içerir. Zira, üretmek aynı zamanda yok etmektir. Kendini üreten felsefe başlangıç olarak doğal olanı alır ki amacı, yine onu fethetmektir.
Felsefe, çağın tinidir. Tarih ise yabancılaşmış zamanın tinidir. Çok çeşitli bütün, ona tek bir merkezde kendini bilen kavramda yansır. Bunun içindir ki felsefenin işi her çağa özgü yabancılaşma sorununu nedenleriyle birlikte ortaya koymak olmalıdır.
İnsanlar belirli çağlarda yalnızca genel anlamıyla felsefe yapmazlar. Çünkü bir halkın içinde doğan belli belirli bir felsefe söz konusudur ve düşüncenin duruş noktasının belirli karakteri, halkın tininin tüm diğer yanlarına yayılan, onlarla son derece yakından ilişkili olan ve temellerini oluşturan aynı karakterdir. Bir felsefenin tikel formu, o nedenle içinde ortaya çıktığı halkın anayasasıyla, kurumları ve hükümet biçimiyle, ahlakıyla, toplumsal yaşamıyla, halleriyle, yetenekleri, gelenekleriyle çağdaştır. Felsefe içerik bakımından çağını aşamıyorsa da form bakımından aşabilmektedir.
Felsefe tarihi üç bölüme ayrılabilir.
1. Mitoloji ve dine dayalı felsefe
2. Metafiziğe dayalı felsefe
3. Bilime dayalı felsefe
Dinin belirmesi felsefenin ortaya çıkmasını önceller. Felsefe, dinin başlangıcını ve bilgi tarzını gerekçelendirmesini ister. Bu nedenle modern felsefe dine karşıtlık içinde kendini kurmuştur. Kendinde ve kendi için olanın evrensel içerik olarak ilk defa felsefeye ait olduğu form düşüncenin formudur, bizzat evrenselin formudur.
Zihin, zihin olduğu içindir ki gerçekten bilinç olarak vardır. Yalınlığı içinde, kendi içinde sınırlı olan kendine nesnel olmalı ve bilmeye başlamalıdır. Tüm farklılık bu nesnelliğin tarz ve yönteminde, dolayısıyla da bilincin tarz ve yönteminde yatar. Dini bir taş, salt bir maden, kısacası nesnellik arzusunun ilk defa bağlandığı ne varsa bilinebilir ve sanki bilinç için mevcut olan formunu, özelliğini, belirli karakter ve içeriğini sanattan alır. Sanat böylece halkın öğretmeni olmuştur.
Örneğin; Yunan mitinde Homeros, Hesiodos aracılığıyla dinin bilinci, daha ziyade düşünen imgelemin veya yalnızca imgelem vasıtasıyla kavrayan ve onun formunda ifade bulan düşüncenin ürünüdür. Eğer sonsuz düşünce, mutlak zihin kendini gerçek dinde bildirmişse ve bildiriyorsa içinde kendini bildiği şey yüksektir, sonlunun tasarlayan bilinci ve anlağıdır. Ne var ki her tasarım tarihseldir.
Kavramda, bir yandan zihnin mutlak varlığı olarak zihne gelip onu en içinden etkileyen, bir yanıt bulan ve böylelikle de teyit edilmiş olan içeriğin tözsel temeli söz konusudur. Kavrama için gerekli olan birinci mutlak koşul budur. Zihin sonludur. Sonlu kavramların alanıdır. Pozitif din ise hakikatlerin kaynağını bildirmeksizin var olduğunu iddia eder. Öyle ki dinlerdeki verili içerik aklın üstünde ve ötesindedir.
Kavram, geçmiş zamana ya da şimdiki zamana aittir. Oysa, duyum ve duygu tüm zamanlara aittir. Ama ancak şimdiki zamanın kavramlarıyla ifade edilebilir. Dinen şehitlik, bu içsel kıpırtı ve özbilinç, takvanın örtülü bilincidir ki bir nesnenin gerçek bilincinde değil de yalnızca mutlak varlığa gömülmenin bilincinde ulaştığı zaman kendini açığa vurmaktadır. Bu yayılan ve yayılmış olan Tin, şimdi kavrayışa dahil olur. Tanrı başkasına geçer ve kendisini nesnel kılar. Çünkü zihin kendi dışını içsel kavrama dönüştürmektedir. Kendi dışındaki ötekiyle hem özdeş ve hem de bir yabancılaşma ilişkisi içinde, dış dünyayı olduğu kadar dinsel inancı da böyle kavramaktadır.
