O halde, Nazım Hikmet ya da Maksim Gorki zamanının doğrudan devrimci propagandaya koşullanmış bir toplumcu gerçekçiliğinin ötesinde, bu zamanın çok daha çetrefilli toplumsal olgu ve sorunları karşısında kitleri yalnızca ajite etmekle yetinmeyen ama onları kendi sorunsalları bağlamında olabildiğince derinlikli olarak düşünmeye ve kendi yaşamlarını koşullayan toplumsal çelişkileri bütün yönleriyle bilince çıkarabilecekleri bir sanat ve siyaset felsefesi metaforuyla, kendi kendilerini sorgulamaya teşvik edecek yeni sanatsal içerik ve biçim arayışlarına ihtiyaç vardır. İmgelem yoluyla sanatsal ifade biçimlerinin roman ve şiirde özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmasının nedeni, kapitalist üretim ilişkilerinin söz konusu tarihsel süreçte giderek derinleşmesine bağlı olarak toplumsal yapıda ortaya çıkan yeni çelişkiler, ulusa, kültürel, politik, siyasal, etik nitelikleriyle her geçen gün daha da çetrefilli bir niteliğe bürünen kimlik sorunlarının sınıfsal çelişkilerle ilişkisi içinde aldığı yeni biçim ve görüngülerdir. Çünkü, giderek daha da kozmopolit bir niteliğe bürünen bu çok katmanlı, çok öğeli, çok kültürlü, çok değişkenli toplumsal yapının karmaşık çelişkilerini, eski toplumcu gerçekçiliğin solgancı, propagandif söylemleriyle ifade etmeye çalışmak yetersiz kalacaktır. Onun içindir ki burjuva sanatı giderek metalaşıp yozlaşırken devrimci sanatın içerik ve biçim arayışlarındaki kendi sınıf kimliğinden köken alan felsefi ve etik tutarlılık, toplumcu gerçekçiliği giderek daha da derinleştiren ve ona biçimsel bir zenginlik kazandıran bir gelişim perspektifini sınıf mücadelesinin dibe vurduğu tarihsel süreçlerde bile koruyabilmiştir.
Burada şair bu öncülerin halkın yarasından dolayı çektiği acılara kandıkları, inandıkları için, faşizm tarafından tıpkı o yaranın kendisi gibi kanatıldıklarını imgelemektedir. Sonuç olarak, toplumcu gerçekçiliğin, ne Gorki’nin romanlarını ne de Nazım’ın şiirlerini taklit etmesi gerekmiyor. Tersine, tıpkı sürekli gelişen ve gelişmek zorunda da olan bir felsefe gibi daha derin içerikte ve daha farklı biçim ve imgelem zenginliği ile yeniden ve yeniden üretilmesi gerekiyor. Çünkü Gorki’nin ve Nazım’ın yaşadığı dünya ile bugünkü dünya arasında çok önemli farlılıklar var. Bugünkü kapitalizm üretim ilişkilerini derinlemesine geliştirirken, insanlığın yaşamına da yeni çelişki ve sorunlar ekledi. Bugün, insanlığın büyük çoğunluğu gizli ya da açık bir depresif kimlikle birlikte yaşamak zorundaysa, kendi durumunun derinlemesine bilincine sahip olabilmesi için sadece emekle sermaye arasındaki çelişkiyi değil, ama onun bu depresif yaşamının nedenselliklerini bütün yönleriyle kavrayıp bilince çıkarabileceği daha derinlikli ve biçimsel olarak da daha yetkin bir sanatsal ve felsefi yaklaşımlara ihtiyacı var. Bu, toplumcu sanat için böyle olduğu kadar toplumcu siyaset felsefesi için de böyle.
