Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

12 Eylül’ün Evladı YÖK ve Görevlerimiz

Gerçek anlamda özgür, demokratik, parasız, toplumun yararına bilimsel eğitim veren üniversiteler ancak sosyalist devrimle mümkündür. Politik iktidarı hedefine koymayan hiçbir güç tam anlamıyla hedefine de varamayacaktır.

1982 Anayasası’nın darbe anayasası olduğu gerekçesiyle yeni anayasa tartışmalarının sıcak gündem olduğu şu günlerde Yüksek Öğretim Kurumu’nun kuruluş yıldönümü vesilesiyle tekrardan değinmek daha bir anlamlı olacaktır. Öyle ya, kuruluşundan bu yana her gelen siyasi iktidarın kapatma vaatlerini “unutturarak” sürdürmekte ısrarcı olduğu; daha da kurumsallaşmasını, üniversiteler üzerinde adeta bir çekiç misali konmasını yegâne amaç haline getirdiği bir kurum olmuştur. 2002 yılında iktidara gelen AKP iktidarı da kendinden öncekiler gibi kapatma vaadinde bulunmuş, ancak daha sonrasında YÖK karşıtı kesimlerin de desteğini kendi hanesinde toplamak üzere Yükseköğrenim Eşgüdüm Kurulu (YEK) gibi biçimsel değişiklikleri esas alan, özde bir şey değiştirmeyen ara formüllerle süreci götürmeyi tasavvur etmiştir. Elbette bu fikriyata YÖK üzerindeki kendi yaptırım güçlerini kaybetmek istemeyen Kemalistler şiddetle karşı çıkmışlardır. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki tüm bu şiddetli tartışmalara rağmen uzlaştıkları tek bir nokta vardı: YÖK veya türevi bir kurumun devam ettirilmesi…

Burjuvazinin tüm kesimlerinin aralarındaki ayrılıklara rağmen üniversiteleri kendi denetimde tutmak istemelerinin temel sebebi; gençliğin dinamizmini kontrol altında tutmak, ilgisini-yönelimini başka alanlara çekmek… Dolayısıyla sonda söyleyeceğimizi başta söylemiş olalım, burjuvazi iktidarda olduğu sürece YÖK ya da başka biçimlerde karşımıza çıkabilecek kurumsal yapılara sürekli ihtiyaç duyacaktır; bundan mütevellit gençlik olarak tüm reform taleplerimizi politik iktidar perspektifiyle birleştirmemiz kaçınılmaz olandır. Gerçek anlamda özgür üniversiteler ancak burjuvazinin politik iktidarının alaşağı edilmesiyle, yani sosyalist devrimle mümkündür!

1970 yılı sonlarında içine düşülen ekonomik kriz kapitalist sistemin restorasyonunu beraberinde getiriyordu. O dönemde, dünya çapında hızla yaygınlaşan neoliberalizm, piyasanın serbest işleyişini, devletin ekonomideki rolünün küçültülmesini ve özelleştirmelerin hızlandırılmasını savunuyordu. Dolayısıyla o yıllarda hızla yaygınlaşmakta olan neoliberal politikaları hayata geçirmek için, yükselen devrimci durum da göz önünde bulundurularak, 12 Eylül 1980’de askeri faşist bir darbe tertiplendi. Çünkü sermayedarlar çok iyi biliyorlar ki; toplumsal muhalefet ve özde işçi sınıfının kabaran öfkesi susturulmadan bu politikaların hayata geçirilmesi mümkün değildi. Her ne kadar Vehbi Koç’un darbeden 21 gün sonra azılı faşist Kenan Evren’e yazdığı “Emrinize amadeyim” içerikli mektup kamuoyuna verilmiş olsa da Rahmi Koç’un “12 Eylül harekâtından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ve yönetmelik çıkartmak için aylar geçmesini gerektiriyordu” itirafı ve yine dönemin İzmir Ticaret Odası Başkanı Dündar Soyer’in “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak kararlarının sonucu çok dehşet verici bir tablo olurdu. Bu uygulamalara 12 Eylül kararları mı demek lazım, 24 Ocak kararları mı bilemem” şeklinde yorumlayışı, “emrinize amadeyim”lere rağmen sermayenin darbenin ana komuta merkezinde olduğunu çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.

