Bizimle iletişime geçin

Makale

Devrim ve Anti Devrim Diyalektiği…

Örgütsel yaşamı soyut formülasyonlar ve bazı teknik konular olarak görmenin ötesine geçemeyen anlayışlar saflara taze kanın akmasının önünde engel olan betondan bir bariyeri andırmaktadırlar. Böylelikle eleştiriden nefret eden ve yalan söyleyen bir politik tipolojinin evrimi bu şekilde hayat bulmaktadır.

Bu iki zıt uçlu kutuplar birbirine adeta bir pamuk ipliğiyle bağlıdır. Bunun nedeni; en değme devrimin bile bağrında anti devrimin tohumlarını taşıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Eğer devrim fikri soyut değil dünyevi yaşamda karşılığı varsa, yani gerçek yaşamdaki maddi çelişkilerin bir tezahürü sonucu gerçekleşiyorsa, bu çelişkileri ortaya çıkaran toplumsal alt yapı tarih sahnesinden ortadan kaldırılmadıkça belli özgün maddi koşulların denetiminde devrimci olan şey devrim karşıtına, devrim karşıtı olan şeyde devrimci olana doğru dönüşebilir. Bu aynı durumun asıl olarak ontolojik kaynağını doğanın işleyişinden aldığını burada hatırlatmak isteriz.

Evrenin dörtte üçünü oluşturan hidrojenin karşıt atomunun İsviçre’deki CERN deneylerinde elde edilmesi gerçeği, aslında bizlere Mao’nun siyaset felsefesine konu olan komünist parti içerisindeki iki çizgi mücadelesi teoreminin ne kadar akla uygun olduğuna dair önemli bir işaret vermektedir. Eğer doğadaki bütün gerçek zerrecikler karşıtları ile bir ilişkileniş temelinde bir arada var oluyorsa, o halde doğanın bir maddi yansıması olan toplumsal alanın her kategorisin dede buna benzer ama kendi özgün koşullarında devinen bir durum olmalıdır. Bir örnek vermek gerekirse evrenin temel yapı taşı olan hidrojen karşıt hidrojen atomlarına ya da her şeyin atomunu oluşturan 3 parçacığın hepsinin birer karşıt parçacığı varsa, o halde maddenin özel bir uzamı olan komünist partisinin de kendi içerisinde karşıt bir zıt kutubu bulunmalıdır.

Bir zamanlar dünya proletaryasının gözdeleri olan bazı komünist partileri bir yozlaşma sürecinin sonunda kapitalist akıntıya kendilerini kaptırdılar. Resmi yapıları görüntüde korunmuş olsa bile günümüzde burjuva devlet mekanizmasının ve ulusal sermayenin sadık bekçilerine dönüşmüş bir “Komünist Partileri Mezarlığı”ndan bahsetmek artık mümkündür. Günümüz koşulları, tarihte ikinci enternasyonalin ölüm sürecine benzer bir dönemin işaretlerini bir miktar vermektedir. Eğer tarihte bir kez bile bir proleter parti proletaryanın celladına dönüşebilmişse bunun bir istisna olarak kalamayacağını bütün sosyal bilimciler bilirler. Bildiğimiz gibi; Engels’in doğa kavrayışında istisnaya yer yoktur. Bu tespit oldukça başarılı ve isabetli bir tutumdu. Bu mesele günümüzdeki fizik dünyasının üstünde hem fikir olduğu bir konudur. Ama sosyal bilimlerdeki diyalektik işleyiş tabii ki doğayı olduğu gibi taklit etmez. Maddenin bu özel biçimi birçok kategorik alanda kendisine göre karmaşık bir işleyiş halindedir.