Çünkü bugünkü kapitalizm ne kadar yeni kol gücü üretiyorsa bir o kadar da kafa emekçisi ve küçük burjuvazi üretiyor. Kafa emekçisi kitlelerin dünya algısı ve ideolojik biçimlenmesi küçük burjuvaziye yakındır. Çünkü, kafa emekçisi kitlelerin toplumsal iş bölümünde yaptıkları işlerin teknik ve entelektüel bilgisi için belli bir eğitim ve dolayısıyla bu eğitimin maliyetinden kaynaklanan ve kafa emeğinin değişim değerine yansıyan bir değer artışı söz konusudur. Kafa emekçisi kitlenin emek gücünün değeri kol emekçisine göre yüksektir. Bu durum, kafa emekçisi kitleye daha yüksek yaşam standartları sağlasa da kafa emeğinin doğası gereği bu yüksek yaşam standartlarına paralel olarak, onun kendisini yeniden üretebilmek için gereksinim duyduğu maddi ve entelektüel metalara ihtiyacı kol emeğinden çok daha fazla ve çeşitlidir. Dolayısıyla, kafa emeğinin entelektüel ihtiyaçlarının giderek çeşitlenmesi ve bu gereksinimlere ulaşım maliyetinin onun emek gücünün değişim değerini gün geçtikçe daha da zorlaması, son tahlilde kafa emekçisi eğitimli kitleleri kol emeğinin çelişkilerine her geçen gün biraz daha yaklaştırır.
Kafa emeği, sınıfsal çelişkiler bağlamında özellikle kapitalizmin devreli krizleri sürecinde kol emeğinin sınıfsal çelişkileriyle ne kadar politik bir empati kurmak zorunda kalsa da onun toplumsal iş bölümündeki konumu, kol emeğinin sınıfsal çelişkileriyle birebir örtüşen bir politik mücadele içinde yer almasına handikap oluşturmakta, kafa emeği daha çok legal, ekonomik demokratik talepler etrafında politize olma eğilimi göstererek, kol emeğinin sistem sınırlarına taşan mücadelesiyle çeşitli biçimlerde ayrı duruşlar göstermektedir. Kafa emeğinin, sistem sınırlarını aşamayan ama bir taraftan da giderek sistem tarafından daha fazla boğulan ve gerek maddi ve gerekse psikolojik bir yıkıma sürüklenen bu toplumsal konumu, onu, depresif bir varoluşsal kimliğe ittiği kadar kendi sorunsalları etrafında, emek sermaye çelişkisini sloganlaştıran sanatsal akımların ötesinde, kapitalist toplumun yarattığı yeni sorunsallar bağlamında gerek felsefi, ve gerekse sanatsal boyutta yeni arayışlara ve daha derinlikli ve biçim olarak da daha gelişmiş bir entelektüel üretim talebine zorlar.
Bu entelektüel üretim talebinin, onun nesnel sınıfsal varoluşunun sorunlarını ne kadar tanımlayıp ifade ettiğinden bağımsız olarak bu durumun kendisi, gerek entelektüel üretimin felsefi ve sanatsal derinliğini ve gerekse biçimsel zenginliğini olumlu yönde geliştiren bir etki yaratır. İşte, gerek devrimci felsefi üretimin ve gerekse onunla ilişkisi içinde sanatsal üretimin içerik ve biçimini giderek daha da derinlemesine gelişmeye zorlayan dinamikler, bizzat kapitalizmin ekonomi politiğinin üretim ilişkilerindeki iş bölümünü giderek daha fazla derinleştirmesinden köken alan ve bu toplumsal zeminden türeyen yeni çelişki ve sorunsallardır. Kuşkusuz, proleter bir devrimci kimliğe sahip bireyler için Ahmed Arif’in şiirlerindeki yiğitlik, halden bilme, devrimci namus ve devrimci bir gelecek umuduna olan bilimsel inanç gibi vurgular, onun mücadele dinamizmini teşvik etmek ve moral motivasyonunu tazelemek için yeterlidir. Fakat, gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin çeşitli biçimlerde derinleştirdiği toplumsal iş bölümünün yaratığı yeni toplumsal tabakalar, küçük burjuvazi ve entelektüel çevreleri devrim saflarına yönlendirmek için Ahmed Arif ya da Nazım Hikmet’in şiirlerinde olduğu gibi toplumsal çelişkilerin bu yalın ifadesi her durumda yeterli olmayabilir. Bunun için, toplumsal çelişkilerin yalın ifadesinin ötesinde, özellikle, derinleşen kapitalist üretim ilişkilerinin, kol emeği kitlesinin yanında giderek büyüyen bir kafa emeği kitlesi yaratması ve böylelikle emek kitlesinin entelektüel üretime olan ihtiyacını da giderek daha fazla güncellemesi, aynı zamanda, toplumcu gerçekçiliğin de hem felsefi ve hem de biçimsel derinliğinin zamanın ihtiyaçlarına göre güncellenmesini zorunlu hale getirmektedir.
