Komünist hareket on yıllarca kaba fiziki ve psikolojik şiddet yöntemleriyle tasfiye edilmek istendi. Alınan her darbeden sonra yaralarını sarabilmesinin ve toparlanarak tekrar tarihsel yolculuğuna çıkabilmesinin nedeni bu aldığı darbelerin esasta ideolojik olmamasıydı. Tabi ki komünist hareket geçmişte ideolojik olarak hatasız ve yekpare değildi ama esas olarak bir işçi ihtilalinin devrimci ruhuyla donanımlıydı. Uzun süren tarihsel koşulların değişmeye başlamasıyla toplumdaki ideolojik, kültürel ve ruhsal kategorilerde değişimler başladı. Sosyo ekonomik süreçlerin belirlemesinde değişen tarihsel koşullardan salınan dönemin epistemolojisi, kitleleri bilindik sosyal düşünce ve davranışlardan uzaklaştırdığı uluslararası bir ortamda komünistlerin bu durumdan etkilenmesi anlaşılır bir durumdur.
Üretim süreçlerinden gelişerek ortaya çıkan makina algoritmasının askeri doktrinlere etkisi bile tek başına bir komünist hareketi belli temel alanlarda paradoksa sürüklemekte yeterli gelebilmektedir. Örneğin günümüzde Hindistan’daki Maoistlerin ülkenin geri kapitalist bölgelerinde kurmuş oldukları kızıl siyasi üslerin beyaz ordunun teknoloji ağırlıklı militarist kuşatması altında darbeler alması konumuza bir örnek olarak gösterilebilinir. Çünkü Hindistan’daki dengesiz ekonomik gelişmeler birden fazla askeri öğretinin varlığına müsaade etse de şehirlerden kırların en ücra yerlerine doğru bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan liberal talancılık eski sosyal ve ekonomik statüyü zorla tasfiyeye yönelmektedir. Gazetelere yansıyan haberlere göre gerilla üs alanlarındaki halkın yaşam alanları emperyalist sermayenin talanına açılmak istenmektedir. Bölgedeki Maoist komünistlerin yetkili organlarının açıklamaları bu iddiaları doğrulamaktadır. Bu durum jeopolitik değer ve parametreleri tehdit eden bir gelişme olduğu için ezilenlerin askeri doktrinini uzak olmayan bir gelecekte değişiklik yapmaya doğru zorlamaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımız devrimci bir halk hareketinin fiziki olarak yeni durumlara uyum sağlamaya çalışarak hayatta kalma çabasını içermektedir. Fakat Türkiye devrimci hareketinin hayatta kalma problemi devrimin nispeten kabarmış dünyanın muhtelif yerlerindeki hareketlerden daha derin ve daha farklı bir yere doğru eğilim göstermektedir. Çünkü bizdeki esas sorun ideolojik bir krizdir ve bu durum her şeyden önce varoluşsal gerçek bir tehdide karşılık gelmektedir. Ekonomik ve sosyal olguların belirlenimindeki tarihsel geçiş süreçlerine ait yapısal bir sorunla karşı karşıya bulunulduğu açık bir şekilde belli oluyor. Tabiatın bağrında milyonlarca yıldır gerçekleşen doğal seleksiyon kanunlarının toplumsal alanda bir sınav vermeye başladığını söyleyebiliriz. Bu ise kuşkusuz tarihin değişen koşullarına devrimci temelde uyum sağlamaktan başka bir şey değildir. Bu tür özgün tarihsel süreçlerde olabilecek ihtimaller bellidir. Değişen yeni koşullara uyum sağlayamadan eriyip yok olmak; İdeolojik tasfiyeye uğrayıp düzenin icazetine sığınmak! Devrimci çizgide kalına bilinse bile kronik bir kriz ve tıkanıklık içinde kalarak kısırlaşmak. Ya da tıpkı biyo moleküler alanda olduğu gibi yeni çevresel durumlara sınıf yetilerini kaybetmeden bağımsız olarak uyum sağlayıp mevcut tarihsel koşulları aşmak şeklinde sıralanabilir. Yani tarihsel bir sınavın verilmesi gerektiği bir zamanın içinden geçmekteyiz. Bu ise tarihsel manada “Ben gerekli miyim?” sorusunun cevabını içermektedir. Çünkü tarih sahnesinde var olmak için önce toplumsal anlamda gerekli olmak gerekmektedir. Bu durum tabii ki devrimci anlamda değişim ve dönüşüme karşılık gelmektedir.
Ulusal burjuvazinin son yıllarda uyguladığı konseptin post devrimcilik yaratmak olduğunu burada belirtmek gerekiyor. Bu konuda epey bir mesafe aldığı gözlemlenmektedir. Marksist devrimciliğin artık eylemli bir politik yöntem olarak bittiğini ve kendisine parçalanmış pasif sosyal bir kategori bulması gerektiğini telkin etmektedir. Marksist politikanın içindeki eylemsellik, sınıfsallık ve bütünselliğe saldıran postmodernist anlayışlar şu sıralar altın çağlarını yaşamaktadırlar. En büyük saldırılar burjuva akademik kürsülerde planlanmaktadır. Bilimsel alanda burjuvazi ile proletarya arasında orantısız güç dengeleri içerisinde eşit olmayan bir ideolojik savaş yaşanmaktadır. Işığın boşluktaki hızının sabit olması, evrendeki aşılmaz görünen en yüksek hız olması ve mutlak sıfır Kevin derecesine kadar ulaşmanın sonsuza kadar mümkün olmaması gibi maddenin içerdiği zorunlu sınırlamaları manipüle ederek devrimci teori ve pratiğe dayatan post Marksistler, özgür olmak için maddi zorunlulukların farkına varmayı ve tarihselliği reddetmeyen bilimsel bir yöntem izlemek gerektiğini unutmuşa benziyorlar. Bir komünist partisinin sadece zor ve şiddet politikaları ile tasfiye edildiği tarihsel koşulların ortadan kalkmasının bir nedeni de günümüzde neredeyse toplumsal ortamdaki her olgunun postmodernist bir değişim sürecinden kendisini kurtaramamasıdır.