Mesela Amazon ormanlarında hala ilkel komün hayatı yaşayan kabilelerin varlığı bir takım istisnai örnekler olarak verili dünya gerçekliğinin toplumsal kavramlaştırılmasını değiştirmez. Biz toplumsal iktidar araçlarının ve tabii ki düşüncenin gerçek maddi yaşamdaki sınıf karşıtlığı nedeniyle birbirinin karşıtına dönüşmesinin istisnai bir olay olmadığını burada rahatlıkla belirtebiliriz. Yani bir sınıfsal varoluş ve egemenlik biçiminin kendi kendisini terk ederek rakip sınıfların bir varoluş ve egemenlik biçimine bürünmesi durumunu yöneten sosyal yasalar, doğadaki parçacıkların kendi aralarında oluşturdukları hareketin bir benzer yolunu takip etmektedirler. Eğer toplumsal alanda bir şeyin epistomojisi karşıtı olan şeyin epistemolojisine dönüşüyorsa biz burada rahatlıkla toplumsal alanın diyalektik işleyişinin doğanın diyalektiği ile kendi özgün iç koşullarında sayısız, tersinemez ve sağlam bağlar kurduğunu ön görebiliriz. Zaten bize göre Engels; Marks’ın toplumsal alan çalışmaları içerisinde beliren diyalektik işleyişinden esinlenerek bu bütüncül bilimsel metodolojiyi doğaya uygulamaya çalışmıştı. Günümüzde düzenlenen bütün ideolojik saldırılara rağmen Engels yoldaşın bu çalışmaları hala zamana karşı başarıyla dayanabilmektedir.

Marksist siyaset bilimini onun doğaya ilişkin olan diyalektik anlayışından koparmak enternasyonal proletaryanın nihai kurtuluş olanağından büyük bir parça koparmak anlamına gelmektedir. Tarih boyunca yaşanmış bütün yenilgi sonrası dönemlerde komünistler hep bu aynı tasfiyeci saldırı ile karşı karşıya kalmışlardır. Günümüzde ise bu şeytandan devr alınan eski gelenek, en başta post Marksistler tarafından yoğun olarak devreye konulmuş bulunmaktadır.

Peki tıpkı fizikçi Paul Dirac, denkleminde olduğu gibi bir karşı maddeye dönüşmemek için toplumsal mücadele alanındaki devrimciler ne yapmalıdırlar? Sanırız ideolojik tasfiye dalgasına karşı ilk adıma; olan bitenleri yeniden kavramlaştırma ve kendimizi tanımak ilkesi ile başlamak gerekiyorsa eğer, ikinci adıma ise; “Ne yapmalı” sorusu ile başlamak akla en yatkın olanıdır. Devrimci hareket açısından böyle bir dönemin zorluğu; her alanda bir tıkanmanın yaşanması, kadrolarda devrimci motivasyonun düşmesi ve giderek yozlaşmaya doğru dönüşen bir yapıya dönüşmesidir. Bütün yozlaşma süreçlerinde kişi tapıcılığının ve dinsel/kutsal ortamın geliştiğini sosyal bilimciler bilmektedirler. Politik örgütler devrimci üretimden gelen bir çözüm gücü olamayınca geçmişin kutsal hayaletlerine sıkıca sarılmaya meyilli olurlar. Böylesine bir klan, totem ve büyü ortamından oluşan örgütsel kültürde iki yüzlü, ne yapacağını bilemez ve her tarafa yönlendirile bilinir bir durum da kaçınılmaz olur.

Özellikle sahada eskiden yıllarca çalışmış ve atıl bir durumda kalmış ve belki de bir kısmı hala devrimci kamu alanlarını işgal eden politik primatların yıkıcı özelliklerinin bu kadar uzun bir zamana karşı dayanıklı olması durumu başta pedagoji olmak üzere sosyal bilimler açısından incelenmeye değer bir konudur. Bütün mücadele alanları içerisinde Avrupa göçmenlik sahası başlı başına bir sosyal büküntüyü akıllara çağrıştırmaktadır. On yıllar içerisinde sinsice gelişen, sosyal varlık ile sosyal bilincin tersleştiği, Avrupa standartlarında yaşayıp, geldikleri ülke standartlarının talep ettiği militan devrimci kişilikle görünme(!)yle devrimcilik yapılacağı gibi hastalıklı bir politik kişilikten kopuş politik geleneğimizin adeta ilk sosyal devrimi olacaktır.

 Bu mesele aslında Türkiye devrimci hareketinin 12 Eylül darbesinden beri neredeyse elli yıla yaklaşan bir sorunsal yumağı gibi orta yerde durmaktadır. Sınıf bilinçli emekçi kitleler her tarafta bu tarihsel düğümün devrimci tarzda çözümünü talep etmektedirler. Eğer Maoist siyaset tarzı kitlelerden ögrenmekse emekçi devrimci tabanımızın bu özlemine yanıt verilmelidir. Örgütsel sistemi oluşturan sosyal bileşenin yabancılaşma halinin tek tedavisi; devindiren, yıkan ve yaratan devrimci halk kitlelerini tarihin öznesi olarak gören örgütsel uygulamalarda yatmaktadır. Yıllarca bir kuluçka makinesi gibi çalışan yarı küçük burjuva ve yarı ilkel klan sosyal düzeneklerden türeyen bilinçler proleter aydınlanmanın önünde engeldirler.

