Ben, bu çalışmada, tıpkı, Marks’ın ekonomi politiğin tahlilinde kullandığı diyalektik yöntemi kullanarak ve tıpkı, meta formunda emek ürününün değerinin, onda nesnelleşmiş olan toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanına karşılık gelmesi gibi, görelilik yasasının zaman ve mekan parametrelerinin birbirine içkin göreli karşıtlık içinde, doğa ve toplum yasalarıyla diyalektik bir ilişki halinde, insan ve doğa ontolojisinde nesnelleştiğini, dolayısıyla, zaman kavramının, bir metanın değişim değeri ne kadar soyut bir kavramsa, ancak o kadar soyut bir kavram olduğunu, fakat doğa ve toplum tarihi için zaman fenomeninin, birbiriyle göreli karşıtlık içinde mekan fenomeni kadar somut bir ontolojiye karşılık geldiğini, zaman ve mekanın doğal ve toplumsal yasalar aracılığıyla birbirine göreli bir karşıtlık içinde dönüştüğü gibi, aynı zamanda, aynı göreli karşıtlık içinde birbirini yadsıdığını ve zamanla mekan arasındaki bu diyalektiğin, dilin, formel mantığa karşılık gelen sözlük anlamlarında değil ama matematiğinin diyalektiğine de yansıyarak dili ve farklı diller arasındaki korelasyonu biçimlendirdiğini ifade etmeye çalışacağım.
Konunun anlaşılabilirliği, Marks’ın Kapital’de yaptığı meta analizinin, yani, kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki karşıtlığın diyalektiğinin bilinmesini gerektiriyorsa da paranın, tüm diğer metalarla bir eşdeğerlik ilişkisi içinde olan özel bir meta olarak, bizim burada, görelilik yasasının, doğa ve toplum yasalarıyla diyalektik bir ilişki içinde doğada ve toplumsal ontolojide nesnelleşme diyalektiğinin elektrifikasyonunda, nasıl bir rol oynadığını göstermesi açısından Marks’tan aşağıdaki alıntıyı yapmayı gerekli gördüm:
“Büyük ölçekli sanayide ve rekabette, bireylerin bütün kitlesel varoluş koşulları, eğilimleri, sınırlanmışlıkları en basit iki biçim içinde eriyip birleşmiştir: Özel mülkiyet ve emek. Parayla birlikte bütün karşılıklı ilişki biçimleri ve karşılıklı ilişkinin kendisi bireyler açısından rastlantısal addedilmiştir. Öyleyse, para şimdiye kadarki tüm karşılıklı ilişkilerin, bireylerin birbirleriyle bireyler olarak değil, belirli koşullar altındaki bireylerin ilişkileri olduğunu ifade eder. Bu koşullar şu iki koşula indirgenir: Birikmiş emek ya da özel mülkiyet ve fiili emek. Eğer bunların tümü ya da biri ortadan kalkarsa, karşılıklı ilişki sekteye uğrar. Modern iktisatçıların kendileri de örneğin Sismondi, Cherbuliez vb. “Bireylerin Birliği’ni” Sermayenin Birliği’nin karşısına koyar. Öte yandan bireylerin kendileri de tamamen iş bölümüne tabidirler ve dolayısıyla birbirleriyle de tam bir bağımlılık içine sokulurlar. Özel mülkiyet, emeğin kendisi içinde, emeğe karşıt olduğu ölçüde birikim yapma zorunluluğundan gelişir ve başlarken, henüz, daha çok ortaklaşalık biçimine sahiptir, fakat ilerideki gelişiminde giderek daha çok özel mülkiyetin modern biçimine yaklaşır. İş bölümü, en başından itibaren, çalışma koşullarının, aletlerin ve materyalin bölünmesini ve dolayısıyla, birikmiş sermayenin farklı mülk sahipleri arasında parçalanıp dağılmasını, bunun sonucu olarak da emek ile sermayenin birbirinden ayrılmasını ve mülkiyetin kendisinin farklı biçimlerini içerir. İş bölümüne kadar gelişir ve birikim ne kadar artarsa, bu ayrışma sürecinin varsaydığı biçimler de bir o kadar keskinleşir. Emeğin kendisi, ancak bu parçalanma dayanağı üzerinde var olabilir.’’ (Alman İdeolojisi, Hayalet, sf. 218, Ayrıntı Y)
Fark edilebileceği gibi, Marks, burada, paranın, bireyler arasındaki karşılıklı ilişkilerin bütün özel ve özgün biçimlerini ortadan kaldırarak, bireyler arasındaki ilişkileri, sermaye, yani, birikmiş emek, yani, özel mülkiyet ve fiili emek olarak iki karşıt ontolojik varoluşa indirgediğini ve dolayısıyla, kapitalist ekonomi politiğin bütün parasal olasılıklarının sermaye ve fiili emek arasındaki bu iki karşıt ontoloji arasındaki çelişki tarafından belirlendiğini ortaya koyarken, bizim, görelilik yasasının, doğal ve ekonomi politik yasalarla diyalektik ilişki içinde doğa ve toplum ontolojisinde nesnelleştiğine ilişkin yaklaşımımızda, para, doğa ve toplum hareketinin yasalarının, sermaye ve fiili emek karşıtlığı olarak bölünmüş bir ontolojik varoluşun bir nevi elektrik akımı ve dolayısıyla, söz konusu, karşıt sınıflar arasındaki elektrifikasyon karşıtlığının nesnel parametrelerinin bir izdüşümü haline gelir.