68 Gençlik Hareketi ve 71 Devrimci Çıkışı ciddi anlamda tehdit olarak görülüyordu

Toplumsal muhalefeti susturmak ve işçi sınıfı üzerinde ağır bir baskı kurmak dolayısıyla iktidara gelen askeri faşist cunta; geldiği andan itibaren sendikaları kapatmış, grevleri yasaklamış, tabir yerindeyse Kemalist ideolojiye bağlılığı gereği ses çıkaran tüm kesimlerin kafasını ezmiştir. Bu pratiklerinin önemli sacayaklarından birini de yükseköğrenim kurumlarına dair yaptırımlar oluşturuyordu. 68 Gençlik Hareketi ve 71 Devrimci Çıkışı’nın üniversitelerde atmış olduğu tohumlar ardılları tarafından da sahipleniliyor, bilginin pratikle birleştirilmesi dolayısıyla yalnızca eğitim ve öğrenciliğin sorunlarıyla ilgilenmeyen aynı zamanda yükselen işçi sınıfı hareketiyle birlikte emperyalizme, kapitalizme karşı örgütlenip mücadele eden bir siyasal öğrenci hareketi ciddi anlamda tehdit olarak algılanıyor, üniversiteler “anarşi” yuvaları olarak görülüyordu.

Askeri faşist cunta daha iktidarı almasının 7. gününde (yani 19 Eylül 1980’de) 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nu değiştiren 2301 sayılı yasa ile diğer kamu işçileri üzerinde olan gerekçesiz atma yetkisini üniversite öğretim görevlileriyle genişletiyordu. 1 yıl boyunca 1402 sayılı Kanun’a dayanarak yapılan tasfiye işlemi 6 Kasım 1981 tarihinde çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulan YÖK ile devam edecekti.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na göre “Rektörlerin disiplin işlemlerini kovuşturmak ve karara bağlamak, öğretim elemanlarından bu kanunda öngörülen görevleri yerine getirmekte yetersizliği görülenler ile bu kanunla belirlenen yükseköğretimin amaç, ana ilkeleri ve öngördüğü düzene aykırı harekette bulunanları rektörün önerisi üzerine veya doğrudan, normal usulüne göre, yükseköğretim kurumları ile ilişkilerini kesmek veya denenmek üzere başka bir yükseköğretim kurumuna atamak” ve “Yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan, kurumların sükûn, huzur ve çalışma düzenini bozan, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılan, bunları teşvik ve tahrik eden, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz eden veya saygı dışı davranışlarda bulunan ve anarşik veya ideolojik olaylara katılan veya bu olayları tahrik ve teşvik eden öğrencilere” diye devam eden madde ile öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin uzaklaştırılması veyahut okuldan atılması hakkı, 1402 sayılı Kanun’dan daha geniş yetkiler ile devralınmış oldu. Bu geniş yetkiler devralındığı günden günümüze kadar da gerek YÖK gerekse Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılan kararnamelerle cömertçe kullanıldı.

İlk adım olarak üniversiteleri “temizleyen” egemenler sonraki kuşakların ise ayaklarına bağ(!) olmaması için çareyi gençlik profilini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmekte buldu ve “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, T.C. devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” gençlik yetiştirmek üzere üniversiteleri yeniden dizayn etti. Neoliberal politikaların toplumsal yansıması olan bireyci, rekabetçi, paylaşmayı bilmeyen, devrimci düşüncelerden uzak bir nesil yetiştirilmek istendi.

Gençliği kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek isteyen egemenler, üniversiteleri neoliberal politikaların birer laboratuvarı haline getirdi. Eğitimi devletin ve sermayenin kontrolü altına almanın en etkili aracı olarak YÖK yalnızca akademik özgürlüğü ve bilimsel eğitimi sınırlamakla kalmadı, aynı zamanda üniversiteleri neoliberal politikaların ihtiyaçlarına uygun şekilde şekillendirmenin de kapılarını araladı.

Her yıl binlerce yeni mezun, iş piyasasında hiçbir karşılığı olmayan diplomalarla işsizler kervanına katıldı

Eğitimin metalaşması, üniversitelerde paralı eğitimin yaygınlaşmasıyla hızlandı. Özellikle ikinci öğretim, yaz okulları, yüksek harçlar ve döner sermaye gibi uygulamalar; üniversitelere gelir sağlayan bir sistemi beraberinde getirdi. Bu sistem, devletin eğitime ayırdığı kaynakların azalmasıyla birleşti ve üniversiteler, kendi kaynaklarını yaratmak zorunda kaldı. Artık öğrenciler, üniversiteler için birer müşteri haline geldiler. Bu durum, üniversitelerdeki şimdiye nazaran daha iyi durumda olan eğitim anlayışını temelden değiştirdi; bilgi, toplumun ortak yararına değil, sermayenin çıkarlarına hizmet edecek bir meta haline geldi. Özellikle emekçi ailelerin çocukları, üniversiteye gitmek için ailelerinin tüm birikimlerini harcamak zorunda kalırken, mezuniyet sonrasında iş bulamamak bir trajediye dönüştü. Her yıl binlerce yeni mezun, iş piyasasında hiçbir karşılığı olmayan diplomalarla işsizler kervanına katıldı. Örneğin, bir yılda ülkenin ihtiyaç duyduğu inşaat mühendisleri sayısı 500 ise, bu rakamın dört katı yani 2000 inşaat mühendisliği mezunu veriliyor. Benzer şekilde, ihtiyaç 500 mimar iken 3000 mimar mezun ediliyor; öğretmenlik, mühendislik, sağlık ve diğer birçok alanda mezun sayısıyla iş olanakları arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurum öğrenim sırasında çekilen kredi ve türlü borçlar ile birleşince ne yazık ki tablo daha bir vahim olabiliyor.

