Diyalektiğin sadece toplumsal kategoriyi kapsadığı, doğanın işleyişiyle bir bağının bulunmadığı yönündeki görüşlerin post Marksizmin günümüzdeki başlıca tezleri arasında olduğunu biliyoruz. Nasıl ki doğanın belirli bir işleyişi ve evrimi varsa toplumunda ona benzer belirli bir işleyişi ve değişimi vardır. Toplum doğanın uzamı olduğu için ürünü olduğu doğanın işleyişine uymak zorundadır. Maddenin değişimi konusu ele alındığında biz bundan fiziksel ve kimyasal değişimi anlamamız gerekiyor. Sadece kendi dış katmanlarında fiziksel değişimler yaşayan maddenin özü aslında hep aynı kalmaktadır. Ancak bu durum kimyasal değişim yaşayan maddeler için söz konusu değildir. Mesela; içsel değişime karşılık gelen doğadaki mayalanma, paslanma ve çürümeyle fiziksel değişime karşılık gelen yırtılma, kırılma ve ufalanma aynı nitelikte şeyler değildirler. Bu bahsettiğimiz yasalar toplumsal ortamda da farklı formlara bütünerek benzer hareket özellikleri gösterirler.
Mesela; bir komünist partisinin fiziksel yenilgisi ile ideolojik dönüşümü aynı nitelikte tasfiye biçimleri değildir. Nasılki bir demirin paslanma dışında eğilmesi yada kırılması kendisi için varoluşsal bir tehdit değilse bir komünist partisinin nicelik kaybıda onun için esasta varoluşsal bir tehdit oluşturmamaktadır. Eğer böyle olmasaydı; 1905 şubat yenilgisinden iki yıl sonra Bolşeviklerin Moskovada ki toplam parti komitesi altı taneye, ülke genelinde ise üye sayısı 150 kişiye düşerek 1909’da tamamen silinme noktasına dayandıktan bir kaç yıl sonra tekrar üye sayısı elli binin üzerine çıkamazdı. Burjuva sosyalizminin revaçta olduğu Rusya’da yıllarca küçük bir “hizip” olarak anılan bolşeviklerin tarihi değiştirecek bir ilk işçi devrimine önderlik yapabilmesinin sırrı, bilgiye hükmedecek devrimci bir ideolojinin aracılığıyla ancak bir tarihe sahip olunabilineceği gerçekliğinde yatmaktadır. Bir tarihsel toplumsal eylemin öznel mi yoksa nesnel mi olduğunu belirleyen kriterlerin başında; doğa ve toplum tarihi içerisinde gezinen yasaları açığa çıkaran hareketin bilgisine hakim olmak gelmektedir.
Tarihsel ve diyalektik materyalizmin bütünlüklü bilgisi insanın özdeksel, toplumsal ve tinsel evrenlerini anlama, çözümleme, değiştirme ve onlara egemen olma yeteneğini ortaya koyar. Peki nicelik olarak defalarca silinme noktasına gelen bir komünist partisini yerin dibinden birdenbire açığa çıkan artezyan suyu gibi yeniden diriltip coşturan yasalar nereden gelmektedir? Neden Lenin yoldaşın önderlik yaptığı küçük ama çelikten bir çekirdek dünyayı binlerce yıllık alışılagelmiş bütün normlarından sarstı? Ama neden onlardan daha önceleri üç milyon üyesi ile ikinci enternasyonelin gözdesi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi kendi ulusal devletinin ve kapitalizmin gönüllü bir uşağına dönüşmüştü? Tabiki Ekim komünarları nezdinde bunun esas nedeni; bilimsel sosyalizm öğretisine burjuva ideolojisinin uzlaşma fikrini sokmak isteyen anlayışlara karşı tavizsiz mücadele verilmesinden ileri gelmekteydi. Çünkü bir komünist hareketteki varoluşsal tehdit insan çoğunluğunun geleneksel duyularına hoş gelen politik tohumların bağrında filizlendiği için burjuva hoşgörü fikrine karşı tavizsiz mücadele vermek tasfiyeci çizgiyi daha ete kemiğe bürünmeden engellemek anlamına gelmektedir.