Karşıt sınıflar arasındaki elektrifikasyon karşıtlığının, asıl nesnel parametresi, para değil, kullanım değerleri olarak toplumsal emek ürünleri olsa da, meta üretiminin yasaları, kullanım değerleri arasındaki toplumsal ilişkinin gerçekleşmesini, değişim değerinin gerçekleşmesine, yani, kullanım değerlerinin doğrudan gereksinme gidermek için değil, değişim değeri aracılığıyla, pazar ve satış için üretilmiş olması ve gereksinmelerin pazar aracılığıyla, değişim değeri üzerinden gerçekleşmesi, farklı metalar arasındaki değişim değerinin eş değeri olan parayı da hem meta üretiminin ekonomi politiğinin ve hem de karşıt sınıflar arasındaki elektrifikasyon karşıtlığının ortak nesnesi, yani, eşdeğeri gibi görünür. Bu, insanın emek etkinliği aracılığıyla, doğayla ve diğer insanlarla kurduğu üretim ilişkilerinin, doğal ve tarihsel determinantlar üzerinden nesnelleşmesi, yani, belirli doğal ve toplumsal yasalar tarafından koşullanmış bir neden-sonuç ilişkisi halinde ontolojik bir varoluş kazanmasıdır; ama bu, aynı zamanda, insanın doğayla ve diğer insanlarla, gereksinme gidermek için madde alış verişinden başka bir şey olmayan emek etkinliğinin, kendi sonuçlarına, yani, nesnelerine yabancılaştığı bir nesnelleşmedir. Dolayısıyla, sınıflı toplumda, özneyle nesne özdeşliği, tıpkı, proletarya ile sınıflı toplumun devleti arasındaki karşıtlıkta olduğu gibi hiçbir zaman gerçekleşemez. Tersine, özneyle nesne özdeşliğinin gerçekleşebilmesi için, insanın gereksinme gidermeye yönelik olan emek etkinliğinin, sınıflı toplumun ekonomi politiğinin determinantlarından özgürleştirilmesi gerekir.
Ama, aslında, bu, tıpkı, değişim değerinin, insanın doğayla arasındaki madde alışverişinden başka bir şey olmayan üretim faaliyetinin, meta üretimi ve sınıflı toplum koşullarında, toplumsal ürünlerin değişim değerleri arasındaki bir ilişki gibi görünmesinde olduğu gibi, tamamen meta üretimi ve sınıflı toplumun ekonomi politiğinin yarattığı bir illüzyondur. Dolayısıyla, sınıflı toplumun ekonomi politiğinin yasalarından özgürleştirilmiş bir üretim ilişkisinde, yani, komünist toplumun ikinci aşamasında, insanın doğayla ve diğer insanlarla madde alışverişinden başka bir şey olmayan gereksinme gidermeye yönelik emek etkinliğinin nesnesi, değişim değerinden ve onun yasalarından bağımsızlaşarak, tıpkı, ilkel komünde olduğu gibi doğal mecrasına kavuşacaktır. Böylelikle, insanın gereksinmelerine karşılık gelen emek ürünleriyle, yani, toplumsal üretimin nesneleriyle insan arasındaki özne-nesne özdeşliği, hakiki anlamını ancak komünist toplum ikinci aşamasında ‘’herkese ihtiyacı kadar’’ şiarının gerçekleşmesinde bulacaktır.
