Yerel seçimlerden sonra, CHP’nin %45 oy alması, AKP’nin oy oranının %37’de kalması, buna karşılık YRP’nin %6 oranında oy almasına ilişkin yapılan değerlendirmelerde, bence, olası gelecek perspektiflerine ilişkin olarak kamuoyunda toz pembe tablolar çizilmekte, AKP-MHP iktidarının önümüzdeki ilk seçimde devrileceğine dair iyimser beklentiler yaratılmakta, öne çıkarılmaktadır. Her şeyden önce CHP’nin aldığı %45 oy kendi oyu değildir. Bu oylar, İYİ Parti ve DEM Parti başta olmak üzere CHP’ye emanet olarak verilmiş tepki oylarıdır ve CHP’nin gerçek oy oranı %30’un üzerinde değildir. AKP’nin ise bir önceki genel seçimdeki oy oranı zaten %36 civarında olup, yerel seçimlerde de bu oy oranını muhafaza etmiş olup iktidar ortağı MHP’nin oyları ise %10’lardan, %4’e düşmüştür. Bu durumda, MHP’nin oylarının büyük bölümünün AKP ve farklı partiler arasında dağıldığını söylemek mümkündür. Çünkü, AKP’nin bir önceki seçimdeki %36 dolayındaki oylarının bir kısmı YRP’ye yönelmiş, oluşan boşluk ise MHP seçmeninden gelen oylarla telafi edilerek, AKP, bir önceki seçimdeki oy oranını bir puan artırarak muhafaza etmişse de bir çok il ve ilçe belediyesini ,başta CHP olmak üzere diğer partilere kaptırmıştır. Böylece, 31 Mart yerel seçimlerinden sonra ülke genelinde, yerelde CHP ve DEM Parti, merkezi iktidar ve parlamentoda ise AKP-MHP’den oluşan bir ikili iktidar bölünmesi ortaya çıkmıştır.
31 Mart yerel seçimlerinden sonra ortaya çıkan bu siyasal tabloda, AKP-MHP iktidarı ve yandaş sermaye çevrelerinin önemli bir rant kaynağı olan il ve ilçe belediyelerinin birçoğunu başta CHP olmak üzere diğer partilere kaptırdığı görülmektedir. Fakat, son yerel seçimlerden sonra oraya çıkan bu siyasal tablodan başka, gerek dünya konjonktüründe ve gerekse ülke ve bölge konjonktüründe çok önemli gelişmeler olgunlaşma halindedir. Başta, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle tetiklenen uluslar arası gerilim, giderek ABD öncülüğündeki NATO ile Rusya ve Rusya ile ittifak halindeki Çin, İran, Kuzey Kore başta olmak üzere, NATO ve AB ile çelişki yaşayan, Avrupa kıtasında Macaristan, Sıbistanve merkezi devletle sorun yaşayan Trans-Dinyester ve Gagavuzlar gibi Rusya’dan destek arayan kimi azınlıklar,Slovakya’daki son seçimlerle iktidara gelen ve Slovakya’nın bir NATO üyesi ülke olmasına rağmen Ukrayna savaşında NATO’ya destek olmayacağını beyan eden yeni hükümetle birlikte, Afrika kıtasında Fransa’nın yarı-sömürgelerinden olan Mali, Çad, Gine, Burkina Faso, Nijer, Gabon gibi ülkelerde peş peşe yapılan darbelerle iktidara gelen yeni hükümetlerin, Fransa’nın bölgedeki ayrıcalıklarını tasfiye ederek Rusya’ya yakınlaşmasıyla, bu gelişmeler de Rusya ve müttefikleriyle, ABD, AB ve NATO arasındaki gerilimleri bir emperyalist savaşa doğru evrimleştirebilecek potansiyelleri giderek daha güçlü bir biçimde tetiklemektedir.
Yine, Çin’in Hindistan ve Tayvan ve Japonya ile olan sınır anlaşmazlıkları ve egemenlik haklarına ilişkin sürtüşmeler, İsrail’in Filistin işgaline karşı İran ve Suriye ile olan gerginliği ve fiili çatışma durumu, Afganistan’daki Taliban iktidarı etrafında, başta Suriye olmak üzere Orta Doğu’dan tüm dünyaya yayılma eğilimi gösteren asimetrik savaş ve sabotajlarla karakterize radikal İslami terör eylemleri, Yemen’deki Husilerin, Filistin işgaline karşı Hürmüz Boğazı’ndaki ticari ve savaş gemilerini hedef alması, Almanya, Fransa, İspanya gibi NATO ve AB ülkeleriyle İngiltere ve ABD’nin de giderek silahlanmaya ve ordularını bir genel savaşa hazırlamaya yönelik girişimlerini hızlandırmaları gibi olgular 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı olasılığının hiç de uzak bir ihtimal olmadığını göstermektedir.
