Çoklu güçlerin çıkar çatışması kapitalist dünya sisteminde (tek kutuplu) yoksullardan yana bir çözüm olmazken, mevcut uzlaşmazlık giderekten büyümeye devam ediyor. Belli güçlerin bölgesel “güç” rekabeti “sistem içi” uzlaşmazlığı daha da büyütürken, kapitalizm artık dünya barışı için açık bir tehditte dönüşmüştür. Dolayısıyla bu kriz ortamında pazar paylaşımı üzerindeki kavga küresel boyuta yayılırken; dünya açıktan bir uzlaşmazlığın içine hapsedilir olmuş, tehdit ve savaş kavramı artık günümüz koşullarında daha hissedilir ve görünür bir noktaya gelmiştir.
Dünyanın genel gidişatına bakıldığında ısrarla “üç” siyasal görüş yönlendirmesinin kullanımda olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bunlardan “Kutup Kayması”, “Agresif Çin yükselişi” ve “Putin’in savaş yanlı politikası” şeklinde tek yanlı bir iddia üzerinden kapitalist dünya düzeni “kendi içinden” dizayn çabası adeta savaş propagandasına dönüşmüştür. Bu saptamadan hareketle tüm acımasızlığıyla yoğun savaş propagandasını sürdüren ve Hitlerin Nazi Almanya’sındaki Propaganda Bakanı P. Joseph Goebbels (1933-1945) akla gelir. O dönem bütün Avrupa, Kafkasya, Kuzey ve Doğu Afrika’yı işgal planına dahil eden Goebbels ve hedefinde de sadece Nazi Almanya’sının üstün ve tek dünya gücü olabilme “hayali” vardı. Aynı “hayal” günümüzde emperyalist güçler egemenliği sağlamak, mevcut sisteme (kapitalizmi) içten biçim verip yönlendirmek isterken ve aynı düzenin temsilcileri olarak başka güçlerce kontrolün/egemenliğin sağlanması hedefleniyor.
Bir yandan Batı (Atlantik iş birliği) ittifakı ve diğer yandan Şi ve Putin ortaklığı çoklu güçler olarak ekonomik, askeri ve jeostratejik önemdeki dengeler bir iş birliğinin rekabet ortamında devam ediyor. Amaç; uluslararası güçler nüfus yaratarak egemenliğe oynamak istemekteler. Bu acımasız rekabet ortamı kapitalist ve emperyalist güçleri karşı karşıya getirirken, “sistem içi” uzlaşmazlık zaman zaman “açık tehdit” ve savaşa dönüşürken uluslararası arenada ülkeleri taraf seçme ortamına zorlamıştır. Zira, bu tercih eşitlikçi ve insan haklarından yana bir ortaklık olmaktan öte, sömürü ve baskıya dayalı bir düzenin üstünlük sağlama yarışına dönüşmüştür.
Çok kutupluluk söylemindeki ısrar; esaslı olarak Batı-Amerikan kapitalizminde bir “demokrasi” yanılsamasının oyunu olarak sahnelenmek isteniliyor. Ve bu ideolojik saptırmaya uyum sağlayan çevreler ise daha çok sol liberaller olmuştur. Bu söylem bağlamında söyleyeceğimiz tek bir soru olacaktır: Acaba emperyalist güçlerin temsil ettikleri kapitalist sömürü düzeninde saklı demokrasiler var da biz mi bilmiyoruz?
İşin polemiğine girmenin de hiçbir anlamı yoktur; aslaolan bugün dünya pazar paylaşımında “ideolojik çatışmanın” çok ötesinde emperyalist güçler arası pazar paylaşımı üzerinden büyük kavgalar yaşanır olmasıdır. Artık görünen o ki egemen güçler çıkarları uğruna savaşa(lara) dünden razı olurken çatışma bölgeleri yaratılmak istenmektedir. Her şeyden önce “eksen”, politik ve ideolojik bir belirlemedir. Günümüzde alternatif sosyalist bir sistemden söz edemeyeceğimize göre, bunun adı kaçınılmaz olarak ve de bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin hükmü demektir. Günümüz dünyasında yaşanan kriz ortamına bakıldığında, bir “eksen kayması” gibi söylemden bahsetmek pek inandırıcı gelmiyor ve de gerçekçi bir düşün analizi ötesinde bir şey. Dolayısıyla mevcut ilişkinin tek bir anlam ve de nedeni vardır ki, her yer kapitalizm ve her yerde sömürü ve savaş tehditti ile anılan bir dünya gerçekliği vardır. Bu jeostratejik güç konseptiyle (post-Sovyet dönemiyle birlikte) güçlü emperyalist ülkeler kendinden zayıf kapitalist güçleri baskı altında tutarken ve onları “sistem içinde” entegre olmasını sağlamak ve bununla bağımlılık ilişkisinin sürekli kılınması hedeflenmiş ve bu bugün de aynı gerekçelerle değişmeksizin devam etmektedir.