Proletarya ile burjuvazi arasında radikal demokrasi, ekolojik toplum ve demokratik sosyalizm gibi üçüncü yol arayışlaŕı, burjuva hoşgörü bulamacı ve demokratik merkeziyetçiliğin kaldırılarak yerine toplumsal çoğunluğun geçirilmesi gibi sözde yenilenme peşinde koşan hareketler ise zamanla tarihin çöplüğüne boyladılar. Bu nedenle sınıf savaşımını komünist partisinden silmek isteyen Bernsteincı sosyal ihanet çizgileri daha embriyon halindeyken tasfiye edilmeden tasfiyeciliğe karşı zafer kazanmanın mümkün olmadığını yüksek sesle söylememiz gerekiyor. Yani Marksizm görüntüsüyle komünist partisine sızan burjuva ideolojilerinin tespiti ve yıkıcı eleştirisi yapılmadan bir komünist partisinin varoluşsal güvenliği teminat altına alınamayacaktır.
Geçmişte “Almanya Sosyal Demokrat Parti”sinin dönüşümünün Lassalle’nin işçi sınıfının kurtuluşunu başka sınıfların önderliğinde bağlayan anlayışından ortaya çıktığını biliyoruz. Marks ve Engels 1879’da SPD saflarındaki yoldaşları olan Wilhelm Liebknecht ve August Bebel’e gönderdikleri bir mektupta; işçi sınıfının kurtuluşunun işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Hatta işçilerin kendilerini kurtaramayacak kadar geri ve eğitimsiz oldukları gerekçesiyle onların büyük ya da küçük burjuvazinin iyiliksever kesimleri tarafından kurtarılmaları gerektiğini savunan örgütlerle ortak iş yapmayacakları bile mektupta belirtmişlerdir. Devrimci hareketin ülkedeki demokratik ayağında Avrupa komünizmine Amerika kıtasını yeniden keşfedercesine anlamsız bir öykünmenin başladığını yakın geçmişte gözlemledik. Halbuki tarihsel proletarya bu filmi daha önce defalarca izlemişti. Avrupa komünizmini keşfederek burjuvalaşma yöntemi dönemin en yaygın tasfiye biçimidir.
Emperyalist kampların ilerde kendi aralarındaki bir boğazlaşma seferberliğine karşı hazırlıklar yapığına dair haberler her gün basına sızmaktadır. Fransa ve Almanya gibi ülkelerdeki militarist yeniden yapılanma politikalarına karşı parlemantolardaki revizyonistlerin destek verdikleri anlaşılmaktadır. Bu anlamda emperyalistlerin dünyayı bir halklar mezarlığına çevirecek kirli politikalarına karşı kılını bile kıpırdatmayan batılı dönek komünist hareketlerin postmodernist çevre, ekoloji, kadın, çalışma hayatı ve bir dizi sosyal hareket anlayışının etkisine girmek yenilenmek değil gerilemek ve çözülmek anlamına gelmektedir. Eski bir halk özdeyişinde olduğu gibi; “Kelin merhemi olsa tutar önce kendi başına sürermiş.” demesi geliyor insanın burada. Dünyanın yaşadığı ağır kriz koşullarında devrimini aramak yerine emperyalist hegemonya dalaşında bir tarafın sermaye sınıfıyla birlikte hareket etmek büyük bir ideolojik sapkınlığa neden olmaktadır. Avrupanın sözde komünist hareketleri üçüncü bir yol arayışıyla neo liberal politikalara işçi sınıfı içerisinde hoşgörü kazandırdılar. Proletarya ile burjuvazi arasında denge gözeten sistem tamirci tutarsız ideolojilerin gözetiminde zamanla emek sınıfları sermayenin boyunduruluğuna terk edildi. Ideolojide net olmamak, uzlaşmaz sınıf ayrımlarının zıt kutuplarını uzlaştırmaya çalışmak ve neo liberal pazar ilişkilerinin varlığına hoşgörü ile yaklaşmak ihaneti süreç içerisinde derinleştirdi. Emek kesimlerinin ulusal kalkınma için sermayenin lehine fedakarlık yapması gerektiğini telkin eden politikalara yıllarca meşruluk kazandırdılar.