Dünya ölçeğinde böylesi bir siyasal konjonktürde, bölgemizde de çok önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Müsteşarı İbrahim Kalın’ın son ABD ve Irak ziyaretlerinde nelerin konuşulduğuna ve hangi hazırlıkların yapıldığına ilişkin olarak, MİT’in ağzından yazılarıyla bilinen Abdullah Selvi’nin Hürriyet’te yayınlanan yazılarında, Hakan Fidan’ın son dış temaslarında, Irak ve Suriye’deki Kürt varlığına karşı bugüne kadar yapılmış olan operasyonlardan çok daha güçlü ve etkili bir operasyon hazırlığının ABD ve Irak merkezi hükümet ile görüşüldüğü, Barzani ve KDP’nin ,Türkiye’ye, özellikle ticari bağımlılığı temelinde ikna edilerek, bu operasyonda desteğinin alındığı, daha ötesinde ise bölgedeki Kürt Ulusal Direnişi’nin “tasfiyesi” amacına yönelik olarak, ticari ve sınai yatırım anlaşmalarının ön hazırlıklarının görüşülerek prensip anlaşmalarına varıldığı kayıt edilmektedir.
Bütün bu bölgesel ve dünya ölçeğindeki gelişmelerin ötesinde, 21 yıllık AKP-MHP iktidarının ,biri, kendileri tarafından yapılmış olan ve Ergenekon davaları kapsamında ordu ve Emniyet Teşkilatı’nda Kemalist kadrolara yönelik post modern bir darbe olmak üzere, 15 Temmuz darbe girişimine karşı Gülen Cemaati’nin ,yine, ordu, polis, yargı, MİT ve bürokrasi içindeki uzantılarının bir karşı darbe ile tasfiye edilmesi olmak üzere, devlet mekanizması içinde iki darbe örgütlemiş, haklarındaki sayısız yolsuzluk dosyalarının yargıya taşınması ve soruşturulmasını çeşitli biçimlerde engelleyerek savuşturmuş olan bir hükümet, artık ordu, emniyet teşkilatı, bürokrasi, MİT ve yargı gibi burjuva devlet aygıtının belli başlı tüm temel mekanizmalarını kendi denetimi altına alarak, başkanlık sistemiyle R. T. Erdoğan’ı olağanüstü yetkilerle donatırken, yasama, yürütme ve yargı arasındaki “kuvvetler ayrılığı” ilkesini de kaldırarak tıpkı, Hitler Almanya’sındaki gibi bir Führer yaratmış olmasıyla, artık, yalnızca seçimle iktidara gelmiş ve seçimle iktidarı bırakabilecek bir hükümet olmanın ötesinde, bizzat burjuva devlet aygıtının kendisi haline gelmiştir.
Burjuva devlet aygıtını bütünüyle gasp etmiş bir hükümet ve olağanüstü yetkilerle donatılarak adeta bir Führer haline getirilmiş olan Erdoğan’ın, kendi iktidarı döneminde gerçekleştirdiği iki darbe ve yolsuzluk dosyalarının sümen altı edilmesiyle karakterize 21 yıllık iktidarının, yandaş sermaye gruplarını ihalelerle palazlandırırken, Uzan Grubu gibi kimi sermayelerin mal varlıklarının kamulaştırılması, başta Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci muhalefet olmak üzere, burjuva muhalif unsurlar üzerinde de ordu, polis ve yargı mekanizmalarıyla estirdiği terör ve tacizle birlikte, militarizmin her biçiminin olağanlaştırılmasıyla karakterize bir sürecin mimarı olarak, seçimle iktidarı bırakmasını beklemek, en hafifinden, kamuoyunun, yerel, bölgesel ve dünya ölçeğindeki siyasal gelişmeler karşısında algı ve muhakeme yeteneğinin dumura uğramasından kaynaklanan ve yandaş medya tarafından yaratılan algı operasyonlarıyla da desteklenen bir yanlış bilincin yansıması olarak, geleceğe dair toz pembe beklentilere sürüklenmesi halini de biçimlendirmektedir.
