Bizimle iletişime geçin

Editörün Seçtikleri

Mehmet Yeşiltepe yazdı | Umuda İşçi Tulumu Giydirmeden Barış Gelmez

Süreç, sınıfsal bakış ve ölçüleriyle devrimcileri rol almaya, göreve çağırıyor. Bu rol, pratik olanın yanında aynı zamanda bilinç bulanıklığını gidermeyi, sınıfsal kavram setini anımsatmayı ve anlaşılır kılmayı da içeriyor. Çünkü bu türden sorunlar, keyfi, gündelik akılla veya pragmatik ölçülerle, “kazan kazan” ilişkisi içinde çözülecek sorunlar değildir.

Ekim ayında 48 kadın ve 164 işçi öldürüldü.

Bu, savaşın en sınıfsal yüzü, kapitalizmin en doğrudan sonucudur.

Bu nedenle, umuda işçi tulumu giydirmeden barış gelmez.

Bu nedenle, savaş kendiliğinden bitmez, barış ricayla elde edilmez.

Yukarıdaki başlık, kimilerince, işçinin bizzat kendisine veya mavi yakasına kadar daraltılarak okunabilir. Gerçekte ise burada kastedilen sınıfsal bakıştır; Marksizm’dir. Sınıflar mücadelesinin pek çok başlığı gibi savaş ve barış meselesi de uzun süredir Marksizm’in haklı savaş, haksız savaş tanımlarının üzerinden atlanarak, tüm savaşlar aynılaştırılarak, sol liberal bir duruşla ele alınmaktadır. Ne yazık ki mesele bir tartışma anında yaşanabilecek anlık bir yanılgı olma sınırlılığını çoktan aşmış ve bir paradigmanın alt başlığı haline gelmiştir.

Konumuz gereği söylersek, Marksizm’in; savaşa, çelişmeye, çelişmelerin çözüm yöntemine, savaşın emperyalizmle bağına dair geliştirilmiş ve doğruluğu kanıtlanmış önermelerinin tamamının önce utangaç biçimde sonra da giderek açıktan reddedildiği; sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmasının konulduğu, emperyalizmle ulusların kendi kaderini tayin hakkının (ve hatta Lenin’in) yan yana anılabildiği bir duruştan söz ediyoruz.

Adım adım büyütülen ve giderek genelde emperyalizmin özelde İsrail’in soykırıma varan saldırganlığının devamından halklar adına olumluluk damıtan söz konusu duruş, kimi güncel meseleler, pratik zorunluluklar vb. üzerinden adeta geçiştirilerek tartışıldıkça, yani üzerinde ciddiyetle durulmadıkça meselenin özü, büyüklüğü ve içerdiği tuzaklar ıskalanmış oluyor. Halbuki dünyada ve ülke özelinde yaşanmakta olan gelişmelerin yanlış anlamaya da beklemeye de gecikmeye de tahammülü yok.

Süreç, sınıfsal bakış ve ölçüleriyle devrimcileri rol almaya, göreve çağırıyor. Bu rol, pratik olanın yanında aynı zamanda bilinç bulanıklığını gidermeyi, sınıfsal kavram setini anımsatmayı ve anlaşılır kılmayı da içeriyor. Çünkü bu türden sorunlar, keyfi, gündelik akılla veya pragmatik ölçülerle, “kazan kazan” ilişkisi içinde çözülecek sorunlar değildir.

Dünyada savaş iklimi

Konu savaş olduğunda, emperyalizm başat kavramdır. Dünya ölçeğinde emperyalist savaşın yaşandığı koşullarda bu ilişki, çok daha doğrudan ve görünür hale gelir. Kapital’in birinci cildinde Marks, kapitalizmin savaş üretme potansiyelini, sermayenin niteliği ile açıklar. Buna göre sermaye ölü emektir ve bir vampir gibi canlı emeği emdiği oranda yaşar. Ne kadar çok emerse o kadar çok yaşar. Emperyalizm bunun daha yoğunlaşmış daha saldırgan, savaş ve siyasal gericilik üreten biçimidir.