90’lı yılların ortalarından itibaren “işgal demokrasisi” kavram içeriği (ilk olarak) üzerinde çok durma gereğini hissederek belli yazmalarda bulundum. 2007’de Küresel Hegemonya ve İşgal Demokrasisi (Güncel Yayıncılık)kitabımda bu konuyu mümkün olduğunca detaylandırmaya çalıştım. Günümüz uluslararası düzen okuması yapıldığında, “işgal demokrasisinin” tek bir amacının olduğu ve bununda emperyalist güçler arası çatışma pahasına da olsa küresel düzeyde bir “sistemin” egemenlik sağlaması öngörülmüştür, bu düşün değişmeksizin bugün de devam etmektedir.
Uluslararası sistemi domine eden ülke güçleri, dünyayı kendilerince belli ideolojik adlandırmalarla önem arz etmesini istemişlerdir. “Kutuplaşma” kavramı ile dünya gündemini kendi “doğruları” olarak gündeme taşırken, ısrarla “kutup” farklılığını dile getirenler Amerika ve Batı emperyalist güçleri olmuştur. İşin özü hedef şaşırtarak vazgeçilmezliğini bir bu dayatma ile önde olmak; buna ekonomik, askeri ve sivil-politik platform dahil olunca, günümüzde “eksen kayma kavramı” bir süre daha dillendirilmeye devam edeceğe benziyor. İşte bu noktada resmin bütünü karartılırken, günümüzde tek kutuplu kapitalist dünya sisteminin gerçek yüzü görmezden gelinmiş ve alakasız tartışmalarla “yeni” düşüncelere alan yaratmak istenilmiştir.
Gerçek o ki; çağımız ‘emperyalizm ve devrimler’ (değişimler) çağı olduğu vurgusu bugün de bu tüm canlılığıyla güncelliğini korur olmasıdır. Denilebilir ki üstün teknoloji ve sanayii gelişimi kapitalizmin bir üst aşaması olarak emperyalist güç-sistemini yaratmıştır. Devamında, 21. yüzyılın bilgi ve dijital çağı olduğu gerçeği şüphesiz göz ardı edilemez. Ancak esas mesele, bu yenilemenin insan unsuru cephesindeki artı ve eksileri noktasında bakıldığında, bunun hiçte tüm insanlığın hizmetinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Tüm bu gelişim ve teknolojik inovasyona (yenilemeye) rağmen; gücü elinde tutanlar, ürettiklerini sonuna dek pazarlayıp tüketerek ancak sürekliliğini sağlayabilmişlerdir. Ve hatta uğruna bile bile savaşları göze alarak mevcut durumdan yana tercih yapmayı öngörmüştür. Bu devamlılığın yolu da görüldüğü gibi savaşlardan, bölgesel krizlere neden olmaktan ve üstün askeri sanayii üzerinden insanları birbiriyle savaştırarak söz konusu “güç sistemi” ayakta kalabilmiştir.
Küresel dünya sistemi özel mülkiyete dayanır ve sınıfsal özelliği ise kapitalist dünya sistemidir, bunun taşıyıcı lokomotifi de kaçınılmaz olarak çoklu emperyalist ve kapitalist güçlerdir. Sıkça tekrarladığımız kapitalist sistem, çoklu güçlerce dünya sahnesinde yerini alırken ve tüm baskıcı uygulamalarla hükmetmeye devam ettiği tartışmasız bir gerçektir. Aynı ideolojik, politik ve ekonomik formasyonla egemenlik sağlamış ve çoklu güçlerin alan belirlemesine (transformasyon) dönüşmüş bir “güç” vardır. Kim daha çok kâr elde ediyor ve kim daha çok etki alanına sahip olabilirinin acımasız bir yarışı sürmektedir. Aynı yolda ve amacı güden dünya egemen güçlerinin uzlaşamadıkları tek bir hedef üzerinde konumlanmıştır; bunun adı da kâr paylaşımı üzerinde büyük kavgalara ortak olmak ve bunun yolunu döşeyen de inanılmaz oranda silahlanma harcamalarıdır.
Bölgesel bazda 2017-2021’de konvansiyonel silahlanma oranı:
Afrika | %5,8 |
Amerika Birleşik Devletleri | %5,5 |
Asya Pasifik | %43 |
Avrupa | %13 |
Ortadoğu | %32 |
Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı üzere emperyalist-kapitalist ülkelerin konvansiyonel silahlanmada yoğunlaşması özünde bir savaş hazırlığıdır, yoksa bunun bir “eksem kayma” iddiasıyla Asya ülkeleriyle sınırlı durum değildir. Tek kutuplu günümüz dünyasında her yer tehdit, silahlanma -ve kapitalist sisteminin pazar rekabetine dayanan dünya düzeninde çoklu güçlerin çatışmasıdır.