Oysa, gerek yerel, gerek bölgesel ve gerekse dünya ölçeğindeki siyasal konjonktür hiç de geleceğe ilişkin toz pembe beklentilerle uyumlu bir gelişme göstermemektedir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, ABD ve Irak’ta yaptığı son temaslar, bir bölgesel ve genel savaşa hazırlık kapsamında olan ve AKP-MHP kliğinin iktidarını kalıcılaştırmayı amaçlayan iç ve dış koşulları dizayn etmeye yönelik geniş kapsamlı bir savaş siyasetinin alt yapısını oluşturmaya yönelik bir plan olarak algılanmalıdır. Erdoğan’ın, yerel seçimlerden önce, ‘’bu benim son seçimim’’ vurgusu da ‘’ben artık siyasetten çekiliyorum’’ anlamında değil ‘’bundan sonra seçim olmayabilir’’ olarak algılanmalıdır. Çünkü, iki darbe organize etmiş ve sayısız yolsuzluk dosyalarını sümen altı etmiş bir hükümet, seçimle iktidarı bıraktığında mutlaka yargılanacaktır, ya da devlet olanaklarını kaybettiği için muhalifler tarafından, gerek yandaş sermaye ve gerekse bizzat kendi kadroları çeşitli yaptırımlarla karşı karşıya gelecektir. Böylesi, 21 yıllık iktidarını yasama, yürütme ve yargı üzerinde denetimsiz bir otorite kurarak bir klik iktidarına dönüştürmüş olan, yandaş sermayeyi çeşitli biçimlerde palazlandırarak, farklı sermaye grupları arasındaki çatışmalarda, devlet olanaklarını kullanarak klik menfaatlerini kurumsallaştırmış, burjuva devlet aygıtının bütün mekanizmalarını ele geçirerek kadrolaşmış bir iktidar, istese de artık iktidarını seçim yoluyla başka bir burjuva iktidara teslim edemez.
Rusya ile Ukrayna arasında iki yıldır devam eden savaş, NATO ve ABD’nin mühimmat stoklarını tüketmiştir. Konvansiyonel bir savaş için en önemli argümanların başında gelen mühimmatın nasıl temin edileceği, Ukrayna savaşının ötesinde olası bir genel emperyalist savaş için NATO ve ABD’nin en önemli problemlerinden biri durumundayken, ABD ile Türkiye arasında varılan anlaşmaya göre; Amerikan ordusunun mühimmat ihtiyacının %30’unun Türkiye tarafından karşılanmasına ilişkin protokol anlaşmasına varılmıştır. Gelecekte, NATO ve Amerikan ordusunun top mermileri de dahil olmak üzere mühimmat ihtiyacının daha da yüksek oranlarda Türkiye tarafından üretilmesi planlanmaktadır. Türkiye’nin gerek Azerbaycan ve diğer Türki Cumhuriyetler, gerek Bosna başta olmak üzere Balkan ülkelerindeki Türk varlığından ve gerekse Irak’taki Türkmen nüfusundan kaynaklanan, Kafkasyadan, Orta Doğuya ve Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmış olan demografik yapısı, olası bir genel savaş koşullarında, Türkiye’yi NATO ve ABD için vazgeçilmez bir müttefik haline getirirken, MİT için de çok geniş bir coğrafyada hareket olanağı yaratmaktadır. Bu nedenle MİT, CIA’dan sonra dünya ölçeğinde en geniş coğrafyada faaliyet gösteren bir istihbarat örgütü olarak ABD ve NATO için ayrı bir işleve de sahiptir.
Söz konusu, yerel, bölgesel ve dünya ölçeğindeki siyasal konjonktür bütünüyle değerlendirildiğinde, AKP-MHP kliğinin, olası bir genel savaşı kendi iktidarını kalıcılaştırmak için değerlendirebileceği, savaş yasaları ve olağanüstü hal uygulamalarıyla seçimleri iptal ederek, tam bir otorite kurduğu devlet aygıtı aracılığıyla bütün muhalif unsurları militarist yöntemler de dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde tasfiyeye yönelerek, iktidarını kalıcılaştırabileceği, bu planının gerçekleştirmek için ABD ve NATO için yukarıda vurguladığımız konular bağlamında, özellikle, bir genel savaş koşullarında vazgeçilmez bir müttefik olma olanaklarını da kullanarak, uluslararası bir destek de bulabileceği çok muhtemel bir olgu durumdayken, özellikle, Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci muhalefetin geleceğe ilişkin olumlu beklentiler içinde olması gerçeklerle bağdaşan bir reel politika olmayacaktır. Böylesi bir siyasal konjonktürde örneğin, legal parti tartışmaları da yersiz ve zamansızdır. Tersine, devrimci muhalefetin mevcut siyasal konjonktürde, legal mücadele araçlarından daha önemli olarak bir genel savaş koşullarına ve olağanüstü hal uygulamalarına uygun mücadele yöntem ve araçlarına ihtiyacı vardır.