Biz kısmen saflarımızda ve kısmen çeperlerimizdeki bu tarihsel gerici kastların geleneğimizin bağrına küçük ama tıpkı bir çeliğin ışıltısı gibi vuran ışık huzmelerinden rahatsızlık duyduğunu hayatın içinden gözlemliyoruz. Devrimci proleter bilinç ve kişilik uyumunu yakalamış her birey ve örgüt, kamu alanlarını kendi kişisel mülkü gibi gören bütün burjuva anlayışları yenilgiye uğratmakta tereddüt etmez. Nasıl ki Marks ve Engels yoldaşlar Komünist Manifestoda mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceklerini açıkça tüm dünyaya ilan ettilerse onların ardılları iddiasındaki her komünist öznenin de sosyalist demokrasi davasına kendisini dayatan küçük burjuvazinin gerici imtiyazlarına son vermekte kararlı olması bir zorunluluktur. Tasfiyeci kişiliği ve eğer varsa yetkiyi devrimci harekete dayatmak yer kürenin her köşesinde siyasal gericilik anlamına gelmektedir.

Bir komünist birlikte de proleterler ile toplumsal alt kültürden beslenen küçük burjuva marjinal gruplar arasındaki çelişmeler bir sınıf egemenliği mücadelesine karşılık gelmektedir. Sınıf bilinçli olanlar, bu egemenlik mücadelesini işçi demokrasisinin temâyüllerine göre, yani devrimci hukuk, etik ve tüzük ilkelerine göre verirler. Bu mücadelede, proleter dönüşüme direnen bazı marjinal odakların labirentlerde çevirdiği kışkırtma, tokuşturma ve birbirine kırdırma oyunlarının ne olduğunu kültür devriminden tecrübe edenler olarak, onları deşifre edilmesinde de görev örgütlü devrimci mücadelede hesapsız proleterlere düşer. Komünistlerin bu iç mücadele yasasının bir tarafı olarak yapmaya çalıştığı şey, aslında, tarihsel büyük birliği sağlamaya çalışmaktır. Kendi içerisinde birlik olamayan bir politik gücün kendi dışındaki komünist güçlerle birlik siyasetini başarıyla yürütmesi neredeyse imkânsız gibidir.

Birlik dediğimiz zaman hangi nedenle olursa olsun yapının dışına veya karşısına geçmiş sosyal güçleri yeniden kazanılıp toparlaması olarak algılanmalıdır. Örgütsel işleyişi tanımayan, haklı ya da haksız sebeple ters düşmüş bütün insan güçlerinin yeniden bir arada toplanmasını sağlayan geniş bir ufka sahip devrimci politikalar üretilmesi gerekiyor. Bunun yolu ise etkili bir devrimci eleştiri- özeleştiri mekanizması ve çok yönlü komünist üretimden geçmektedir. Yanlış eğilimlere karşı keskin ideolojik mücadele vermemiz ötekileştirilmeye vardırılmaz. Bizler ideolojik mücadeleyi parçalanmak, birbirimizden uzaklaşmak ve güçsüzleşmek için vermiyoruz. Tam tersine birleşmek, yakınlaşmak ve daha da güçlenmek için veriyoruz.

Bunlara bir takım hata ve zaaflara düşen insanlarımızda dahildir. İdeolojik mücadeleyi işçi sınıfının saflarını ve çevresini karıştıran bir maymun oyununa çevirmek sorumsuz küçük burjuvazinin tipik davranışlarından birisidir. Çünkü bu özürlü bilinçler meseleyi ideolojik ve sınıfsal değil kişisel algılamaktadırlar. Politik özü olmayan bir güven ortamının kof bir şey olduğunu ve sınıfsal birliği gerçekleştiremeyeceğini anlamakta fayda vardır. Kafa kol ilişkilerinden salımlanan güven duygusunun bir saman alevi kadar dayanıksız olduğunu tarihsel tecrübelerimizden biliyoruz. Günümüzde yaşanan bu güven bunalımını ortadan kaldırmadan insan yeteneklerinin gelişebileceği bir siyasal ortamın hayalini kurmamak gerekiyor.

