Seçimlere bir ay kala siyasal atmosfer git gide gerilirken İttifak siyasetleri de giderek daha belirginleşiyor. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki Emek ve Özgürlük İttifakı’nın da içinde yer aldığı devrim cephesi burjuva parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin halk kitleleri için ne ifade ettiğinden ziyade kendileri için ne ifade ettiği üzerinde durmalı ve siyasal tavırlarını buna göre belirlemelidir. Çünkü, AKP – MHP iktidarı halk kitleleri için ne idiyse, olası bir Millet İttifakı iktidarı da halk için ondan çok farklı bir şey olmayacaktır; bu, burjuva siyasetin farklı klikleri arasında el değiştiren iktidar oyununun geçmişiyle de defalarca deneyimlenmiş bir gerçektir.
O halde, devrim cephesi için AKP – MHP iktidarı ile Millet İttifakı iktidarı arasında, özellikle de Kürt sorununun politik temsilci konumunda olan HDP için değişen parametreler neler olabilir sorusu üzerinde durmak gerekir. Millet İttifakı bileşenlerinin büyük ortaklarından biri olan İYİ Parti ve Meral Akşener’in siyasal geçmişi ve kimliği herkesin malumudur. Meral Akşener, Tansu Çiller iktidarının İçişleri bakanı olarak dönemin faili meçhul cinayetlerinin sorumlularından biridir. Meral Akşener, Millet İttifakı’nın olası bir iktidarında İçişleri Bakanlığını kimseye bırakmayacaktır. Dolayısıyla, Kürt sorunu ve demokratik haklar mücadelesi için olası bir Millet İttifakı iktidarı da en az AKP – MHP iktidarı kadar militarizmin ve faşizan baskıların hâkim olduğu bir iktidar olmaya adaydır. Zaten, Millet İttifakı’nın büyük ortaklarından biri olan CHP’nin de Kürt sorunu ve demokratik haklar mücadelesine yaklaşımı İYİ Parti ve Meral Akşener’den çok farklı değildir.
Böyleyken, HDP’nin koşulsuz olarak Millet İttifakı ve Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını desteklemesi son derece ilkesiz ve tutarsız bir siyasettir. Daha doğrusu, bu bir siyaset değil siyasetsizliktir. Oysa, olası bir seçim aritmetiği HDP’nin ve Emek ve Özgürlük İttifakının seçime girdiği Yeşil Sol Parti’yi özellikle cumhurbaşkanlığı seçimleri için kilit parti durumuna getirmeye çok yakındır. Bu, çok güçlü bir ihtimaldir. Bu durumda, HDP ve ittifak bileşenleri en azından birinci tur için kendi cumhurbaşkanı adayı ile seçime girerek, ikinci tura taşınması çok muhtemel olan seçimlerde Millet İttifakı’nı bir takım demokratik hakların tanıması, örneğin, kayyumlar, F Tipi hapishanelerdeki hak ihlalleri, KHK ile işten uzaklaştırılanlar, sınır ötesi askeri hareketler , grev yasakları vb. konularda, bir protokol kapsamında adım atmak kaydıyla destekleyebilecekleri, aksi halde ise cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci turu boykot edecekleri yönünde bir siyaset ile belirli demokratik haklar bağlamında açık bir tavır takınmaya zorlayabilirlerdi.
Şu anki durum itibarıyla SMF hariç, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın HDP ile birlikte diğer bileşenlerinin koşulsuz olarak Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını desteklemesi hiçbir şey değilse, en azından, siyasal bir beceri noksanlığına ve politika üretmedeki yetersizliklere dair bir göstergedir. Oysa, HDP ve EÖİ’nın elinde en az %12’lik bir oy potansiyeli varken, bu oy potansiyelinin gücü seçim politikasına yansıtılamamıştır.
