İnsanın yabancılaşmasının tarihteki en derinleşmiş zamanlarından geçmekteyiz. Neredeyse her şeyin parçalamaktan ve anlam bozulmasına uğramaktan kurtulamadığı bir çağda proletarya uluslararası bir düzeyde esasta bir bağımsızlık sorunu yaşamaktadır. Burjuva hoşgörü bulamacını işçi sınıfı siyasetine taşıyan sınıf işbirlikçisi reformist hareketlerin yaptığı tahribatı, Post Marksist kuşatma başka bir cepheden tamamlamak istemektedir. Bilişim ve gözetleme teknolojisinin gelişmişlik düzeyini bahane ederek bütün devrimci rezervlerini yasalcılık adlı burjuva icazetine teslim etme eğiliminin devrimci saflarda güçlü filizler verdiği gözlemlenmektedir. Bu durum, uzak olmayan bir gelecekte doğması ön görülen bir işçi uygarlığını beslemek için legal fırsatlardan faydalanma yerine bağımsızlığı kaybederek kapitalizmin tamirciliğine soyunmaya uzamamaktadır. Her şeyi burjuvazinin teknolojik olanaklarıyla ölçen bu yılgınlığın nedeni ancak güçlü bir proletarya ideolojisine sahip olmamakla açıklana bilinir.
Devrimci saflardaki ideolojik tasfiyenin olumsuz etkileri akıllı makinaların tanrılaşmasına sebep olmuştur. Komünist bir felsefe ve ideolojiden yoksunluk ülkemizdeki proleter iktidar embriyonlarının doğuşunu geciktirmektedir. Milyonlarca yıldır hayatta kalma problemini çözen doğal zekanın günümüzde yapay zekâ alanındaki olası gelişmeler karşısında çaresiz kalmasının sebebi, felsefi ve ideolojik yenilgi sürecini yaşayan ruh halinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Oysa doğanın diyalektik yasaları, doğal zekanın gelişimine belli maddi zorunlulukları gözetmek şartıyla hiçbir sınırlama koymamıştır. Bilişim devriminin temelini oluşturan “Moore Yasası”nın tıkanma aşamasına geldiğini kavrayamayan küçük burjuva solcularının gelecekle ilgili felaket senaryoları çizmesinin nedeni sahip olduğu ideolojinin özürlü bir bilinç doğurmasından ileri gelmektedir. Parlak bir proleter zekanın ancak güçlü bir proleter ideolojinin yönettiği bilinçten doğabileceğini tarihsel tecrübelerimizden iyi bilmekteyiz.
Burjuvazinin yasal icazetine teslim olan anlayışlar kendi öz savunmasından da mahrum kalırlar. Çünkü öz savunma ve bir adım öteye geçerek hesap sorma yeteneği bağımsız bir devrimci felsefe ve ideolojiden beslenmektedir. Devrimci zoru, ancak kendisi için bir sınıf olmaktan kaynaklı egemenlik arayışına giren proletarya uygulayabilir. Son dönemlerde demokratik mücadelenin ön plana çıkmasında sömürü ve zülüm sistemlerinden kurtuluş arayışında ezilenlerin hafızasında zor aygıtlarının tarihsel önemini yitirdiği anlamını çıkarmak büyük bir yanlığıdır. Aksine güvenlik sorununun küresel bir gerçeklik haline dönüştüğü bir dünyanın geleceğine doğru sürükleniyoruz. Günümüzde ülkenin metropollerini ve Avrupa’yı saran devlet kaynaklı çete örgütlenme ve aktivitelerine karşı kendi tabanını ve halkı koruyacak önlemlerden uzak düşen bir örgütlenme anlayışının demokratik olarak değerlendirilmesi düşünülemez. Çünkü bırakalım zor araçlarıyla açıktan keskin bir şekilde verilen sınıf mücadelesini, demokratik alandaki mücadelede bütün taraflar açısından kendi sınıf diktatörlüklerini birbirine farklı metotlarla kabul ettirme etkinliğinden başka bir şey değildir.
Bu nedenle politik geleneğimizi de etkisi altına alan devrimci hareketin saflarına nüfuz etmiş olan “Demokratizm Hastalığı” ile ideolojik mücadele cephesi açılmalıdır. Demokrasicilik oyunu bir küçük burjuva sağcılık oyunudur ve burjuva hoşgörü bulamacına bezenerek halkı silahsız ve savunmasız bırakır. Marksist sınıf diktatörlüğü kavramından soyut bir siyasal mücadele alanı keşfetmek mümkün değildir. Tatbiki ideolojik ve pratik olarak teslim olmuş kesimler için böyle bir sorun bulunmamaktadır ama Kaypakkayacı tarihsel güçler açısından durum aynı değildir. Mesela burjuva ordusunun tam teşekküllü savunma araçlarıyla donatılmış halk ordusuyla değiştirilme ilkesini gözetmeyen bir demokratik mücadele anlayışının terkedilmesinde fayda vardır. Marksist siyaset bilimi demokratik mücadele biçimleriyle devrimin pratik gereklilikleri arasında diyalektik bir ilişki kurmaktadır. Bu ilişkiyi gözetmeyen politik hareketlerin ideolojik tasfiyesi zamanla önlenemez bir gerçekliğe dönüşecektir.