Günümüzde ise Ukrayna’daki savaşı bahane eden Avrupa sermayesinin militarist yeniden yapılanma projeleriyle dünya çapında hegomanya peşinde koşmasına sesini çıkarmayan burjuva sosyalizmi toplumun bu yönlü ideolojik dönüşümünde görevler almaktadır. Tarih boyunca proletaryanın içinden çıkan sosyal hainler hiçbir zaman açıktan komünizme düşmanlık yapmamışlardır. Bu kesimler gerçek sınıf niyetlerini sosyalizmin zenginleştirilmesi ve Marksizmin yaratıcı bir biçimde geliştirilmesi gibi yıldızı parlayan bir kisvenin arkasına saklamışlardır. Gorbaçov bile Ekim Devrimi’nin 70. yıl dönümünde Perestroyka’yı sahte ve düzenbaz bir şekilde sosyalizmin geleceğine armağan etmeyi kamuoyu önünde başarabilmiştir. Tarih bizlere göstermiştirki tasfiyeci hücum ilk olarak burjuva demokrasisinin sosyalizme uygulanma biçimiyle ve ikinci adım olarakta komünist partisindeki proleter odaklara karşı moral çöktürme operasyonları ile kendisini göstermektedir. Parti tarihindeki en çok onur duyulan tarihsel dönemlerle komünist şahsiyetlerin şeytanlaştırılması ve itibarsızlaştırılmasını komünist saflarda bir karşı devrim belirtisi olarak algılamakta fayda vardır. Tabi bu durumun tam terside gerçekleşebilir. Yani karşı devrim yeteri kadar güç toplayarak açıktan diktatörlüğünü ilan edene kadar parti tarihindeki şanlı ara dönemleri ve devrim kahramanlarını fetişleştirebilir. Proletarya böyle durumlarda ne söylendiğinden daha çok kendi kamu alanlarına burjuva demokrasisi siyaset, etik ve kültürünün yamalanıp yamalanmadığına daha çok odaklanmalıdır.
Mesela; Çin devrim tarihinde Deng Xiaoping’in Kültür Devrimi, devlet, iktidar ve parti hakkındaki değerlendirmelerine göz attığımız zaman Mao fetişizmi altında bu kategorilerin nasılda burjuva hoşgörü ve çoğulculuk esaslarına göre inceden inceye işlendiğini görürüz. 1978’de gerçekleşen ÇKP 11. Merkez Komitesi 3. Genel Kurul toplantısındaki önemli dönüşüm kararları böyle bir taktik sayesinde alınabilmişti. Çin’in piyasa ekonomisine yönelmesinin başlangıç noktası olarak kabul edilen bu toplantı Mao Zedung düşüncesi kisvesi altında yapılmıştı. Deng Xiaoping’de tıpkı tarihsel ardılı olan Avrupalı revizyonistler gibi işe ilk olarak burjuva hoşgörü siyaseti getirmek ve ekonomi yöneten merkeziyetçi anlayışı kaldırmak şeklinde başlamıştı. Zaten Deng Xiaoping 11. Ulusal Parti Kongresi’ndeki konuşmasında; “Bazı bölgelerin, bazı işletmelerin, bazı işçi ve köylülerin diğerlerinden daha önce, daha fazla gelir ya da kazanç elde edebilmeleri için izin verebilmeliyiz.” diyerek niyetini tam belli ediyordu. Böylelikle komşusu zenginleşen Çin halkını liberal bir rekabet ortamında daha fazla üretime teşvik edebilmeyi planlıyordu. Bu aslında sosyalizmin bütün tarihsel kazanımlarını terk ederek sınıflı topluma geri dönmenin ilk ayak sesleriydi. Bu geri dönüş bazan devrim öncesi burjuvazinin yasal icazetine sığınarak, bazende devrim sonrası burjuva ekonomi politiği üreten siyasete geri dönerek gerçekleşir. İşçi sınıfının tarihsel stratejik hedefleriyle örgütlenme biçimi arasında kopmaz bir bağ bulunduğu halde bir komünist partisinin kendisiyle birlikte bütün rezervlerini burjuvazinin icazetine terk etmesi yenilgilerin en kötü olanıdır.