Bugün gelinen aşama, emperyalizm ve savaş ilişkisinin en doğrudan, en zirve biçimidir; üçüncü yeniden paylaşımdır; küresel savaştır. Bu savaşta İsrail, ABD’nin başını çektiği emperyalist blokun vurucu gücüdür; kendisidir. Hedefleri de performansı da emperyalizmin hedef ve performansıdır. Dolayısıyla da İsrail’e karşı direnç, emperyalizme karşı dirençtir.

Sahanın büyük, aktörlerin de çok ve çeşitli olması, görüntü ve algıyı bulandırabilir; buna bilinçli çabaları, pragmatizmle ve sınıf algısından uzaklaşmakla malul duruşları da eklediğimizde kafaların karışması normaldir. Bu nedenle de pusula işlevi gören sınıfsal bakışla sürecin/savaşın değerlendirilmesi büyük önem taşıyor. Çünkü, meselenin sınıfsal özü yani işleyiş yasaları bilinmeden yapılacak tartışmalar/analizler hep eksik kalacaktır.

Walter Benjamin’in İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra yaptığı “Yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil, kuraldır” değerlendirmesi emperyalizm ve düzeni adına çok şey anlatıyor. İşte bugün bu kural işliyor. Canlı emeği bir vampir gibi emerek beslenen, küreselleşerek vahşet alanını büyütüp çeşitlendiren sermaye, şimdi üçüncü yeniden paylaşım gereği daha modern araçlarla yakıp, yıkıp, yağmalıyor.

Tüm bu veriler gösteriyor ki mevcut savaşların katliam ve yıkımların sorumlusu sermayedir, tekellerdir. Bu doğru değerlendirilmediği sürece yanlış hedeflere yönelme, yanlış ittifaklara girme olasılığı artar.

Marx’ın, “Bir kapitalist her zaman birçok kişiyi öldürür,” saptamasından hareketle diyebiliriz ki kapitalistler katildir; insanlığın ve doğanın katledilmesinde doğrudan sorumlulukları vardır. Marx’ın deyimiyle “Kapitalist olarak o sadece sermayenin kişileşmiş hâlidir. Onun ruhu sermayenin ruhudur.”

Olağanüstü halin olağanlaştırıldığı, istisnanın normal hale geldiği bir dönemdeyiz. Bu, Lenin’in yaklaşık 100 yıl önce “daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir” dediği kapitalizmdir; kapitalizmin giderek büyüyüp çeşitlenen kötülük potansiyelidir. Bunun salt ülkemize ait bir durum olduğunu sanmak, emperyalizmin ve küreselleşen kapitalizmin her yere ve her şeye izdüşümünü görmemek büyük bir yanılgı olur. Türkiye, NATO üyesi yeni sömürge bir ülkedir; NATO, emperyalist savaşta aktif rol alan bir savaş örgütüdür. Bu yıl temmuz ayında Washington’da yapılan 75. Yıl Zirvesi’nde alınan ve gerçekte daha çok silahlanma daha çok savaş demek olan kararlar Türkiye’yi de bağlar.

Türkiye’de darbe iklimi

Darbeler, emperyalizmin ve işbirlikçi sermayenin önündeki engellerin kaldırıldığı, dolayısıyla da emperyalizmle bağın ve sermaye hakimiyetinin artırıldığı süreçlerdir. Darbe dönemlerinde tüm muhalif sesler susturulur, tüm itiraz potansiyelleri etkisiz hale getirilir, rant ve talan grafiği büyür, emekle sermaye arasındaki çelişme sermaye lehine güncellenir, emeğin hakları ya gasp edilir, bu alandaki kurumlar ya da işlevsizleştirilir ya da tamamen kapatılır. Bugünkü sürecin niteliği, darbenin bir iklime, bir sisteme dönüşerek kalıcılaşmış olmasıdır. Bu da dünya ölçeğindeki savaş/paylaşım iklimi ile doğrudan ilintili/uyumlu bir süreçtir.