Neoliberal politikaların üniversitelerde kök salması, özel üniversitelerin yükselişiyle daha da belirginleşti. Bu süreçte, İhsan Doğramacı’nın hem YÖK’ün ilk başkanı olması hem de Türkiye’nin ilk özel üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi’nin kurucusu olması, eğitimin özelleştirilmesi ve sermayenin hizmetine sunulmasının sembolik bir göstergesi oldu. Özel üniversitelerin yükselişiyle devlet üniversitelerine ayrılan ödenekler giderek azalırken, özel üniversiteler devlet desteğiyle büyütüldü ve bu süreçte eğitimde eşitsizlikler daha da derinleşti.

Tekrar söylemek gerekirse YÖK, sadece akademik denetimin aracı olarak değil, aynı zamanda üniversiteleri sermayenin ideolojik hegemonyası altına sokmanın bir aracı olarak da işlev gördü. Eğitim sisteminin bireyciliği, rekabeti ve piyasa odaklı değerleri teşvik eden bir yapıya dönüşmesi; üniversitelerde antiemperyalist, antikapitalist örgütlü mücadeleyi zayıflatmayı ve ev ile okul arasında mekik dokuyan bir gençlik yaratmayı hedefledi. Ancak tüm bu kuşatılmışlığa rağmen gençlik, YÖK’ün ve neoliberal politikaların dayattığı bu düzene karşı yıllar boyunca direnişi sürdürdü ve burjuvazinin tüm bu sistemli saldırılarına karşın amfileri, okul bahçelerini, sokakları kendine kürsü eyledi, her fırsatta barikat başına geçmeyi, barikatları tutuşturmayı görev bildi.

6 Kasım: Gençliğin en kitlesel ve militan eylemlerinin tarihi

6 Kasım 1981’de YÖK kurulduğundan itibaren gençliğin en kitlesel ve militan eylemlerini tetikleyen en büyük etken oldu. Özellikle 1990’lı yıllarda üniversitelerde süren işgal, protesto vb. kitlesel eylemler 2000’li yıllara gelindiğinde kampüs sınırlarını aşmış sokaklara taşmıştı. Her seferinde uygulanan polis terörü, gözaltı ve tutuklama saldırıları gençliğin mücadelesinden bir şey koparmamış tam tersi, tabir yerindeyse bir kamçı görevi görmüştür. Gençlik her saldırıya daha örgütlü daha militan bir çıkışla karşı koymuştur. Tüm tasfiye saldırılarına karşın pozisyonunu korumuş, sistemden daha bilinçli bir kopuş gerçekleştirmiştir.

2000’li yılların başlarında AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber neoliberal politikaların daha da derinleştirildiği bir dönemdi. “Her şehre bir üniversite” sloganıyla üniversite açmak için içi boş, 7-8 katlı bir binayı yeterli gören AKP; nitelikli akademik yapıdan ve yeterli altyapıdan yoksun olarak üniversiteleri tam da neoliberal politikalar doğrultusunda vasıfsız, ucuz iş gücü üreten; öğrenci öğüten birer ticarethaneler haline getirdi. Üniversitelerin sermayenin ihtiyaçlarına göre dizaynının hız kazandığı bu dönemde; gençliğin içi boşaltılmış eğitime karşı “Parasız, Ana Dilde, Bilimsel Eğitim İstiyoruz” şiarıyla başlatmış olduğu kampanyalar döneme damgasını vurmuştur. Bu slogan, sadece bir eğitim talebi değil, aynı zamanda sermaye düzenine karşı köklü bir başkaldırının da çağrısıydı. Çünkü neoliberalizm, eğitimi bir ayrıcalık ve meta haline getirirken, gençlik bu gidişata başkaldırarak, eğitimin kamusal bir hak olduğunu ve bu hakkın da ancak sermayenin yenilmesiyle tekrar elde edilebileceğini, dolayısıyla eylemlerini üniversite amfilerinden dışarılara taşırmış, ilmek ilmek bir mücadele örmüştür.