Salt insan aklından ve salt aklın sınırlarından söz eden kişi Tin’en yalan söylemektedir. Çünkü, sonsuz ve evrensel olan, kendini- kavrama olan Tin, kendini ne sınırlar içinde ne de genel olarak sonlu içinde bir “salt olarak” kavrar. Onun bununla hiçbir alakası yoktur. Zira, o bunu bizzat kendi içerisine, sonsuzluğunda kavramaktadır.
Hegel’in burada ifade etmek istediği düşünceyi biraz açmak gerekirse, örneğin; doğanın ontolojisinin, belirli toplum biçimlerinin üretim ilişkileriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Ama doğanın ontolojisini belirli üretim ilişkileriyle ilişkili hale getiren geçici bir süreç olarak tarihtir.
Realitenin kendisi reel bir içeriktir, içerikten yoksun ve belirlenimiz değildir. Realite bir soyutlama olmayıp bizzat Tin olduğu için “tanrı ölüler için değil, yaşayanlar için bir tanrıdır.” Din, felsefeyle ortak bir içeriğe sahiptir ve yalnızca formları farklıdır. Dinin gizemleri, doğaları, gerekleri spekülatiftir. Anlağa göre elbette gizemlidirler ama akla göre değil. Tam da spekülatif olma anlamında rastgeledirler. Anlak somuttan ibaret olan spekülatifi kavramaz. Çünkü, farklılıklara ayrımları içinde yapışır kalır. Dinin çelişkileri gerçekten de gizemde kapsanır. Gel gelelim gizem, keza, bu çelişkilerin çözümüdür de. Rasyonalizm, içerik ve form bakımından felsefeye karşıttır. Çünkü o, göklere de yapmış olduğu gibi var olan her şeyi sonlu ilişkilere indirgemiştir. Oysa din, sonsuz olanın alanındadır. Aklın kapıları ise cehennemin kapılarından daha güçlüdür!
Mitoloji gerçekten de imgelemin bir ürünüdür. Ama mitolojinin esas hacmi gerçekliği nesnesi haline getiren, fakat bunu yapmak için de duyusal tasarımdan başka hiçbir aracı bulunmayan aklın eseridir mitler. Öyle ki tanrılar mitlerde kendilerini insan kılığında gösterirler. Mitoloji somut için incelenebilir, falan filan gibi… Fakat, nasıl ki doğada akıl aranıyorsa, düşünen zihnin de tözsel içeriği, orada örtük olarak kapsanan tözsel içeriği ve teoriyi arayıp bulmalıdır. Bununla birlikte, mitolojinin felsefe tarihinin dışında kalması gerekiyor. Bunun sebebi, felsefede işimizin genel olarak teoremlerle şu ya da bu tikel formda implicite içerilen düşüncelerle değil, belirtik düşüncelerle olduğu olgusunda yatıyor.
Dinde örtük (implicite) kapsanan teoriler bizi ilgilendirmiyor. Bunların düşünce formunda olması gerekiyor. Çünkü, ideanın mutlak formu yalnızca düşüncedir. Mitler, düşünce formuna çok yaklaşır. Salt imge ya da sembol değildirler. Gel gelelim bu mitler yine de felsefeyi ilgilendirmez. Bütün dinlerde form ve düşünce arasındaki bu salınım söz konusudur ve böyle bir bileşim yine de felsefenin dışında yatmaktadır. Düşünce, kendi kendisi içeresinde ve kendi ögesinde varoluşsal yeterli bir güce kavuştuğunda mit, felsefeyi ilerletmeyen gereksiz bir süs haline gelir. Bununla birlikte, Platon gibi kimi filozoflar kendi felsefelerini temellendirmede mitlerden yararlanmışlardır.