Her zaman olduğu gibi böylesi süreçlerde de aktüel görevlerin tayini, baş çelişmenin tanımıyla doğrudan ilintilidir. Bu da emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmedir. Ülkeye izdüşümü, faşizm ile halklar arasındadır. Çelişme, bu şekilde tanımlandığında, neden anti emperyalist ve anti faşist mücadelenin başat olduğu; safların, ittifakların bu perspektifle tayin edilmesi gerektiği görülür. Görülen veya görülmesi gereken bir diğer olgu da söz konusu çelişmenin çözüm zeminidir. Bu zemin, uzlaşma değil mücadeledir; emperyalizmin ve işbirlikçilerinin yanı değil karşısıdır.

1 Ekim’de Meclis’in açılmasıyla beraber “barış” ve “terörle mücadele” kavramlarının yan yana anılması, yumuşama adı altında teslimiyete varan uzlaşma ikliminin dayatılması, benzer şekilde Bahçeli ile Ufuk Uras‘ın karşılıklı güzellemelerle yan yana gelmesi, İsrail’in askeri performansının ufkunda halklar adına özgürleşme halüsinasyonların görülmeye başlanması bir tesadüf değildir.

1980, özellikle ’90 sonrasında bir yöntem çöküntüsü yaşandı. Var olan birikimler, taammüden tasfiye edildi, “kendi yanılgısını kendisi üreten” duruşlar oluşturuldu, kendi kendini tasfiye söz konusu oldu. Hayatımıza reel politik girdi, uzlaşma girdi, pragmatizm girdi; sınıflar mücadelesinin yerini normalleşme veya yumuşama aldı; sınıf kardeşliğinin yerini kimlikçi aidiyet aldı.

Ezilenlerin kardeşliği gibi sınıf kardeşliği gibi bir avuç egemen dışında herkesi bir araya getirebilecek olan birleştirici zemin ve ortak değerler varken kimlikçi ayrışmalar eşliğinde “soyağacı, gen haritası” ilgisinin bu denli pompalanması tesadüf olabilir mi?

Benzer şekilde; 20. yüzyılda yani emperyalizm çağında artık ulus sorunu dahil demokratik meselelerin dar bağlamda salt muhataplarının imkanı ve enerjileriyle burjuvazinin önderliğinde çözülmesi koşulunun kalmadığı bir tarihsel süreçte; emperyalizmin 100 küsur yıllık tahribatı sonrasında bu olumsuz koşulların daha da derinleştiği bir konjonktürde; emperyalizm ve işbirlikçileri eliyle ulusların/halkların özgürleşebileceğini, dost olabileceğini düşünmek; mücadele potansiyellerini böyle bir alana taşımak/odaklamak tesadüf olabilir mi? Elbette bir tesadüf değildir ve bu aynı zamanda çözümün nerede, nasıl aranması gerektiğinin ipucudur.

Sonuç yerine

Mevcut savaş ve darbe iklimine eşlik eden ideolojik ve kültürel hegemonya, mücadeleyi olduğu kadar örgütlenmeyi ve birleşik zeminler oluşturmayı güçleştiriyor. Söz konusu hegemonyanın yabancılaşma olarak da tanımlayabileceğimiz biçimde içselleştiğini çeşitli biçim ve zeminlerde görmek mümkün. Bu, objektif koşullar hazır olmasına rağmen subjektif koşullar (bilinç ve örgütlülük düzeyi) için yapılacak çalışmaların, verilecek mücadelelerin ne denli zorlu olduğunu, güç ve moral toparlanmasının neden bu denli uzadığını anlatan olgulardan biridir.

Tabii sözünü ettiğimiz içsel engeller, en güncel olanından en zorlu olanına kadar hiçbir görev ve sorumluluğun ertelenmesine sebep (biri diğerinin önceli) değildir.

1980 öncesinde “Hayatla ölümü, özgürlük talebiyle zulüm ve baskıyı, insanca yaşama özlemi ile daha çok sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün mü?” diye sorardık. Çünkü sorunlara sınıfsal bakardık. Bu, aynı zamanda sınıf mücadelesinin üzerine oturduğu uzlaşmaz çelişmelerin, saflaşmaların ve mücadele hedeflerinin özetidir. Kimlerle, kimlere karşı, nerede ve nasıl durulması gerektiğinin tarifidir.

Bu yazı ilk olarak Sendika.Org‘ta yayımlanmıştır.



Aralık 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031 

Daha Fazla Editörün Seçtikleri Haberler