Bu, aynı zamanda, sınıf karşıtlıklarından kaynaklanan ve doğayla insan, insanla insan arasındaki madde alış verişini, özne olarak insanla, onun emek ürünleri arasındaki ilişkiyi bir yabancılaşmaya dönüştüren, sınıflı toplumun ekonomi politiğinin zorunlu tarihsel determinantlarının da aşılması anlamına gelir ki insanla doğa ve insanla insan arasındaki doğal elektrifikasyon da böylelikle, özneyle, nesne arasındaki yabancılaşma yaratan nedensellikten özgürleşerek, öznenin nesneyle gerçek özdeşliğinin gerçekleştiği bir toplumsal ontoloji olarak komünist toplumda nesnel ve somut bir varlık kazanır.
Ben, burada, görelilik yasasına ilişkin bilim çevrelerinde genel kabul gören anlayışın yanlış değil ama eksik olduğunu, görelilik yasasının zaman parametresinin, söz konusu yaklaşımlarda soyut bir kavram olarak ele alındığını, oysa, zaman kavramının, insan öncesi doğada olduğu gibi doğanın evrim tarihi süresince zamanın mekanla kendiliğinden birbirine içkin göreli karşıtlığı olarak, evrensel hareketin temel çelişkisi olan madde ve enerji arasındaki karşıtlığın, zamanla göreli bir karşıtlık ilişkisi içinde nesnel bir ontoloji olarak gerçekleşmesi, insan toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte ise zaman ve enerji arasındaki doğadaki ve toplumdaki hareketin temel çelişkisinin, toplumların ekonomi politiğinin dolayımıyla, nesnel bir doğa ve toplum ontolojisi biçiminde gerçekleşmesi olarak, tıpkı, Marks’ın Kapital’de toplumsal ürünün değer ölçütü olarak ele aldığı emek-zamanı parametresini, görelilik yasası üzerinden genel olarak zaman kavramına da uyarlayarak, zamanın, mekanla, yani, doğa ve insan bedeniyle birbirine karşıt göreli bir içkinlik halinde doğada ve toplumda nesnel bir ontolojik varoluş kazanma sürecinin doğa ve toplum tarihinin kendisine karşılık gelen bir epistemoloji zemininde ele alındığında, zaman kavramının hiç de soyut bir kavram değil doğa ve toplum ontolojisinin en az mekan kavramı kadar somut ve nesnel parametre olduğunu ifade etmeye çalıştım.
Ki burada, soyut zaman kavramıyla somut zaman kavramı arasındaki ilişki, tam da evrensel hareketin bir biçimden başka bir biçime dönüşürken, belirli bir zaman kesitine karşılık gelen ontolojik varoluşun yadsınması ya da olumlanmasına bağlı olarak, soyut ya da somut olanın genel olarak zaman ya da mekan kavramı değil ama belirli bir tarihsel kesit için maddi gerçekliğin belirli bir görünümüne karşılık gelen oluş ve yıkılış halindeki tarihsel doğal ve toplumsal ontolojinin kendisi olduğunu ifade etmek istiyorum.
Burada, soyut kavramıyla somut kavramı arasındaki ilişki, tıpkı, varoluş ve yok oluş gibi zamanla dolayımlı, kendi çelişkisiyle devinen bir evren ve toplum ontolojisine karşılık gelir.
Zamanın, mekanla birbirine içkin göreli karşıtlık halinde, enerjiyle madde arasındaki karşıtlık bağlamında, hareketin bir biçimden başka bir biçime dönüşümü tam da “varlık” ile “yokluk”, “somut” ile “soyut’’ olanın da birbirine dönüşümüdür. Zaman, mekanla birbirine içkin göreli karşıtlık halinde, evrensel hareketin bir biçimden başka bir biçime dönüşümünün, başka bir söylemle maddenin değişiminin, yani, doğal ve toplumsal varlığın deviniminin evrenidir. Başka bir söylemle, zaman, madde ile enerji arasındaki hareket ettirici karşıtlığın dördüncü boyutu, yani, maddenin hareketinin türevidir.