Yani devrimci hareketin kumanda merkezleri, demokratik mücadele ile proletarya yönetimi arasındaki gerilim noktalarına yoğunlaşarak güçlerini yeniden eğitmelidirler. Biz öz ve biçim arasındaki bu gerilim noktalarına ülkedeki son genel ve yerel seçim süreçlerinde yeterince şahit olduk. Tarihteki işçi devleti kurmak için ilk deneme olan “Paris Komünü” dersleri bile burjuvazinin ekonomik ve yönetsel alanlarını elinden aldığınız zaman neler yapabileceğini göstermesine yetmektedir. Marks boşuna Kugelmann’a mektubunda; “Parisli yoldaşlar yenilirlerse bunun nedeni yalnızca iyi niyetleri olacak. Çünkü hemen Versailles’a yürümeleri gerekirdi…” dememişti. Günümüzde kim burjuva iyi niyet ve hoşgörü anlayışının bizlerin ideolojisine sirayet etmediğini iddia edebilir? Seçim süreçlerinde burjuvazinin muhtelif kanatlarına karşı duyulan iyi niyet ve saflardaki burjuva ideolojik bulamaca dair hoşgörü anlayışı bizim devrimci kitlelerle olan bağlarımızı zayıflattı. Halbuki saflardaki bazı küçük burjuva reformistler bu ilkesiz ve herkese kaşıkla şerbet veren politikaların bizleri kitleselleştireceklerini umuyorlardı. Bu gibi anlayış sahipleri, geçmişte üç buçuk milyon üyesi ile İkinci Enternasyonal’in gözdesi olan Alman Sosyal Demokrat hareketinin ihanetinden ve geldiği noktadan bile ders çıkarmamış görünüyorlar.
Ama biz, ideolojik olarak proleter bir zeminden çıkış alan bir hareketin muhtemel yön sapmasının sosyolojik risklerini öngörebilmeliyiz. Bu bakımdan örneğin, onlarca yıl önce yoksul köylülük olarak yaşadığı coğrafyadan göç ederek Avrupa ve ülkenin büyük metropollerine yerleşen geleneğimizin bir kısım tabanındaki sosyal ve ekonomik değişim parametrelerini iyi tespit etmek gerekiyor. Dünün her türlü uygarlık nimetlerinden yoksun kır sakinleri bugün metropollerde ve Avrupa’daki mali sermayenin birer işçi ve esnaf üyesine dönüşmüştür. Köyündeki hayatında endüstri yapımı sentetik bir oyuncağa sahip olmamış bazı bireyler yeni göç merkezlerinde ihtiyaç fazlası mülk biriktirme aşamasına varabilmişlerdir. Özellikle öz geçmişinde devrimci mücadele ve cezaevi deneyimi bulunan bazı kesimler Avrupa’da orta sınıf statüsünde bulunmaktadırlar. Biraz yasadışı rant kırıntıları ve birazda banka kredileri sayesinde solun Avrupa’da aristokrat bir sınıfı oluşmuştur. Uzak cephe gerisindeki devrimci hareketin pragmatist örgütsel çizgisi yüzünden bu burjuvalaşmış sol artıklar maddi menfaat karşılığı itibar ile her daim ödüllendirilmişlerdir.
İdeolojik ve örgütsel tasfiye sürecinin sosyal temeli bu burjuva pragmatizmidir. Sınıf bilinçli devrimci ve komünistler açısından siyasal mücadelenin özü; izlenecek yolun yasal mı da yasadışı mı veya barışçıl mı yoksa savaşçıl mı olduğuna bakmaksızın toplumsal üretim araçlarını kimin kontrol edeceği meselesinde düğümlenmektedir. Bizler açısından tam bir demokrasi bu anlama gelmektedir. Yani özgür üreticiler birliğinin ortaya çıkmasını engelleyen bütün koşullar bizler açısından anti demokratiktir. Devleti ve hukuku güçlendiren bir siyasal mücadele biçimi biz komünistler açısından esas alınamaz. Çünkü bu durum sınıf imtiyaz ve farklılıkların derinleştiğine dair en tersinemez emarelerdir. Proletaryanın ideolojisi, partisi ve devleti herkesin malı değildir: bunları canı, kanı, zamanı, emeği, yeteneği ve tüm varlığından vererek geliştiren, büyüten, ilerleten, güçlendiren, koruyan ve hedefine ulaştırmaktan usanmayanların devrimci emeğinin sonucu olarak her türlü mal-mülk hukukunu sönümlendiren tarihsel bir savaşım aracıdır. Ve bu kavrayış bir ideoloji meselesidir. İdeolojik olarak netleşmeyenlerin proletaryaya, onun partisine ve hedeflediği proletarya diktatörlüğüne ve nihai hedef olan komünizme bir katkıları olamaz…