Çünkü kafa emeği kitlesinin büyümesi oranında, giderek kendisini daha fazla hissettiren entelektüel üretimin gerek içerik ve gerekse biçim olarak günün ihtiyaçlarına göre geliştirilme ve güncellenme zorunluluğu, aynı zamanda, bu entelektüel üretimi talep eden kitlenin toplumsal sorunların yalın ifadesinin ötesinde, kendi kimlik bunalımlarını çözümleme ve aşmada felsefi bir öncülük yapabilecek, toplumsal sorunların ayrıntılarını derinlemesine işleyen güncel bir devrimci sanata olan ihtiyaçlarını da koşullamaktadır ki devrimci sanatın bu alandaki görevlerini savsaklaması ve entelektüel üretimin içerik ve biçim olarak derinleştirilme zorunluluğun üzerinden atlaması, bu boşluğun burjuva felsefesi ve sanatı tarafından doldurulmasına yol açacaktır ve açmaktadır da. İşte, tam da burada toplumcu gerçekçiliğin devrimci bir sanat akımı olarak, kendisine rehber edinmesi gereken perspektif, Marks’ın, kendi ardıllarına ulaşılması gereken bir hedef olarak gösterdiği şeye, yani, bütün bilimlerin bir tek tarih bilimi etrafında birleştirilmesi praksisini devrimci sanata uyarlayarak, bütün bilimlerle ilişkisi içinde devrimci sanatın gerek felsefi içeriğini ve gerekse biçimsel niteliklerini giderek daha da derinleştirmek olmalıdır.
Sosyalizm mücadelesi tarihinin güncellediği toplumcu gerçekçiliğin amacı, yalnızca, toplumsal sorunlara, tıpkı, devrimci felsefenin yaptığı gibi bir ayna tutmak değil ama, aynı zamanda, toplumu kendi sorunları üzerinde düşünmeye teşvik etmektir. Yine, devrimci sanat, toplumsal sorunlarla olduğu kadar sosyalizm mücadelesinin içsel sorunları, bir devrimci kimliğin taşıması gereken nitelikler bağlamında zaaf ve yetersizlikler, politik öncülük misyonunu hedefleyen bireylerin ruh hali, duygu ve düşüncelerini mücadelenin ihtiyaçlarına göre biçimlendirme yetenekleri, kararlılık ve öz güven, mücadeleye ve yoldaşlarına bağlılık, halkın davasını kendi davası gibi sahiplenme tutarlılığı, halkın acılarına ortak olma, halktan öğrenme, edindiği felsefi ve pratik birikimleri pratiğe yansıtma becerileri gibi sorunlarda da gerek devrimci mücadele tarihinin felsefi ve pratik birikimlerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasında ve gerekse yeni felsefi ve pratik sorunlara ilişkin güncel perspektifler geliştirmede de öncü bir devrimci içeriği temsil etmelidir.