Zamanın, ikizkenar üçgen örneğindeki gibi madde ile enerji karşıtlığının dördüncü boyutu olarak ne anlam ifade ettiğini daha açık anlatabilmek için şu örnek verilebilir:
Nasıl ki herhangi bir sayının 1 ile çarpımı ya da bölümü kendisine eşitse, tıpkı bunun gibi madde ve enerji karşıtlığının, yani, hareketin zamana bölümü veya çarpımı da kendisine eşittir. Zaman, burada, tıpkı 1 gibi etkisiz bir eleman gibi görülür. Ama zamanın etkisiz bir eleman olması, aynı anlama gelmek üzere, görelilik yasasının E = m .c.c formülünde, E / m = c.c denkleminde olduğu gibi kütlenin enerjisinin ışık hızının karesine eşit olması gibi, ancak ışık hızının karesindeki bir hızda geçerli bir durumdur. Bu demektir ki ışık hızının karesinden küçük herhangi bir hız için, zaman, enerji ile madde arasındaki karşıtlığın bir türevine karşılık gelecektir. Yani, zaman, ışık hızının karesinden küçük her hız için enerji ile madde arasındaki birbirine dönüşümlü karşıtlığın tamamlanmamış bir kesrine karşılık gelir.
Dolayısıyla, bu denklemde, enerji ve madde arasındaki oranı nasıl ışık hızının karesine eşitliyorsak, ışık hızı için enerjiyi ya da maddeyi zamanın bir türevi olarak da ele alabiliriz. Böylelikle, enerji ve maddenin karşılıklı olarak birbirine dönüşümünün, aynı anlama gelmek üzere, zamanın, enerjiye ya da maddeye dönüşümü olarak ele alınabileceği açıktır. Bu, evrende gayri iradi bir süreç olarak gerçekleşir. Bu sürece iradi bir nitelik veren, özne olarak insandır. Bu, insan öznesiyle birlikte, insanın üretim faaliyetinde doğayı içselleştirmesiyle, insan uzuvlarının doğanın bir uzantısı haline gelmesinin, aynı anlama gelmek üzere, doğanın iradileşmesine karşılık geleceği anlamına gelir. Fakat, insanın doğayı iradileştirebilmesi için tek tek insanların değil ama genel olarak insanlığın doğanın bir uzantısı olduğunun bilincine ulaşması ve doğa yasalarını kullanarak onu insancıl bir biçimde kolektif olarak biçimlendirmesi gerekir. Bu, ilkel komünal toplumda insanların doğa yasalarının bilgisinde olmaması nedeniyle mümkün değilse, sınıflı toplumlarda da üretim ilişkilerinin anarşik niteliği nedeniyle mümkün değildir. Çünkü, insanın doğayı iradileştirebilmesi için bir makinanın parçaları gibi kolektif ve uyumlu olarak hareket etmesi gerekir.
Eğer, insan, doğanın bir uzantısı ise, bu, sınıflı toplumların üretim ilişkilerinin yasalarının, yalnızca, sömürülen sınıflara dayatılmış yasalar değil, ama aynı zamanda, doğaya da dayatılmış suni yasalar olduğu anlamına gelir ki, sınıflı toplumların ekonomi politiğinin bu anarşik niteliğini aşabilme olanağı, dolayısıyla, doğayı iradileştirme olanağı, madde ile enerjinin birbirine dönüşümünün, yani, hareketin bir biçiminin başka bir biçime dönüşümünün ritmine karşılık gelen, felsefi anlamda söylenirse, olumlama ve olumsuzlamaya karşılık gelen Evrensel Hareketin Göreli Ritm Yasası’nın bilince çıkarılmasıyla mümkündür.
Eğer, felsefe, maddenin ve dolayısıyla toplumun hareketinin bilimsel yasalarına karşılık geliyorsa, felsefenin, maddi gerçekliği yasalarıyla ortaya koyduğu kadar, yine aynı yasaları kullanarak maddi gerçekliği değiştirebileceğini, maddi gerçekliğin felsefeye dönüşümü kadar, felsefenin de maddi gerçekliğe dönüşümünün mümkün olduğu anlamına gelir ki bu, tam da madde ve enerji arasındaki karşıtlığı, varoluşun bu iki parametresi arasındaki karşıtlığı, zaman parametresiyle bu parametreler arasındaki ilişkinin bir kesri olarak ele almakla görelilik yasasının denkleminde hiçbir değişiklik yapmış olmadığımız anlamına gelir. Bu, zaman ve mekânın birbirinin türevi olduğundan başka bir anlama gelmez.