Ne olacaktı bu öksürük, kayınvalidesi olsa ne yapardı? Uzun sarı yaprakları olan bir çiçekten bahsederdi. Buğdaylar sararmadan taze yaprakları toplanıp kurutulduktan sonra demlenen çayına bal karıştırılıp içildi mi öksürüğü söküp götürür. Bal da şu İliç’e sırt veren Munzur Dağları’nın öte sırtında Havaçor vadisinin balı olacak ki, dediği dün gibi aklında. Ama işte neydi adı o çiçeğin adı. Dilinin ucunda ya lakin bir türlü dile gelmiyordu. Zihninden bin çeşit otun, çiçeğin ismi, namı akıp gidiyor ama hiçbiri değildi işte. Ahğğ bir hatırlasa bir hatırlasa…
Göz kapaklarını parçalıyordu karanlıkta duyduğu ses. Başladı mı durmak bilmiyordu artık. Zaman geçtikçe daha da şiddetleniyor, kulağı sağır eden bir uğultuya dönüşüyordu. Kaç kez hastaneye de gitmişti ama nafile, ilaçlar işe yaramadığı gibi daha da arttırmıştı sesi. Elif bunları düşünürken sesler kesildi, uzanıp telefonundan saate baktı şafak sökmek üzereydi, yavaşça yataktan kalktı, tiftiklenen yeşil hırkasını giydi. Akşamdan sobanın içine attığı kalın odunun kömürleri hala kızıldı şansına, yavaşça kovayı sobadan çıkartıp evin kapısını açtı; ayaz içine işledi. Yanan kömürleri yerden kürekle alıp kovaya geri koydu kovayı yavaşça sobanın içine yerleştirdi. Yaktığı çırayı kovaya attı. Sobanın önündeki kapağı açıp nefesini delikten içeri üflemeye başladı. Ateş harlanınca akşamdan sobanın üstüne koyduğu bakır güğümden çaydanlığa su döktü. Her sabah iki buçuk kaşık attığı çay otunun ayarını biraz kaçırdı bu sabah uykulu haliyle. Çayı deme bırakınca etrafa mis gibi bir koku yayıldı. Dünden açtığı böreği tavada ısıtmaya başladı. Kayınvalidesinden kalmıştı bu tava ona, gözü gibi bakardı. “Huzur içinde yatsın” diye geçirdi içinden. Pek bir severlerdi birbirlerini, yirmi yaşındaydı gelin vardığında, çok emeği vardı üstünde.
Birden şiddetli bir sesle kendine geldi, ciğeri sökülüyordu sanki öksürükten, huzursuzlandı boğulacak diye, elinden de bir şey gelmiyordu. Hikmet ne zaman böyle öksürse onun da nefesi kesiliyordu. Tavayı sobadan indirip yanına koydu, çocukları uyandırdı. Hikmet de kalktı öksürüğü durunca, lanet okuyarak toza, dumana yüzünü yıkadı. Onlar hazırlanırken Elif, sofrayı kurdu beraberce oturdular suyun fokurtusuyla çaylarını yudumlamaya başladılar. Ortalık karanlıktı hala. “Şu havalar iyice ısınsa da dallar çiçeğe dursa, sabahlar erken aydınlansa” diye geçiriyordu. Sabahın bu saatinde konuşacak söz de yoktu ortada uykulu bakışlardan düşlerden başka.
Okul servisi gelmek üzereydi. Televizyonda görüyordu, çocuklar büyüdükçe sınava gireceklerdi, kitabıydı, dershanesiydi… Çocuklar okusun istiyorlardı ama nasıl olacaktı dünya paraydı her şey. Onların da sonu belliydi sanki. Okul bitince babalarının yolunu tutacaklardı ama yine de umut ekmek gibiydi onlar için. Servisin kornası çaldı, çocukları gönderdi Elif, döndü, sofrayı kaldırdı.
Hikmet’e sobada kaynayan ayva yaprağı çayından doldurup içine de bir kaşık üzüm pekmezi ekledi; öksürüğünü biraz olsun dindiriyordu. Hikmet, sobada ısıttığı havluyu imanına yerleştirip kazağını giydi ve çayını yudumlamaya başladı. Bir öksürük krizi göğsüne yerleşti, öksürdükçe elindeki bardaktan çay damlaları üstüne döküldü. Düşünceye daldı, kendine çekildi Hikmet. “Şu genç yaşta illete tutulmuş, hastalığı iyice ilerlemişti. Öksürük krizleri sıklaşmış, halsizlik, son zamanlarda da kusma başlamıştı. Sürekli ayakyoluna gidiyordu. Bu durum bile iş yerinde sorun oluyor, usta başının hışmına uğruyordu. Sanki bile isteye gidiyordu sürekli ayak yoluna. Bu hastalıkta olur demişti doktor. Verdiği ilaçlar olmasa hepten kötü olacaktı.