SMF hariç, EÖİ bileşenleri ve HDP, eğer, olası bir Millet İttifakı iktidarında, demokratik haklarda bir iyileşme ve güvenlik politikalarında bir gevşeme bekliyorlarsa fena halde yanılmaktadırlar. Ekonomi politika olarak ise Millet İttifakı’nın iktidarını AKP – MHP iktidarından çok fazla bir farkı olmayacaktır. Çünkü, Milet İttifakı, birtakım sosyalizasyonlarla, sınıf ve tabakalar arasında derinleşmiş olan ekonomik uçurumu sürdürülebilir hale getirmek istese bile hazinenin elinde böyle bir maddi kaynak olmadığı gibi ekonominin mevcut dinamikleri itibarıyla da böyle bir kaynağın yaratılabilmesi mümkün değildir. Bir zamanların sosyal demokrasisi- (ki Sovyet tehdidine bir önlem olarak güncelleştirilmiştir-) anavatanı olan Avrupa’da bile mevcut neoliberal politikalar karşısında çökmüş ve iflas etmiş durumdayken onun bir karikatürü olan CHP’nin neo liberalizmin karşısına alternatif bir sosyalizasyon politikası ile çıkabilmesinin hiçbir nesnel dayanağı yoktur. Bugün, Avrupa’daki metropol devletler bile bir zamanların sosyalizasyonlarını geri alma ve neo liberalizmi daha da derinleştirme yolunda ilerlerken, sosyal demokrasinin bir karikatürü olan CHP’nin birtakım sosyalizasyonlar yönünde ekonomi politik açılımlar yapabilmesinin ne maddi kaynakları ve ne de siyasal temelleri ortada yoktur.
Faşizm olgusunu, onu açık bir biçimde savunan ve propaganda eden burjuva partilere indirgemek hatalı bir yaklaşımdır. Faşizm, kapitalizmin emperyalizm aşamasının burjuva devlet biçimidir. Başka bir söylemle, faşizm, finans kapitalin ekonomi politiğine karşılık gelen devlet biçimidir. Finans kapitalin ekonomi politiği bütün kurumlarıyla tasfiye edilmeden faşizm tasfiye edilemez. Böyle bir ekonomi politik üzerinde yükselen burjuva devlet, iktidarda hangi burjuva parti olursa olsun finans kapitalin ekonomi politik eğilimleri doğrultusunda siyaset üretmek, politik manevralarla üstesinden gelemediği sınıfsal ve ulusal sorunlarda militarizmi bir yöntem olarak kullanmak ve emperyalist burjuvazinin ekonomi politik ve siyasal eğilimleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Faşizm, burjuvazi için bir politik tercih değil, finans kapitalin eğilimlerini gerçekleştirmek için zorunlu bir devlet biçimidir. Burjuva demokrasisi, kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasının devlet biçimiydi. Faşizm ise finans kapitalin iktidarıdır. Hatalı bir biçimde, faşizm olgusunu Hitler, Mussolini ya da Franco faşizmlerinden ibaret gören anlayışlar onun sınıfsal karakterini kavrayamamakta, ekonomi politikle devlet biçimleri arasındaki ilişkiyi görememektedirler. Oysa, Demirtok’un da açık bir biçimde ifade ettiği gibi kapitalizmin emperyalizm aşaması için faşizmden başka bir burjuva devlet biçimi mümkün değildir ve faşizmin tasfiyesi sorunu bir burjuva parti iktidarının başka bir burjuva parti iktidarıyla değişmesiyle değil, ancak, toplumsal bir devrimle mümkün olabilir.