Ali Koç, tarafından tertiplenen Fenerbahçe Olağanüstü Kongresi’nde, Ali Koç, TFF şahsında hükümeti hedef alan bir tavır ortaya koymuş, polis teşkilatından valiliklere kadar birçok kurumu sert bir biçimde eleştirerek hükümete yüklenmiş, MİT muhabiri gibi bir işlev gören Abdullah Selvi’yi teşhir etmiş, yerel seçimlerde de açıkça CHP’yi destekleyen bir tutum almıştır. Ali Koç’un bu tutumu ve son Fenerbahçe kongresinde TFF şahsında hükümeti hedef alan çıkışının nedeni, belki de ona, Hitler’in ikinci emperyalist savaşa kitleleri politize ederken, Yahudi sermaye gruplarının mal varlıklarına el koyarak, elde edilen geliri, faşist kitle tabanına ev ve araba dağıtarak, bu kitleleri militarize etmek suretiyle savaşa sürüklemek için hem bir finans kaynağı yaratmak ve hem de burjuva siyasal muhalefeti sindirmek için uyguladığı ekonomi politiğin terörize edildiği yöntemleri hatırlatan, olası bir emperyal savaşa doğru gelişen siyasal konjonktürün bölgesel ve yerel siyasal konjonktürü de kaçınılmaz olarak belirleyeceğine ilişkin kaygılar olabilir ki geçmişte, Uzan Grubu’na yapılanların, bugün CHP taraftarı ve Kemalist oldukları bilinen Koç Grubu’na yapılmayacağının herhangi bir garantisi yoktur. Böyle bir durumda ,ABD ve NATO’nun, genel bir savaş koşullarında Türkiye için taşıdığı stratejik önem, Koç Grubu’nun üstün uluslararası ilişkilerini de böyle bir operasyon için güvencesiz hale getirmektedir. Ki, Koç Grubu ve başka muhalif sermaye gruplarına böylesi bir kamulaştırma operasyonunu gerekçelendirmek için yargı mekanizmasını tamamen kontrolüne almış olan AKP-MHP kliğinin bir yolsuzluk dosyası hazırlaması çok kolay ve basit bir operasyonel taktikten ibaret bir iş olabilir.
Söz konusu yerel, bölgesel ve dünya ölçeğinde siyasal konjonktürdeki gelişmelere Kürt Ulusal Hareketi çerçevesinde baktığımızda ,bir emperyalist paylaşım savaşı olasılığının neredeyse giderek kaçınılmaz bir olgu durumuna geldiği bir tarihsel süreçte, Türkiye gibi bir NATO üyesine karşı, başka bir NATO üyesi ve dünya jandarmalığı işlevine sahip ABD ile ittifak halinde olması, söz konusu süreç için çok önemli olumsuzluklar ve kayıplarla sonuçlanabilecek bir tutarsızlık ortaya koymaktadır.
ABD ve NATO’ya karşı, Türkiye ve dolayısıyla AKP-MHP kliğinin eli, özellikle bir emperyalist savaş koşullarında ,Kürt Ulusal Hareketi’nin elinden çok daha güçlüdür. Böylesi bir siyasal konjonktürde, ABD, Kürt Hareketi ile ittifak koşullarını tasfiye ederek, Türkiye ve AKP-MHP kliğinin yanında yer almaya bugün dünden çok daha yakındır. Oysa, Kürt Ulusal Hareketi, dün Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları için ABD ile ittifaka mecbur kalsa da bugün, böyle bir mecburiyet durumu yoktur. Aksine, ABD’nin Orta Doğu’daki varlığından ,İsrail hariç, bütün bölge ülkeleri rahatsız olup özellikle Filistin sorununun yeniden alevlendiği bir siyasal konjonktürde, bir zamanlar Orta Doğu’da İsrail ile birlikte ABD’nin en güvenilir müttefiklerinden biri olan Suudi Arabistan bile, bugün, ABD karşıtı bir uluslararası siyaset izlemeye yönelmiştir. Ulusal hareketin güç ilişkilerindeki bu değişimi görerek, ilişki denklemini bunlar üzerinden kurması bu açıdan önemlidir…