Zira, “çok kutupluluk” oluşum ve düşün savunu Soğuk Savaş dönemine (1945-1989) denk düşen bir politik ayrışmaydı. Ancak bu iddia post-Sovyet dönemi ile geçerliliğini yitirmiştir. Artık günümüzde “tek” kapitalist dünya sistemindeki determinizm belli egemen güçlerce domine edilirken ve bu güç gösterisiyle “düzen” sağlanmak istenilmektedir. Çoklu güçlerin hegemonyası küresel kapitalizm üzerinden paylaşım mücadelesini veriyor. Bu kavgada ideolojik bir uyuşmazlık yoktur, aynı amaç uğruna sadece “sistem içi” değişik güçlerin üstünlük ve de dünya pazarlarına hükmetme hırsı vardır. Bu uzlaşmazlıkla kâh bölgesel düzeyde kâh küresel boyutta sürdürülen çıkar çatışması üzerinde etkili olmaya devam ederken, bunun mazlum halklara yansıması da kaçınılmaz olarak savaş, sömürü ve yoksulluk olmuştur.
Neden günümüzde bölgesel silahlanma ve güvenlikçi politikalar ülke(ler) ulus tanımlaması için bir güvence kaynağı olarak görülüyor? Şüphesiz, bunun yanıtı ülkelerin uluslararası platformda kendilerince saygın bir yer edinmeleri, ciddiye alınmak ve paralelinde pazar paylaşımında sıraya girebilmek içindir.
Artık ülkeler savunma ve de güvenlikçi politikalarına ağırlık verirken; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler ülke yönetimleri için bir sonra gelen yaşam talebi olmuştur. Uluslararası düzeyde yaşanan gerginlikler, çatışmalar ve uzlaşmaz çelişkiler sonucu; hemen hemen bütün ülkelerde istisnasız olarak önce güvenlik ve sonrasında da yaşama hakkı (demokrasi) gelmektedir. Oysa biliyoruz ki özgürlük, barış ve insan hakları olmadan güvenliğin sağlanması imkansız ve de anlamsız kalır. Günümüz uluslararası kapitalist düzende kendi çıkarını öncelerken, sınır tanımaz boyutta silahlanmaya başvurduklarını görüyoruz. Aşağıdaki tabloda yer alan bölge ülkelerinde antidemokratik uygulamalar sıkça Uluslararası Af Örgütü tarafından rapor edinmiş ve de kınanmış olmasına rağmen ve bunların silahlanmaya devam etmeleri son derece manidardır:
Dünya genelinde 2021 yılı itibarıyla silahlanma harcamasında payı olan bölgeler:
Bölgeler: Harcamalar (Milyar dolar):
Afrika | 39,7 |
Kuzey Afrika | 19,6 |
Sahra Afrika | 20,1 |
Amerika Birleşik Devletleri | 883 |
Orta Amerika ve Karayipler | 11,0 |
Kuzey Amerika | 827 |
Güney Amerika | 45,3 |
Asya Pasifik | 586 |
Orta Asya | 1,8 |
Doğu Asya | 411 |
Okyanusya | 35,3 |
Güney Asya | 95,1 |
Güneydoğu Asya | 43,1 |
Avrupa | 418 |
Orta ve Batı Avrupa | 342 |
Doğu Avrupa | 76,3 |
Orta ve Doğu Avrupa | 186 |
2021’de bölgesel ve de dünya genelinde silahlanmaya yapılan toplam harcamalar: | 2113,0 (İki trilyon yüz on üç milyar $) |
Güvenlikçi politikalarla ulus tanımına kilitlenen tüm kapitalist ve emperyalist ülkelerin ortak bir buluşma noktası vardır; kendileri gibi düşünmeyenleri en acımasız yöntem ve uygulamalarla düzenlerine biat etmek olmuştur. Bu anlayışla ülkeler tüm çözümsüzlüklerini silahlanmaya yönlenmekte bulmuştur. Özgürlüklerin olmadığı, hak ihlali, yoksulluğa çözümsüzlük, çoğulculuk yerine çoğunluğun üstünlüğünü baz alan bu rejimlerin baskıcı yönetimi öteden beri bir olmazsa olmaz olmuştur. Egemen güçlerin çıkarına hizmet eden silahlanma oranı ne düzeyde olursa olsun, geçicide olsa insanlık tarihin hiçbir döneminde teslim alınamamıştır. Kapitalist düzenin güç birikimi, silahlanma ile gözdağı verilirken baskıyı artırmış ve emek-sermaye ilişkisindeki çelişkiyi daha da tetiklerken mevcut sorunu daha da kalıcı kılmıştır…