Emperyal metropollerin faşizme evrimi ikinci dünya savaşında burjuva devletlerin paylaşım savaşına göre yeniden organizasyonu, BM, NATO, Dünya Bankası, İMF gibi uluslar arası faşist emperyal ekonomi politik ve militarist üst yapı organizasyonlarıyla başlayan sürecin G7, OECD, AB, NAFTA gibi oluşumlarla devam etmesi ve en sonu Varşova Paktı’nın çöküşüyle birlikte işlevini yitiren Avrupa merkezli sosyal demokrasiyle birlikte sosyalizasyon politikalarının iflası ve neoliberalizmin finans kapitalin gerçek ekonomi politiği olarak globalleşmesiyle birlikte, adım adım tamamlanarak günümüze gelinmiştir. Emperyal metropollerde ve uluslararası emperyal üst yapı örgütlerinde faşist militarizmin namluları yarı sömürgelere dönük olup, gelişen ve derinleşen uluslararası rekabetle birlikte, mali sermaye için bir yük haline gelen sosyalizasyonların tasfiye sürecinde, emperyal metropollerde de faşist militarizm kitle muhalefetine yönelme eğilimi göstermektedir.
Neo liberalizm ise finans kapitalin ekonomi politiğinin kendisidir. Neo liberalizmi, tıpkı faşizm gibi bir politik tercihe indirgeyenler, onunla birlikte, tıpkı burjuva demokrasisi gibi nesnel zeminini yitirmiş ve bir siyasal mevta olmuş sosyal demokrasiyi yeniden diriltmek gibi boş ve imkânsız hayaller peşinde kitleleri yanıltmaktadırlar. Nasıl ki kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte burjuva demokrasisine geri dönüşün nesnel zemini ortadan kalkmışsa, Neo-liberalizmle birlikte de sosyalizasyonlara dayalı sosyal demokrasinin varlık koşulları ortadan kalkmıştır. Sosyal demokrasinin en etkin olduğu dönem, dünya devriminin yükselişte olduğu ikinci dünya savaşından sonraki 15-20 yıllık süreçtir ve bu süreçte emperyal burjuvazi esas olarak bir devrim ihtimaline karşı sınıfsal çelişkileri sosyalize edecek sosyal demokrat politikalara yol vermek zorunda kalmıştır. Bugünün dünyasında ise neoliberalizm ile gerçek mecrasını bulan finans kapitalin mutlak iktidarında sosyalizasyonların ve dolayısıyla sosyal demokrasinin bütün dayanakları ortadan kalkmıştır. Bugün, Avrupa emekçi sınıfı, adım adım tasfiye edilmek istenen sosyalizasyonları savunmak ve korumak için ayağa kalkmışsa, Avrupa’daki metropol devletlerde bile olmayan burjuva demokrasini, Türkiye gibi emperyalizme göbeğinden bağımlı bir coğrafyada yeniden diriltmeye çalışmak bir ham hayalden başka bir şey değildir.
Kaldı ki emperyal metropollerde soğuk savaş dönemi stratejisi olarak öne çıkarılan sosyal demokrasi ve sosyalizasyon politikaları yarı sömürgelerden aktarılan kaynaklarla finanse edilmiş, Sovyet tehdidinin ortadan kalmasıyla birlikte, bu sosyalizasyonlar, uluslar arası emperyal rekabetin derinleşmesine paralel olarak düşen kar marjları kapsamında mali sermaye için bir yük haline gelmiştir. Bugünün dünyasında, mali sermaye ve iş birlikçileri dünya çapında neoliberalizmi derinleştirmek, Orta Doğu coğrafyası gibi coğrafyalarda içe kapalı ekonomileri çökerterek finans kapitalin hareket alanını genişletecek ekonomi politik ve militarist politikaları Dünya jandarmalığı rolünü oynayan ABD askeri bürokratik aygıtı ve uluslar arası üst yapı örgütleri aracılığıyla devreye sokmaya çalışırken, çoktan tarih sahnesinden çekilmiş olan burjuva demokrasisi üzerinde pembe hayaller kurmanın herhangi bir tutarlığı da kalmamıştır.
Fakat, dünya ölçeğindeki bu genel faşist-militarist oluşumun giderek derinleşmesi, tek tek ülkelerde demokratik haklar zemininde mücadelenin gerekliliğini ortadan kaldırmadığı gibi tersine demokratik haklar zemininde, varsa ulusal sorunu da kapsayan en geniş kitle temeli üzerinden sürdürülmesi gereken sınıf mücadelesini, onun esas yöntem ve biçimleriyle ilişkisi içinde koordine edecek sınıfsal ve ulusal ittifaklara her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğu açıktır. Bugünün dünyasında, burjuva partilerden birini diğerine tercih etmenin, kitleler için bir burjuva iktidarın diğerinden daha iyi olacağına dair boş beklenti ve hayallerin hiçbir tutarlılığı yoktur.
Böyle bir durumda, SMF hariç, EÖİ bileşenlerinin koşulsuz olarak Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olan Kılıçdaroğlu’nu desteklemesine bir anlam verebilmek mümkün değildir. SMF ise seçimlerde hiçbir burjuva parti ya da adayı desteklemeyeceğini, böyle bir siyasal sorumluluğu üstlenemeyeceğini net bir biçimde ifade etmiştir. Kitlelere ölümü gösterip sıtmaya razı etmek anlamına gelen bir siyasetin ne halk kitleleri için ve ne Kürt sorununun muhatabı olan yapı ve devrim cephesi bileşenleri için bir tutarlığı ve açıklaması yoktur. Millet İttifakının sloganı olan ‘’güçlendirilmiş parlamenter sistem’’ söylemi ise içi boş bir slogan olup Kürt sorununa militarist çözüm ve faşist güvenlik politikaları kapsamında hiçbir anlam ifade etmeyen bir burjuva masal olmaktan öte bir içeriği temsil etmemektedir.
Son olarak, seçim atmosferinin yoğunlaşması ve klikler arası dalaşmanın sertleşmesine paralel olarak siyasal gündem kimi olası provokasyonlara da gebedir. Özellikle, EÖİ ve Kürt siyasal dinamiklerine karşı çeşitli saldırı ve provokatif girişimlere hazırlıklı olmak gerekmektedir. Hatta bu türden provokasyonlar AKP – MHP kliğinin seçimi kaybettiği koşullarda, seçim sonrası süreç için de geçerli bir olasılıktır. Çünkü, AKP – MHP kliği Millet İttifakının iç tutarsızlıklarının farkında olup, seçimi kaybettiği koşullarda, özellikle iç ve dış güvenliğe ilişkin çeşitli provokasyonlarla Millet İttifakının iç çelişkilerini derinleştirme ve özellikle Kürt Sorunu özerinden, iç ve dış güvenlik politikalarında sanki zafiyetler varmış gibi bir politik atmosfer yaratarak, şovenizmin etkisindeki kitle tabanını tekrar kendi tarafına kazanma taktikleri deneyebilir. Bu durumda, olası bir Millet İttifakı iktidarının da çok fazla uzun ömürlü olmayacağını, yeni bir AKP-MHP iktidarı ve hatta buna İYİ Parti’nin de katılabileceği bir AKP-MHP-İYİ Parti iktidarının uzak bir olasılık olmadığı Meral Akşener’in altılı masada yarattığı ve zar zor çözülen krizden de bellidir.
Bu durumda, sınıf siyaseti ve EÖİ’nın Kürt sorunu siyaseti, en geniş kitle tabanı temelinde demokratik hak ve özgürlüklerden taviz vermeyen ilkeli bir siyaset zeminine oturtulmalı ve fakat faşizmle restleşmenin mekanının burjuva seçimler ve parlamento olmadığı da unutulmamalıdır. Emek ve Özgürlük İttifakı, seçim öncesi ve sonrası sürece ilişkin olarak gerek burjuva kamp arasındaki çatışmaların ve gerekse burjuva kamp ile emek cephesi arasındaki i restleşmelerin bir iz düşümü olan siyasal manipülasyonları boşa çıkarmak ve provokatif girişimlerin önünü almak için halen güncel bir mücadele birliğine karşılık gelmekte, karşı devrimle devrim cephesi arasındaki çatışmada merkezi bir rol oynamaktadır.