Murat Karayılan’ın son açıklamaları, Abdullah Öcalan’ın öteden beri izlediği “geri çekilerek güç toplama,” veya “Stratejiyi taktik tavizlerle tahkim etme,” politikasına dayanıyor. Öcalan’ın izlediği bu politika, dünyadaki, Orta Doğu’daki ve parçalı Kürdistan’daki gerçekliğe dayanıyor. Emperyalistler, müttefikleri Türkiye ve Irak’tan dolayı bağımsız bir Kürdistan siyasetini bugünkü çıkarlarına uygun bulmuyorlar. Kürdistan’ın iki büyük parçası Kuzey ve Güney, Türk ve Irak-Arap sömürgesi olarak varlığını sürdürüyor. Emperyalistlerin bütün ve parça ilişkisinde bütünü titizlikle esas aldıkları açıktır. Kürdistan gerçekliğinde onlar için bütün, Türkiye ve Irak‘tır. Parça ise Kürdistan’dır. Parçayı bütüne feda etme onlar için hiç sorun değildir. Bunu defalarca gösterdiler.
Parçalı Kürdistan’da, parçalara egemen olan güçler arasında birlik yoktur. Güney ile kuzey birbirlerinin kuyusunu kazmak ile meşguller. Tüm bu durumdan dolayı Kürt halkı herhangi bir parçanın bugünkü şartlarda bağımsız bir Kürt devleti olarak ortaya çıkamayacağı eğilimine sahiptir.
Kürdistan’ın en büyük parçası olan kuzeyde, 1984’ten beri gerilla savaş yürüten güçler, Orta Doğu‘nun en büyük ordusuna karşı varlığını sürdürmeyi başardı. Her iki tarafın da amacına ulaşamadığı bir durum ortaya çıktı. Ne bağımsız bir Kürdistan kurulabildi ne de Kürt direniş hareketi kâmilen yok edilebildi. Buna rağmen direniş güçleri, bu Pirus Zaferi’nin avantajlı tarafı olarak görünüyorlar. Direnişçiler ilk dönemde bağımsız Kürdistan şiarıyla hareket etti. Ama dünya, Orta Doğu ve parçalı Kürdistan gerçekliği onlara yemeyi kaşık, kaşık yemenin çok daha hayırlı olacağını gösterdi. Bundan dolayı onlar, bağımsızlık şiarından özerklik şiarına doğru bir adım geri atmak zorunda kaldılar. Özerklik talebiyle birlikte, kazanılmış tüm yasal haklardan sonuna kadar yararlanma ve müttefikleri çoğaltma politikası izlemeye koyuldular. Tek taraflı ateşkes politikalarıyla da Türk ve Kürt halkının barış isteyen kesimlerinin sempatisini kazandılar. Partileştiler, parlamentoya girdiler ve bu kez egemen sınıfları barış masasına oturmaya zorladılar. Farklı çalışma tarzları, mücadele biçimleri ve taktiklerle zenginleşen bu politika Türk egemen sınıfları arasındaki çatışmayı kızıştırdı.
Ortaya ilginç bir durum çıktı. Bir tarafta, Kürdistanı’n tüm parçalarında mevzilenen bir Kürt direniş ordusu ve kitleselleşerek onunla birlikte hareket eden sivil güçler, yani ‘kart-kurt’tan doğan Kürtler, diğer tarafta ise birbirleriyle dalaşan Türk egemen sınıfları. Cumhuriyet tarihinde ilk kez, egemen sınıfların iktidar olan bir kanadı, Kürt direniş hareketiyle aynı masaya oturma eğilimi içine girdi. Masanın altında kırk bin ölü yatıyordu. Ordu’dan ve Ordu dışındaki egemen sınıfın kanatlarından gelen ağır baskı sonucunda masa devrildi. Halkın gözünde, barış masasını iktidarın tek taraflı olarak devirdiği ayan beyan ortaya çıktı. Devrilen masa, sorunun masada değil, savaş meydanında çözülmesi gerektiği mesajını veriyordu halka. Direniş güçleri Kürt halkı nezdinde bir kez daha samimi barış isteyen güç olarak görünmüş, Türkiye kesiminde ise barış isteyenlerin eleştiri okları, masayı devirenlere yönelmişti.
Peki gelinen noktada kırk yıllık savaş süreci neyi gösteriyor?
Her şeyden önce, direniş güçlerinin, Kuzey Kürdistan’da kitleselleştiğini; Türkiye’de yaşayan Kürtler başta olmak üzere, devrimci demokratik güçlerle dostluk atmosferi içine girdiğini ve parlamentoda ciddi bir güç haline geldiğini… Tüm bu süreç içinde askeri yapısını dağıtmadığı gibi, kesinti ve duraklamalara rağmen gerilla savaşının sürekliliğini koruduğunu… Ve yine bu süreç içinde, direniş hattını koruyarak ve bölgesel güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak Rojava’da özerk bir yapı kurmayı başardığını…
Kuzeyli Kürtler farkındalar mı değiller mi bilmiyorum Mao’nun, “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şey yoktur,” sözünü kırk yıldır uyguluyorlar.
Peki, 1984’ten beri yaşananlar başka neyi gösteriyor?
Bölge devletlerinin Kürdistan’ın parçaları arasındaki çelişme ve çatışmalardan güç aldıklarını, bu durum devam ettiği müddetçe, tüm Kürdistan’da veya herhangi bir parçada bağımsız bir devletin kısa vadede ortaya çıkamayacağını gösteriyor.
Gelinen noktada Murat karayılan yukarıda anlatılan politikanın dışında farklı bir şey söylemiyor. “Kürtlere özerklik tanıyın birlikte yaşamaya devam edelim” diyor. Bunu da Kürtlerin varlığını inkâr eden ve Türk egemen sınıflarının Türk halkına siyasal bir peygamber olarak dayattığı ve bunda da başarılı olduğu Mustafa Kemal gibi bir simanın Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtleri yanına çekmek için söylediklerinden kalkarak öneriyor.
Bu öneri, yer yer yanlış tarihi tespitlere de dayansa, Mustafa Kemal’i olduğundan farklı da gösterse, Türk egemen sınıflarını zorlayan, köşeye sıkıştıran bir öneri. Politik ve diplomatik arenada hem dünya halklarının, hem Türkiye, hem de Kürdistan halklarının üzerinde düşünebileceği, makul görebileceği bir öneri.
Sizi bilmem ama ben her ulusun bağımsızlığını tepe tepe yaşamasından yanayım. Bu olmaksızın ulusların gönüllü birliğe yanaşmayacağı kanısındayım. Mülk sistemi çağında, çok uluslu devletlerde, ulusların tam hak eşitliği prensibini uygulayabileceklerine, bu prensip esasına göre yaşayabileceklerine de pek inanmıyorum. Eskiden inanıyordum. Şimdi inanmıyorum. Hiçbir sosyalist ülkede tam hak eşitliği ilkesi istenilen düzeyde uygulanamadı. Bu ülkelerde bile ağabey uluslar bariz bir şekilde kendilerini gösterdiler.
Bağımsızlık şarttır. Özerklik ise bağımsızlığa giden yolun üzerinde bir köprüdür. Köleliğini içselleştirmeyen her Kürt bilir bunu. Kuzeydeki direniş güçleri, biz egemen ulus bireylerinden daha iyi bilir bu gerçeği. Barzani, “her Kürdün gönlünde bağımsızlık ideali vardır,” der. Doğrudur. Başkalarına ağlamaktan kendine ağlamaya zaman bulamayan Kürtlerin sayısı azaldı.