Şu kara kışı bir atlatsın doktorun dediğini yapacak, bu işi bırakıp istirahat edecekti. Sonra, kapsının önündeki iş olsa da o da diğerleri gibi gurbete gidecek orada daha temiz bir iş bulacaktı elbet. Belki oraya yerleşir çoluk çocuğunu da bu zehir ağan havadan kurtarırdı. Kara kış işte elini ayağını bağlıyordu. Böyle hayallere dalmışken dönüp Elif’i izledi. Onun evin içinde dönüp durmasını sevgiyle izledi. Gözünün gönlünün güzeliydi Elif. Sabahın karanlığından, geceye kadar durmadan koşturuyordu. Göz göze geldiler “sağ ol Elifim” dedi Hikmet. Elif’in yüzüne bir gülümseme yayıldı. Elif’e sıkıca sarıldı. Gelen servisle işe gitti.
Hikmet de o zaman ilk işe girenlerdendi. On dört sene olmuştu çalışmaya başlayalı. Elif’le de o zaman evlenmişlerdi. O zaman mutlu olmuşlardı köydekiler. Gençlere bir ekmek kapısı aralanmıştı, gurbete gitmeyeceklerdi.
Kumral kıvırcık saçları, babasınınki gibi yeşile çalan gözleri, boyu pek uzun değildi ama elini değdirip de beceremediği iş yoktu Hikmet’in. Elif’in gözü de yeşile çalıyordu, boy desen onun da pek uzun sayılmazdı ya, hatta Hikmet muziplik olsun diye eskiden arada bir aynı türküyü söylerdi “Benim yârim çok güzel gız annem, azıcık boydan kısa gız annem”. Gülerlerdi. Sanki hep sevdalıydı bu yeşile çalan gözler birbirine. Ya şimdi sevdalandığı adam aynı adam mıydı, sevdalandığı neşe? Eski neşeleri toza karışmıştı sanki. Yüreği sızladı birden. Ya bir şey olursa ona hiç gülemezdi sanki, hepten yok olurdu sesi soluğu.
Ortalığı hızlıca toparlayıp dışarı çıktı. Baltayı aldı, odun kırdı. Yoruldu, birkaç gün yeterdi kırdığı odunlar. Baltayı aldığı yere bırakıp odunları kapının önüne taşıdı, sobaya odun atıp elini yüzünü yıkadı. Bir çay doldurup televizyonu açtı. Hayat dizidekilerine güzeldi. Varsıl bir hayat. Kocaman denizin kenarında bahçeli üç katlı villa, hizmetçiler, hepsinin ayrı ayrı arabaları… Dizideki adam kuyumcuya girdi, kuyumcu anlatmaya başladı beyaz altından pırlantalarla süslenmiş el işçiliği bir kolyedir diye. Beğendi yanındaki çalışanına ödeme yapmasını söyledi ve çıktı kuyumcudan. Gerçekte de böyle miydi acaba? Ahırdan İneğin sesi gelince, diziyi bırakıp ahıra gitti. Göğe baktı, içine sanki Kızıl Kız oturdu da kalkmıyordu anlam veremedi. Kaç zamandır beyaz bir duman çıkıyordu. Duman yükseldikçe göğü beyaz bir çarşaf sarıyordu sanki, kaynanasını da böyle bir çarşafa sarmışlardı. Sabahki huzursuzluğu artmıştı. Ahıra girdi, Kızıl Kız kuyruğunu sallayınca aklına geldi birden. Tabii ya sığır kuyruğuydu otun adı. Bu yaz toplayıp çayını yapacaktı sonra öksürük möksürük kalmayacak İkisi de rahat uyuyacaktı hem Hikmet’in solgun benzine de iyi gelirdi.
O göğü beyaz bir çarşaf gibi saran dumandan sonra ilkbaharda açan yapraklar solgun, çiçekler isteksiz, sanki karıncalar bile toprağı yükseltmek istemiyordu. Keşke gelmemiş olsalardı, toprak da su da hava da daha coşkun olurdu. Şu İliç’in dağlarını oyup köstebek yuvasına çevirdiler. Belki sığır kuyrukları bile bulunmazdı artık, bir korku kapladı içini. Eve girdi dün akşamdan ıslattığı fasulyeyi sobaya koydu. Gözü tavaya ilişti, “Yanında da bir bulgur pilavı yapayım” diye geçti aklından ama içindeki huzursuzluk giderek büyüyordu. Tencereye baktı, televizyonu tekrar açtı. Programda evlerini gösteriyorlardı yeni evlenenlerin. Onların evleri dizilerdeki gibi değildi ama altın varaklı diyorlardı eşyalarında sarı olan yerlere. O da zenginlikmiş. Sığır kuyrukları bize küsmüşse ne yarardı ki o sarı yerler. Oysa kendi evine baktığında hiçbiri yoktu.
SON DAKİKA diye yazıyordu büyük harflerle televizyonda. SON DAKİKA. Saate baktı 14.30. İçindeki ağırlık arttı, göğsü sobanın içindeki kor gibi yanmaya başladı. Çocukların servisi geldi, karanlık çöktü, sobanın alazı tavanda harlanıyor, bakır güğümün sesi odaya yayılıyordu. Her şey alıştığı gibiydi. Bir tek Hikmet’in sesi yoktu artık. Kalktı, televizyonu açtı. Sanki SON DAKİKA silinmişti, diziler devam ediyordu, televizyonu kapattı. ‘Hava kurşun gibi ağırdı.’