İşçi sınıfının dünya görüşünü terkettikten sonra örgütsel varlığı korumanın tarihsel bir önemi yoktur. Tarihin sahnesinin kitlesel gücünü burjuva parlemantolara taşıdıktan sonra son nefesini veren komünist partilerle dolu olduğunu biliyoruz. Kapitalizmi daha insancıl kılmak yönündeki bütün politik üretimlerden bilimsel olarak şüphe duymak ve tasfiyecilik kokusu almak isabetli bir tutumdur. Neo liberalizm ile burjuva demokrasisi arasında bir çelişki olduğunu söyleyen ve bu köhnemiş müesses nizamı iyileştirme ve tamir etmeyi bizlere telkin eden burjuva sosyalistleri tarihin en büyük yalanını söylemektedirler. Halbuki Lenin yoldaş geçtiğimiz yüzyıldan demokrasi sorununun Marksist çözümünü; burjuvazinin devrilmesi ve proleter zaferi hazırlamak için bütün demokratik kurumların ve özlemlerin bu yolda seferber edilmesi olarak açıklamıştı. Demokratizmi otonom bir varlık gibi kendi içinde amaçlaştırmak tasfiyeciliğe ve oradanda bizleri burjuva toplumunun yeniden üretimine doğru götürür. Toplumun temel sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşüm talep etmeyen politikaların reformizm olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Günümüzde sosyalist demokrasi mücadele örgütlerinin içinde bazı dönemler rastlanan en temel ideolojik sapmanın siyasal demokrasiyi kendi içinde amaçlaştırmak olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Eğer bir demokrasi mücadelesi egemen burjuva sınıfının devrilmesi süreciyle örtüşmüyorsa ve hatta onunla aynı anlama gelmiyorsa proletaryanın siyaset bilimi açısından sorunlu olduğu anlamına gelmektedir. Devrim üretmeyen demokrasi mücadelesi hayat boşluk tanımadığına göre kaçınılmaz olarak burjuva uygarlığı için bazı yapı taşları üretmeye başlayacaktır. O halde demokratizmin ana akım ideolojik tasfiye biçimlerinden birisi olduğunu burada rahatlıkla belirtebiliriz.
Bir örnek vermek gerekirse; barışçıl ve demokratik bir kapitalizmi hedef almak ideolojik tasfiyecilik değildirde nedir peki? Oysa tamda Lenin yoldaşında benzer bir şekilde dediği gibi; işçi sınıfı içerisindeki oportünizmi güçlendirmemek için demokrasi talepleriyle birleşmek demokratik mücadelenin en doğru biçimidir. Komünizm yerine radikal demokrasiye bağlıklarını ilan eden post Marksistlerle verilecek bir ideolojik savaşımın sonuçları gelecekte sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin konumunu belirleyecektir. Sınıf farklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan proletarya demokrasisi yerine burjuva diktatörlük biçimlerinin jacoben türlerini geçirmek tamamlanmış bir ideolojik tasfiyeden türeyen kategorilere örnek olarak gösterilebilinir. “Artık emeğin, üreticilerinin ve aynı zamanda onun kolektif el koyucularının olmadığı sömürüsüz bir toplumsal örgütlenmeye insanlığı taşımayan demokratizm hastalığının “canı cehenneme!” demenin tam zamanıdır.