Proletaryanın en alt tabakasını ve çekirdeğini oluşturan kol emekçilerinin sermaye sınıfıyla olan dolayımsız çelişkilerine karşın, küçük burjuvazi ve kafa emekçisi entelektüel kitlenin kapitalist sistemle çelişkisi, esas olarak bir yaşam standartı çelişkisinin ötesinde, daha çok psikososyal ve kültürel ve etik yönleri ağar basan ve bu nedenle de doğrudan bir yaşam felsefesiyle bağlantılı olarak değerlendirilmesi gereken, bu kitleyi depresyona sürükleyen, ikili ilişkiler, bireyle toplum arasındaki karşıtlık ve yaşam tarzları arasındaki çelişkilerden kaynaklanan ve son tahlilde toplumsal kimlik sorunu biçimini alan entelektüel çelişkilerdir ki bu entelektüel çelişkilerin en şiddetli ve en dramatik yaşandığı alan da doğası gereği kaçınılmaz olarak sınıflı toplumun üretim ilişkileri ve kültürel kodlarıyla çatışma halinde olan, birebir insan ilişkisinin en temel ve vazgeçilmez öğesi olarak aşk sorunsalıdır.
“Ama bilimsel sosyalizm önemli bir Alman ürünüdür ve ancak klasik felsefesi bilinçli diyalektiğin geleneğini canlı olarak korumuş bir ulustan doğabilirdi: Almanya’da. Materyalist tarih görüşü ve proletarya ile burjuvazi arasındaki modern sınıf savaşımına özel uygulayımı ancak diyalektikle olanaklıydı. Ve Alman burjuvazisinin okul öğretmenleri, büyük Alman filozoflarının anısını ve onların verdiği diyalektiği boş bir seçmeciliğin (Eklektizismus) bataklığında boğdularsa, biz de gerçeklikle diyalektiğin korunması için modern doğa bilime tanık olarak başvurmaya o derece zorlandık – biz Alman sosyalistleri yalnız Saint-Simon’dan, Fourier’den ve Owen’dan değil, ama Kanttan, Fichte’den ve Hegel’den de kaynaklandığımız için övünçlüyüz.[1]
Engels’in, burada, Alman sosyalizmi için söylediklerini, biz de bir başka gerekçe ve bir başka biçimde Türkiye ve Kürdistan sosyalizmi için söyleyebiliriz. Niçin mi? Çünkü, biz Türk ve Kürdistan komünistleri, Anadolu ve Mezopotamya tarihinin mirasçıları olarak komünizm davası yanında ve onunla ilişkisi içinde büyük bir aşk davasının da mirasçılarıyız. Bizim tarihimizdeki Karacaoğlanlar, Ahmed-i Xani, Dadaloğluları, Keremler, Mecnunlar, Tahirler, bir Avrupa tarihinde yoktur. Çünkü, cinselliğin zaten olabildiğince her tarihsel süreçte ortada olduğu ve kolayca ulaşılabildiği bir Avrupa coğrafyasında, Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında olduğu gibi ne imkânsız aşklar ne de bu imkânsız aşklar uğruna ödenen bedellerin masalsı bir tarihi olabilirdi.
Onun içindir ki bizim Nazım’dan Ahmet Arif’e, Edip Cansever’den Gülten Akin’a kadar bütün devrimci şairlerimiz, kavgayı da aşkı da Batı edebiyatı ve sanatından farklı, nedenselliği bilinmediği için biraz mistik, ama mistik olduğu kadar da inançlı ve kavgacı bir kimlikte anlattılar. Bizim şairlerimiz ve devrimci edebiyatçılarımız hemen her zaman hak ve komünizm davasını bir aşk savunusuna özdeş olarak görüp anlatmaya çalışmışlardır. Bana göre de doğadaki dört temel kuvvetin insandaki bir iz düşümü olan aşk, sınıf mücadelesiyle ilişkisi içinde en az onun kadar dünyayı değiştirme potansiyelleri olan bir eylem ve iki kişilik bir ilişki olmanın ötesinde, bütün insanlık davasıyla ilişkili olarak yaşanabilirse bir o kadar devrimci bir insan edimi olarak, en az sınıf çelişkileri kadar bilimin ve felsefenin üzerinde düşünmesi gereken insanlık tarihinin en önemli bilmecelerinden biridir ki bizim devrimci sanatçılarımız kadar hiçbir evrensel sanat ürünü bu soruna bu kadar derinlikli bir yanıt arayışında olmamıştır.