Geçmiş yüzyılda Endonezya Komünist Partisi’ne uygulanan ve milyonlarca üyesini toplu imha eden soğuk savaş yıllarının soykırım politikasının yerini içinde bulunduğumuz tarihsel koşullarda postmodern havuç ve yapı söküm projeleri almıştır. Bütün askeri, ideolojik ve örgütsel tasfiye süreçlerinin gösterdiği bir gerçeklik vardır. Bu ise; komünist hareketlerin fiziken tamamen ortadan kaldırılması yerine sosyalist devrim ve sınıfsız toplum hedefinin ortadan kaldırılmasından başka bir şey olmadığı gerçeğidir. Yani biz bu durumdan komünist partilerin ölümünü fiziki bir ölüm olarak değil, burjuvaziden bağımsız siyasi hattın kaldırılması şeklinde gerçekleşen bir varoluşsal ölüm olarak anlamamız gerekiyor. Bu ana akım usul ile gerçekleşen tasfiyenin sadece burjuva ideologlar tarafından tütsünen saldırgan veya şekere bulanmış ideolojik üretimlerle gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü işçi sınıfının siyasi öncüsü olan kurmayı ortadan kaldırmaya dönük ideolojik ve siyasi eylemler bütününe devrimci saflardaki ara sınıfların yeterince direnemeyeceğini tarihsel tecrübelerimizden dolayı biliyoruz. Bu nedenle bir tasfiye kuşatmasında belirleyici olan ana kriter o devrimci hareketin içerisindeki oportünist çizginin gücüdür.
Mülksüzlerin cenahına sirayet etmiş böyle bir negatif güç olmadıkça ve harekete geçmedikçe bir varoluşsal tasfiye gerçekleşemez. Dışarıdan gelen herhangi bir burjuva tasfiye seferinin zafer kazanabilmesi için devrimci örgütsel ortamda kendisine uygun koşullar bulması gerekmektedir. Mesala Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” gibi bir tezinin devrimci saflarda burjuvaziye yönelik karşı tarih yapımından vaz geçirecek bir etki yaratabilmesi için hareketin içinde siyasi ve ekonomik bir imtiyaz ortamının önceden oluşmuş olması gerekir. Çünkü maddi ya da sosyal hedefleri olgunlaşmamış fikirler sadece fikirler olarak kalmaya mahkûmdurlar. Nasıl ki burjuvazinin özgürlük fikri manifaktürleri aşan ticari gelişmeyle yerelliğin sınırlarını zorlayarak bir gerçeğe dönüştüyse, aynı şekilde “İdeolojilerin sonu” gibi bir burjuva kuramın devrimci örgütsel yaşamda bir gerçeğe dönüşmesi de onu var eden maddi koşullardan soyut olarak ele alınamaz.
Marksist literatürde oportünizm kavramının ilk kullanılışına Engels yoldaşın “Erfurt Programının Eleştirisi” adlı eserinde rastlanmaktadır. Engels, burada oportünizmi kısaca hareketin geleceğinin hareketin bugününe feda edilmesi şeklinde açıklamaktadır. Biz bunu; günü birlik ve anlık çıkarlar uğruna büyük anlatılardan ve hedeflerden vazgeçme şeklinde okuyabiliriz. Bu durum ise; somut ve soyut taktik araçların stratejik amaç ve ilkelerle yer değiştirmesine karşılık gelmektedir. Mesela para gibi, niteliğe karşılık gelen taktik bir aracın temini için zamanla devrimci ilkelerden vaz geçmek türündeki Avrupa mücadele sahasına özgü bir örgütsel aktivite örneği burada başarıyla verile bilinir. Başka bir örnek daha vermek gerekirse; bir parlamento koltuğu ya da belediye kürsüsü karşılığında ücretli kölelik sistemini üreten burjuva ekonomi politiği hedef alan sosyalist politikalar uygulamaktan vaz geçmek eğilimi küçük burjuva oportünizmine örnek olarak verile bilinir.
Şimdi burada okuyuculara tarihsel bir soru sormak istiyoruz. Bir dönem kendi ulusal burjuva bayrakları altında kanlı savaşlara katıldığı için oportünizme karşı mücadeleyi emperyalizme karşı verilen mücadelenin bir parçası olarak gören Lenin yoldaşın bu tutumunu hatırlatarak, Basel kararlarına rağmen ikinci enternasyonalin yaşadığı tasfiyenin esas belirleyeni emperyalistler midir yoksa uluslararası komünist hareketin oportünizme ve revizyonizme karşılık gelen içsel çelişkileri midir? Çünkü Marksizm’i önceden kendi amaçları için deforme eden tasfiyeci oportünist çizgilerin işçi sınıfının siyasetini birinci dünya savaşı yıllarında emperyalizmin çıkarlarına bağlı kıldıklarını tarihsel kayıtlardan biliyoruz. Burjuvazinin ekonomik ve siyasal eğilimlerinin doğal bir tamamlayıcısı olan oportünistler buram, buram ihanet kokan tasfiyeci çizgilerini kuramsal olarak temellendirmekte oldukça başarılı oldular…