Dönemin en büyük sorunlarından birisi de devrimci inancı ve enerjisi düşen sosyalist demokrasi kurumu kadrolarının kendi yetenek ve kapasitelerine göre bir örgüt yaratmaya meyilli olmasıdır. İşçi sınıfı devrimciliği ikinci bir ek iş olarak yapıla bilinir bir şey değildir. Devrimciliğin esas yaşam biçimi olmak dışında tarif edilme biçiminin olmadığını bilince çıkarmamız gerekiyor. Yani “İşçi sınıfı devrimciliği dışında hayatta kalan her şey ikincil bir iştir.” diyebileceğimiz gelişmiş bir bilinç noktasına varmak gerekiyor. Mesela gerici aile ilişkilerinden kopmadan ve hatta onu önceleyen bir anlayışla devrimcilik yapmaya çalışan bir birey tek koltukta iki karpuz birden taşımak isteyen çözümsüz ve eklektik bir biçareyi andırmaktadır.

Halbuki aile kapitalizmin ilk devrimci aşasından günümüzdeki can çekişen aşamasına kadar devrimciliği hep öğüten bir katalizatör gibi çalışmıştır. Hatta aile gerçekliği tarihin başlangıcından beri insan gelişiminin ve özgürlüğünün önünde bir zindan görevi görmüştür. Aile ilişkilerinden kopamadan devrimci olunamayacağı gerçeği kesinleşmiş bir gerçekliktir. Çürüyen kapitalizm aşamasında böylesine köhnemiş ilişkiler içerisinde kalarak işçi sınıfına önderlik yaptığını zanneden bazı kadrolar kendilerini ve çevrelerini kandırmaya devam edebilirler tabi. Ama bu ikili yaşamdan türeyen çarpık bilinçlerin halkın sorunlarına devrimci çözümler bulması beklenmemelidir. Bu tür yarı arkaik kültürden beslenen insanlar genelde zevahiri geçmişe ilişkin kutsal anlatımlarla kurtarma eğilimindedirler.

Örgütsel yaşamı soyut formülasyonlar ve bazı teknik konular olarak görmenin ötesine geçemeyen anlayışlar saflara taze kanın akmasının önünde engel olan betondan bir bariyeri andırmaktadırlar. Böylelikle eleştiriden nefret eden ve yalan söyleyen bir politik tipolojinin evrimi bu şekilde hayat bulmaktadır. Devrimci hareketin tüm bu çarpıklığa ve olumsuz duruma rağmen rezervlerinde kalan devrimci birikimini toparlayarak bu koşulları aşma olanağı vardır tabii ki. İdeolojik zaferin güvencesi nicelikte değil bilakis nitelikte saklıdır. Dönemin ideolojik olarak kırılmış kadro yapısına göre politik öncülük iddiasındaki örgütsel modeller ertelenmelidir. Bu tür geriye düşmüş ya da toplumsal genel akıntının sürüklediği sosyal malzemeye uygun otonom yerel örgütlenmeler yaratmak gerekiyor.

Biz bunlara direkt işçi sınıfı örgütleri demek yerine işçi sınıfıyla dayanışma temelinde sosyal ağlarda diyebiliriz. Yani sosyalist demokrasi mücadelesinin kumanda merkezleri bir burjuva sosyal demokratla bile arasındaki mevcut ayrım çizgisi ortadan kalkmış bileşenlerini işçi sınıfının politik örgütlerinde yönetici konuma getirmemelidirler. İdeolojik tasfiye ortamının ulus aşırı yaşandığı dönemlerde örgütsel küçülmeye gitmek genellikle başarılı sonuçlar vermiştir. Devrimler tarihinde böylesine uzayan özel dönemlerde iyi bir hazırlık sonrası kuluçkadan yeniden çıkış ve somut koşulların somut tahlili gereği sınıf mücadelesine etkili müdahaleyle ilgili birtakım deneyimler bulunmaktadır. İşçi sınıfının örgütünden başka bir silahı yoktur. Dönemin, yani zamanın kadrosunu yaratacak koşullardan potansiyel sebeplerle henüz uzak olduğumuz ortadadır. Bunun esas nedeni ise; bu konudaki örgütsel evrimimizi tarihte doğru yönetemememizden kaynaklanmaktadır. “Ne ekersen onu biçersin.” öz deyişi birazda bu konuyla ilintili bir şey olmalıdır. O halde uzak olmayan bir gelecekte biçmek istediğimiz hasadın tohumlarını bugünden derhal toprağa atmalıyız…



Eylül 2024
PSÇPCCP
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30 

Daha Fazla Makale Haberler