Dolayısıyla, biz Anadolu ve Kürdistan devrimcileri de Engels’in bilimsel sosyalizmin anavatanı olarak gösterip övündüğü Alman sosyalizminin felsefi öncülleri için söylediği şeyleri, aşk sorunsalını devrim ve hak mücadelesi sorunsalıyla ilişkilendirmedeki tarihsel birikim ve pratiğiyle, emsallerine karşı fark yaratan Anadolu ve Kürdistan sosyalizmi ve onun öncülleri olarak bütün bir Anadolu ve Mezopotamya aşık geleneği ve ozanları şahsında , coğrafyanın hak mücadelesinin kahramanları için de söyleyebilir ve bununla da haklı olarak övünebiliriz. Çünkü, zaten, kendisini çevreleyen sınıflı toplumun üretim ilişkilerinin zorunluluk ve baskıları karşısında aşkın da devrimcileşmekten ve iki kişi arasındaki öznel bir ilişki olmanın ötesinde toplumsal bir anlam kazanarak mevcut nizama baş kaldırmaktan başka bir şansı yoktur. Aksi halde, aşk, bütün toplumsal dinamik ve çelişkilerden soyutlanarak iki kişi arasındaki öznel bir ilişkiye indirgendiğinde sıradanlaşarak kendi içeriğine yabancılaşmaktan ve hatta üretim ilişkilerinin anarşisinin yarattığı bireysel rekabet koşullarında yozlaşarak kendi karşıtına, nefrete dönüşmekten kurtulamaz. Bunun içindir ki kendisini imkansızlaştıran sınıflı toplumun üretim ilişkilerinin baskısı karşısında, aşkın sorunsalı emeğin kendisini köleleştiren sermayeyle olan karşıtlığına ve sorunsalına özdeştir. Çünkü, tıpkı özgürlük gibi aşk da ancak imkansızlaştığı mekanlarda ve tarihsel süreçlerde sınıf mücadelesinin kendisi gibi bir kavga konusu olabilirdi. Çünkü, özellikle bizim gibi aşkın önündeki engellerin, özgürlük ve hak mücadelesinin önündeki engellere özdeş olduğu bizim gibi coğrafyalarda, aşk her zaman devrimci baş kaldırının hem bir yoldaşı ve hem de en az felsefe ve politika sanatı kadar temel motivasyon ve hareket ettirici şiarlarından biri olmak zorundadır. Kuşkusuz bizim devrimci sanatımızın kavga kadar, aşk üzerine de bu derin duyarlılığı, yaşanmış sosyalizm deneyimlerini zaaflarıyla birlikte aşmaya aday çok güçlü ve inançlı bir devrimci geleneğin ve yeni bir sosyalist paradigmanın yaratılmasında siyaset felsefesiyle birlikte en önemli tarihsel dinamiklerden biri olacaktır.
Nazım’la bitirelim:
“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebruli
Hanımeli
Açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
Hazırlanmıştı ki devin,
Yapamazdı yapısını,
Çalamazdı kapısını
Bahçesinde ebruli
Hanımeli
Açan evin.
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
Yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
Girdi zengin bir cücenin kolunda
Bahçesinde ebruli
Hanımeli
Açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
Bahçesinde ebruli
Hanımeli
Açan ev…”
[1] (21 EYLÜL 1882, ENGELS, ‘ÜTOPİK VE BİLİMSEL SOSYALİZM’, ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ, sayfa 27 )