Her insan bir hikaye yaratıcısıdır, özellikle de kritik anlarda. Konuşmalarından niyetlerini ve kişiliklerini anlamaya çalıştığım sorgucular da öyle. Bunlar da sanırım benim gibi birlikte yürütüyorlardı siyasetle edebiyatı. İlk 15 gün içinde, ekip çabasıyla bir hikaye yaratmak istiyorlardı. Tüm halkın okuyacağı bir hikaye. Ekspertiz raporlarından, patlama yerlerinde buldukları patlamamış bir bombanın üzerindeki TİKKO yazısından, teneke ve lehim parçalarından, kesilmiş demir şarapnellerden, yine patlama yerlerinde dağıtılan, üç renkli, resimli ihtar ilanlarından söz ediyorlardı. “Bizi, sekiz yerde patlattığınız o bombaların imal edildiği yere götüreceksin.” “Bizi basım işlerinin yapıldığı yere ve saklanan silahlara götüreceksin,” diyorlardı. Yaratacakları hikaye, askeri rejimin zaman zaman halka gösterip anlattığı bir hikayeydi. Rejimin, kendi kalış süresini uzatmasının gerekçelerinden birisi olacaktı bu aynı zamanda. Hikayenin biçimi belliydi. Baş kahramanı ben olacaktım. Yani masanın kıyısına beni dikeceklerdi. Ele vereceğim malzemeleri önüme dizeceklerdi. Neydi bunlar? Gorcan köyünden sırtlayıp Düzgün Dağın’ına getirdiğimiz teksir makinası, sonradan getirilen daktilo, tokyo lastiklerinden basım için günlerce hazırladığımız yazı ve resim klişeleri, baskı malzemeleri, kırma tüfek ile Pülümür’ün Altınhüseyin’inden getirdiğimiz tek mermili Rus mavzeri ve bomba malzemeleri, yani demir kesme makası, lehim takımı, kırmızı dinamitler, fünyeler, fitiller, kitaplar, parti belgeleri vs… Hazırlanan masaya, Hürriyet ve Günaydın başta olmak üzere basın çağrılacak, Dersim dağlarında ele geçirilen malzemeler gösterilecekti. Kontr-gerilla, yarattığı bu hikayeyle halka bir mesaj da vermiş olacaktı tabi. Bakın, bizden hiçbir şey kaçıp kurtulamıyor. Köstebekler gibi dağlara da yuvalansalar, onları tüm takım taklavatıyla açığa çıkarıyoruz.
İlk 15 günde bu hikayeyi gerçekleştirmek istemiş ama gerçekleştirememişlerdi. Akıl almaz işkenceler, tuzlu su içirmeler sonucunda dilim, yüzüm şişmiş, burun kemiğim kırılmış, zayıflamıştım. Beynim, kulaklarım uğulduyor, kalbim ağrıyor, konuşmaları tam anlayamıyordum. Her işkence seansından sonra beni sidik ve kanla ıslanan döşeğe yatırıyor, ayak ve kollarımdan zincirliyorlardı. Askı zincirlerinin çakılı olduğu köşenin zemininde kanlı, kokulu bir su göllenmişti. Acılar içinde bazen tavandaki lekeleri, sinek ve örümceği izliyor, bazen diğer odalardan gelen çığlıklar ile dışardan gelen asker marşlarını dinliyor, hayal kuruyor, düşünüyordum. Sorgucular anormal kötü adamlar mıydı, yoksa kötü işler yapan normal adamlar mıydı? Ben neydim? İyi bir adam mıydım? Yoksa, kötü işler yapıp buraya düşen bir adam mıydım? Düşünüyor, yaptığımız eylemleri gözden geçiriyordum tek tek. Dönem, bize göre imha değil, gerilla savaşına hazırlık ve ihtar dönemiydi. Halkın şikayetlerini dikkate alarak İhtar eylemlerine karar vermiş, bir yıl içinde Dersim, Karakoçan ve Siverek’te toplam on eylem gerçekleştirmiştik. İki sinek, arada bir nöbetleşe yüzüme konarak bana ceset duygusu yaşatıyor, örümcek ise köşeden beni efendice izliyordu. Burdan kurtulsam, “Örümceğin Günlüğü” adlı bir roman yazsam diye bir fikir yalayıp geçiyordu aklımı.
On eylemin dördüne katılmıştım. Zincirlerim ve acılarımla birlikte, her eylemin üzerinde düşünüyor, sorular soruyordum kendi kendime. Teğmen Fehmi Altınbilek’in evine neden bomba atılmıştı? Lise öğrencilerini, sizin dedeleriniz 1938’de benim bilmem neyimi öldürdü diye suçlayıp, baskı altına almasa, Kızıldere baskınına katılmış olmanın verdiği moral gücüyle mahallelerde ev basmasa, sivil istihbaratı örgütlemese o bomba atılır mıydı? Teğmen bombadan korkmamış, daha bir bilenmişti. Peki, Muhundu Karakol Başçavuşu’nun evinin boş odasına neden ihtar bombası atılmıştı? Fehmi’nin Mazgirt elemanlarından biri olduğu için mi? Bu Başçavuş, Kovancılar’ın Çiftlik köyünden radyoda sürekli adı anons edilerek aranan Yusuf Aslan’ı (asılan değil) gelen ihbarlar üzerine Mazgirt köylerinde arıyor, köylülere baskı yapıyordu. Bu pek de önemli değildi, askeri rejimin birçok başçavuşuna özgü bir durumdu. Bu Başçavuş, genç bir kadına sarkıntılık yapmasa, bir öğretmeni halkın gözü önünde çevire çevire dövmese o bomba bunun boş adasında patlar mıydı? Zincirlerimi kıpırdatıyor, düşünüyordum. Halk, Başçavuş’tan korkuyor, ısrarla bunun bölgeden gitmesini istiyordu. Halkın şikayet edeceği resmi bir merci de yoktu. Bizi gizli ve güçlü sanıyor, Başçavuş’u bize şikayet ediyordu. Biz ise gücümüz olmadığı halde, “Komünist Partisi bu dağlardadır, halk yalnız değildir,” izlenimini yaratmaya çalışıyorduk.
Bölgede gezinirken, korkan insanların ruh hallerini ve davranışlarını okuyor, notlar alıyor ama neden bir mağaraya çekilip bunları öykülere dönüştürerek halka okutmuyordum? Başçavuş, bombadan sonra tayinini istemiş ve gitmişti. Düşünüyor, anlıyordum. Çünkü boş odada patlayan bombanın demir parçaları duvarlara saplanmış, bir duvar hafif çatlamış, camlar tuz buz olmuş, adam korkmuştu. Korkunun da kendine özgü bir yolu vardı. Düşünüyordum. Kötü işler yapmamıştım. Askeri rejimin İki zalimi de Karakoçan’da vardı. Hem Karakoçan içinde,hem de köylerinde bunların yaptıkları anlatılıyordu. Dövülen, Kızılbaşlığından dolayı hakarete uğrayan, fişlenen insanlar…Bunları da ihtar ettik. Kaymakam eylemine ben de katıldım. Jandarma karakolunun yanında, beton bir evdi. Evin önüne, beton üzerine, bir kaç adım uzunlukta ince şerit halinde benzin döktük. Benzini tutuşturup aleve bir bomba bırakarak kaçtık. Bomba patladı. Şehrin ışıkları yandı (o zamanlar kazalar ışıklarını gece 12’den sonra söndürüyorlardı), köpekler havlamaya, bekçi düdükleri ötmeye başladı. Hikayeye konu olacak komik bir durum çıkmıştı ortaya. Kaçarken, sokak köpeklerinden biri Süleyman Yeşil’in paçasını kapmaya çalışıyor, Ali Haydar, “köpekler de bize karşı, işimiz zor,” diye gülüyordu.
Peki, Dersim Polis Karakolu’nu neden bir bombayla ihtar etmiştik? Bu karakol bizden önce, Pir Sultan Abdal oyununun yasak edilmesini barışçıl bir şekilde protesto eden halka ateş açıp bir kişiyi öldürmese, çok sonraları ise Kemal Burkay ve Gavur Ali başta olmak üzere birçok insanı dayaktan geçirip, askeri rejimin korku yayan bir merkezi haline gelmese, o ihtar bombası orda patlar mıydı?
Düşünüyordum. Parti, insan öldürmenin çok ciddi bir iş olduğunun bilincindeydi. Suçun ağırlığını ve hazırlık dönemini esas alıyordu. On ihtar eyleminde cana zarar verecek 140 beygir gücünde şarapnel sayısı yüksek bomba kullanmamış, şarapneli düşük, 70 beygir gücündeki ihtar bombalarını tercih ederek kimsenin burnunu kanatmamıştır.
15 güne yaklaşmıştık. Yasal olarak savcılığa çıkarılmam gerekiyordu. Elektirik işkencesinden bir müddet sonra gözlerim bağlandı. Açıldı. Kendimi 1. Ordu Komutanlığı Selimiye Askeri Kışlası’nda askeri savcı Gültekin’in karşısında buldum. İyi insan ilk bakışta belli oluyor. Morarmış bir ölüye bakar gibi bakıyordu bana; “ben yapmadım,” dercesine… Baş, bel ve kalp ağrılarıyla yarı uyuşuk bir hale gelmiştim. Yürüme ve dik oturma güçlüğü çekiyordum. Konuşamadığım için yazılı soru verdi ve yazılı cevap istedi. Yarım sayfalık cevap yazdım. Onları olduğu gibi geçirmedi. Çünkü işkence altında olduğumu ve mahkemede ifade vereceğimi yazmıştım. Bir sayfalık savcılık ifadesini kendi kafasına göre yazdı. Mecburdu. Ama iyi adamdı. Gözlerim bağlandı. Askeri arabayla, sorgulandığım aynı odaya getirildim. Karşımda yine aynı sesler, aynı ekipler vardı.