Eylemlerin sokaklara taşmasıyla kendisine her alanı kürsü eyleyen gençliğin eylemleri artık egemenlerin her an her yerde yüzüne çarpmaktaydı. Örnek verecek olursak: 2010 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılmış olduğu Roman Buluşması’nda 3 öğrenci “Parasız Eğitim İstiyoruz! Alacağız!” Gençlik Federasyonları imzalı pankart açmış; yaka paça, şiddetle gözaltına alınmış ve 19 ay bir fiil hapis yatmışlardı. Daha sonrasında görülen davada savcının “Anayasa sınırları içinde düşüncelerini açıkladılar” kanaatiyle beraatlarını istemelerine karşın, yeni atanan savcı “örgüt üyesi” oldukları gerekçesiyle 15’er yıl hapis istemesi sonucu öğrenciler 8,5’ar yıl hapis cezası almışlardı. Gençliğin derya deniz eylemlilikleri arasında sadece bir örnek olan bu eylem; bedel ödemeden devrimcilik yapılamayacağını, büyük kazanımların ancak büyük bedeller ödenerek kazanılabileceğini, burjuvazinin tekerine sokulan her çomağın karşılığının kendi yasalarını da askıya alan karşılıklarının olduğunu en net şekilde ortaya koymuştu.

2021’in başında, AKP hükümetinin Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak ataması, gençlik hareketinde büyük bir öfke dalgası yarattı. Bu atama, üniversitenin özerk yapısına yönelik açık bir saldırıydı ve öğrenci hareketinin hızla örgütlenmesine yol açtı. Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri, Bulu’nun atanmasına karşı direnişe geçti. Üniversite kampüsünde başlayan eylemler, hızla Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanına yayıldı. İktidarın en azgın şekilde kolluk kuvvetleriyle saldırdığı o günlerde, üniversitenin kapısına takılan kelepçe, gençliğin özerklik taleplerine vurulan zincirin sembolü haline geldi. Bu kelepçe, yalnızca Boğaziçi’nin kapısına değil, tüm hak arayışlarına; emek, adalet, kadın, ekoloji, gençlik, ezilen ulus-inanç vb. hepsine vurulmuş bir prangaydı.

Haziran Halk Ayaklanması, nasıl ki “üç-beş ağaç” meselesi değildiyse; Boğaziçi Direnişi de sadece bir rektör ataması meselesi değildi. Her iki mücadele de kapitalizme ve onun coğrafyamızdaki günümüz bekçilerine başkaldırıydı. Dolayısıyla, gençlik mücadelesinin de bu perspektifle ele alınması ve buna uygun örülmesi gerekmekte. Bugün yaşanan eğitim sorunları, üniversitelerdeki baskılar, barınma sorunu ve gençlerin ekonomik çıkmazları; kapitalizmin doğasında var olan çelişkilerin dışa vurumudur. Dolayısıyla tüm bu çelişkileri ortadan kaldırmak eğitim reformlarıyla mümkün değildir. Reformist talepler küçümsenmeden, tu kaka edilmeden, mücadelenin diğer toplumsal hareketlerle; kadın hareketi, ekoloji mücadelesi, ezilen inanç ve ulusların hak arayışları, LGBTİ+’ların direnişi gibi ortak bir politik iktidar perspektifinde birleştirilmesi elzem olandır. Şu an devrimin koşulları sübjektif olarak hazır değil, ama objektif olarak hazır, dolayısıyla coğrafyamız adeta bir yangın yeridir. İşçi grevleri, kadınların militan sokak eylemlilikleri, ekolojik direnişler, hak arayışları ve gençliğin isyanları her köşede sürmektedir. Devrimi yapmak için objektif koşulların tek başına hazır olması elbette yeterli değildir. Ancak sübjektif koşulların da hazır olması, dolayısıyla devrim hedefiyle yatıp, devrim hedefiyle kalkmakla mümkündür!

Son sözü söylerken; gerçek anlamda özgür, demokratik, parasız, toplumun yararına bilimsel eğitim veren üniversiteler ancak sosyalist devrimle mümkündür. Politik iktidarı hedefine koymayan hiçbir güç tam anlamıyla hedefine de varamayacaktır. Dolayısıyla Engels’in “Bizde, devrimin partisinde, gençliğin ağır basması doğal değil mi? Biz geleceğin partisiyiz ve gelecek gençliğindir. Yenilikçilerin partisiyiz, gençlik ise yenilikçilere her zaman severek taraftarlık eder. Biz eskiye, çürümüşlüğe karşı amansız bir savaşın partisiyiz; amansız savaşta ise her zaman ve herkesten önce gençlik hazır olacaktır” sözlerine riayet ederekten belleğimizde biriken tecrübe ve deneyimleri gençliğimizle birleştirmenin tam zamanıdır. Devrim şehidi Aziz Güler’in dediği gibi “Ayakkabı bağcıklarımızı sıkı bağlamalı, saatlerimizi devrime ayarlamalıyız!”

Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler