Oldukça karmaşık çelişkilerle dolu bir sürece tanıklık ediyor Türkiye- K. Kürdistan devrimci hareketi. Özellikle komünistlerin omuzlarındaki yükün ağırlığı mücadelenin her alanında kendisini hissettiriyor. Elbette mücadelenin kolay olmadığının farkındayız. Zoru başarmak için, hareketin yönünü tayin etme ve çevremizde olup biten olayların ve gelişen her durumun iç ve dış bağlantılarını anlamak zorundayız. Yalnızca farklı sınıfların veya karşıt sınıfların bugün nasıl ve hangi yönde, kendi çıkarları için nasıl bir hareket içinde oldukları değil, aynı zamanda yakın, orta ve daha ileriye dönük nasıl ve hangi yönde hareket edeceklerini anlamak ve kavramak gerekir. Ne demek istediğimiz, Lenin’in şu satırlarında ifadesini bulur: “Öncü savaşçı rolünü yalnızca, ileri bir teorinin kılavuzluk ettiği bir parti yerine getirebilir.” İleri teori, sadece klişe söylemleri ezberlemekle değil, MLM ilkeleri, güne uyarlamakla mümkündür. Marksizm’in canlı ruhu tam da bu noktada kendisini açığa vurur.
Karmaşık ve yoğun çelişkilerle dolu bir süreçle karşı karşıya olduğumuzun en önemli göstergesi Türk-İslam sentezli faşist diktatörlüğün, son birkaç haftadaki yönelimidir. Bunların ne anlama geldiklerine dair doğru bir değerlendirme yapmayı başarırsak, bugünden yarına mücadelenin yönünü ve gidişatını anlayabiliriz. Bu, neden önemli ve gereklidir? Çünkü devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz da ondan. Zira, politik ortamı doğru tahlil etmek sadece ve sadece devrimci teoriyle mümkündür.
Her bir gelişme, faşist diktatörlüğün yönelimini bizlere göstermektedir. Doğal olarak, devrimci ve komünistler de kitleleri buna göre hazırlamak ve örgütlemekle görevlidirler. İktidar caphesinde her bir adım, faşist AKP- MHP iktidarının yarın neler yapacaklarının veya yapmak istediklerinin ifadesidir. “Etki ajanlığı” yasası, “savaş ve seferberlik yetkisi”nin tek kişiye, diktatör Erdoğan’a verilmesi. “Kobani Davası”, “1 MAYIS tutuklamaları”, “Hükümlü ‘komutan’ların serbest” bırakılmaları. Yine, “Emekli asker kökenli subaylara iktidara dönük eleştirel düşüncelerini ifade etme yasağı” gibi gelişmeler, hem mevcut iktidarın gerçek niyeti ve yönelimini göstermekte, hem de devrimcilerin sürece ilişkin yönelim ve tutumlarını belirlemeleri açısından önemlidir. Devrimci tutum, sadece stratejik yönelimlerle kendisini sınırlayan değil, ana ilişkin gelişmeleri devrimin ve doğal olarak halkın lehine çözümleme tutumudur da.
31 Mart yerel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonucun en dolaysız olanı halkın, iktidara dönük öfkesi oldu. Ancak bu öfkenin devrimci – demokratik cenaha değil de, hakim sınıfların bir başka kliğine kanalize olmuş olması, herkesten çok komünistleri ilgilendirir/ilgilenilmelidir de. AKP-MHP faşist iktidarı, kitlelerin, kendilerinden desteğini çektiklerini gördükçe, iktidarlarının devamı için yeni politikalar, tutumlar ve yönelimler ortaya koymaktadırlar. Bir yandan “yumuşama”, “normalleşme” diyerek, yeni bir aldatma sürecini hayata geçirirken, öte yandan yukarıda belirtiğimiz politikalarını peş peşe hayata geçirmeye yöneldiler. Irkçı- faşist Bahçeli’nin; “yumuşamaya evet ama bu, kesinlikle ‘yumuşakça’ anlamına gelmemelidir” türündeki açıklaması, nasıl bir yönelime gireceklerinin veya neyi amaçladıklarının açık ifadesidir. Konuşan, eleştiren, haklarının mücadelesini yürüten, bunun için örgütlenen bir toplum değil de, biat eden, kendisine verilenle yetinmesini bilen ve şükür eden bir toplumdan ısrardır, tamamen korku algısı üzerine kurulu ve kendi kendisine otosansür uygulama ortamı yaratacak “Etki ajanlığı” yasası bu ısrarın en tartışmasız örneğidir. Bu yasayla amaçlanan “ajan” damgası yememek ve hapishanelerde sürünmemek adına, susmayı tercih eden bir suskunluk ve itirazsızlık yaratmaktır. Ancak unuttukları gerçek bıçağın kemiğe dayanması durumunda, “korkunun ecele faydasının olmayacağıdır. Reel gerçeklik ise, yıllardır çeşitli yol ve yöntemlerle halklarımıza yaşatılan korkunun önemli derecede hükmünü yitirmiş olduğudur. Çünkü bıçak kemiği yontmaya başlamıştır…
Faşist iktidar elbette ki sadece bununla yetinmeyecektir. “Kobani Davası” rehinleri için yağdırılan ağır siyasi mahkumiyet kararları, 1 Mayıs’ta estirilen devlet terörü ve geniş çaplı tutuklamalar, hatta liberal Kemalist emekli subaylara getirilen konuşma, eleştirme yasağı “normalleşme” veya “yumuşama” adı altında bir yandan yasalarla, bir yandan da fiili devlet terörünün nasıl fırtınadan, kasırgaya dönüştürüleceğinin işaretlerini vermektedir. Ama aynı faşist iktidar, “normalleşme” adı altında başka kesimlere, başka mesajlar vermekten de geri durmamaktadır. Örneğin, 28 Şubat hükümlüleri yaşlı ve hasta generallerin serbest bırakılması, iki kişiyi katleden eski AKP’li Malatya belediye başkanının babasının kısa bir (2 yıl kadar) cezaevi yaşamından sonra, Erdoğan’ın kendi yetkisini kullanarak serbest bırakılması gibi yaşanan gelişmeler toplumsal mühendislik politikalarından başka bir anlamı yoktur. Dikkat edilirse, uzun yıllardır Galatasaray Meydanı’nı Cumartesi Anneleri’ne yasaklayan ve analarımıza cehennem azabı yaşatan faşist iktidar, eylemin 1000. haftasında yasağı kaldırdı. Bunu “normalleşmek” adına yapmadığını hepimiz biliyoruz. Halkın tepesinde salladıkları ve yarın da sallamakta tereddüt etmeyecekleri devlet terörü sopasının “görünmez” kılınması çabası içindir bütün bunlar.
Halklarımız açısından oldukça tehlikeli adımlardan biri de, “savaş hali ve seferberlik yetkisi”nin Erdoğan diktatörüne verilmesidir. Bu şu demektir, gerektiğinde emperyalist efendilerinin ihtiyaçları doğrultusunda hiçbir engelle karşılaşılmadan savaş hali ilan edilebilecektir. Savaş hali demek, hiçbir yasal gerekçe gösterilmeden kişilerin, kurumların mal varlığına el koyabilme, kitle hareketlerini yasaklama, devletin militarist güçlerini istenilen şekilde seferber ve organize etme, konumlandırma; meslek sahibi kişileri ve meslek kurumlarını ihtiyaca göre harekete geçirme gibi halkın aleyhine olan pek çok şeyi içermesi demektir. Seferberlik de aynı kapıya çıkmaktadır. Örneğin; mevcut ekonomik durumdan kaynaklı, şimdi “tasarruf” yasaları çıkartılıyor. O zaman yasalara da gerek yok. Erdoğan tek başına her türlü kararı verebilecektir. Denilebilir ki zaten şimdiye kadar da o veriyordu. Öyle ama, göstermelik de olsa kılıfına uydurma ihtiyacı vardı. Ama seferberlik ilan edildiğinde, artık kılıfa da, seçmen desteğine de, seçimlere de ihtiyaç duymayacak. Savaş hali veya seferberlik hali deyip, seçimleri rafa kaldırabilir. Seçimlerin, böylesi bir durum, faşizmin daha da katmerleşmesi, kitleler, hatta muhalif bütün kesimler üzerinde koyu bir faşist terörün dizginsizce estirilmesi ortamının yaratılması demektir.
Kısacası Türkiye ve K. Kürdistan halkları adım adım koyu bir karanlıkla karşı karşıyadır. İktidarıyla, muhalefetiyle “yumuşama”, “normalleşme” adı altında sergilenen bir tiyatrodan ibarettir. Bütün bu olanları ve olabilecekleri görmemiz ve karşı politikalar, mücadele yol ve yöntemleri geliştirmemiz gerekiyor. Kısa ve orta vadeli eylem politikalarımız, mücadele yol ve yöntemlerimiz olmadan, zor ve engebeli mücadele gerçeğini görmeden, tek düze bir anlayışla veya eylem çizgisiyle başarıya değil, olsa olsa başarısızlığa doğru koşar adım ilerlemiş oluruz.
Peki ne yapmalı?
Defalarca kez dillendirdik. Bir kez daha dillendirelim. Stratejik hedefleri dillendirmek ve sadece ona yoğunlaşmak, ama taktik mücadele biçimlerini görmemek hiç kimseyi hedefe ulaştıramaz. Açlık, yoksulluk ve adaletsizlik gibi hakim sınıfların açık faşist terörü ile karşı karşıya iken, üstelik geniş kitlelerin desteğinden mahrum iken ve daha da önemlisi kitlelere öncülük etme iddiasında olanların durumu objektif olarak ortada iken ne “sol” gevezelikler, ne de sağ tasfiyeciler bu faşist saldırıların önünü alamaz. Alamayacakları gibi ne öbek öbek devrimin kalelerini yaratabilirler, ne de kitleleri iktidara taşıyabilirler. Mevcut somut durumun biz devrimcilere dayattığı, hatta emrettiği şey, bu faşist saldırıların önünde devrimci bir set oluşturmak ve devrimci- demokratik kazanımlarla engellerin bir bir kaldırılarak hedefe kilitlenmektir. Adına, “faşizme karşı birleşik cephe” mi, ya da başka bir şey mi ne dersek diyelim halkın ve devrimin genel çıkarları için, bunu bir görev ve sorumluluk olarak algılamak durumundayız. Somut durum bunu gerektirirken, ilerisi açısından komünistler elbette ki üzerlerine düşen misyonun bilinciyle hareket edeceklerdir. O güne varmak için, bugünü doğru tahlil etmek, ihtiyaç duyulan araçları yaratmak devrime duyulan inancın, halka karşı olan sorumluluğun gereğidir. Devrime sevdalanmakla, kendine sevdalanmak aynı şeyler değildir. Yani, halk ve devrim mi yoksa örgüt mü, sorusunu kendisine sormayanların devrimciliklerini sorgulayamazsak, hiç kuşku yok ki bunu tarih yapacaktır…
Bu yazı ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesi‘nde yayımlanmıştır.