“Ey bedenim, beni daima sorgulayan bir insan kıl” (Alice Cherki).
Samoa’daki (1) kabile reisi Tuiavii kapitalist toplumlarda yaşayabilmenin zorluğunu ve hatta imkansızlığını şu cümlelerle izah eder:
“Beyazlar ülkesinde (emperyalist-kapitalist ülkeler) güneşin doğuşundan batışına kadar parasız hiçbir şey yapamazsınız. Para olmadı mı ne açlığını, susuzluğunu giderebilirsiniz, ne de yatacak bir döşek bulabilirsin (…). Paran olmadığı için seni pui pui’ye (cezaevine) atarlar. Hep para ödemek zorundasın”. (2)
Günümüz dünyasında egemen güçlerin sömürü, baskı ve “güç” tehditti mazlum dünya halkları için bir çığlık sesine dönüşmüştür. Bu adaletsizliğin en büyük yaptırım gücü özellikle yoksul ve bağımlı kapitalist ülkelerde yaşanmaktadır. Kapitalizmin doğası gereği hiçbir zaman gelişim ve yükseliş sürecinde hedeflediği değişimler (inovasyon) insanlara eşitlikçi veya daha iyi bir yaşama koşulunun sunması geçmişte olduğu gibi ve bugünde bunu yapamamaktadır. Sermaye temsilcileri elindeki gücü sahiplenirken konumlarını ‘durdukları yerce’ belirler ve mevcut zenginliklerini daha da artırmak ve bunun paralelinde de emekçi ve yoksullara koşulsuz olarak hükmetmekten geçen bir anlayışta ısrarını sürdürerek vardırlar.
“Tek kutuplu” günümüz dünya kapitalist sisteminde insan yaşamına dair varoluş adeta paramparça olurken; “özgürlükler” egemen güçlerin işine geldiği oranda ve de gerekli görüldüğü durumlarda “göstermelik” bir el uzatma kadar kabul görmüştür.
Sistem bir bütün olarak; kapitalist (ideolojik) ekonomi (üretim) küreselleşmede kendine rekabet olan güçleri çöküşe veya yok olmaya zorlarken ve bu sayede yerleşik olmayı ısrarla hedefine koymak ister olmuştur. Kapitalist güçler arası orantısız hareket alanı ve yükseliş süreçleri, bu onun varoluş noktasında sorunsuz bir ilişki bütününe sahip olduğu anlamını taşımaz. Güçler arası rekabet ve üstünlük yarışı, kaçınılmaz olarak toplumun en alt tabakasını temsil eden yoksul ve emekçiler üzerinde tehdit ve saldırganlığını gündemde tutarak vardır. Bunun pratikteki yansıması ise, mevcut düzenin “sürekli” kriz hali üst/egemen veya “kast” sınıfına dokunmadan yumuşak geçişlerle amacına hep ulaşmak istemiştir.
Tüm bu ilişki bütününden hareketle, kapitalist sistem içi antagonist çelişkilerin varlığı kaçınılmaz olsa bile, elit sınıf gayet yaşamından hep memnun kalmış ve geleceği her kriz sonrası yeni plan ve programlar üzerinde inşa ederek var olmuştur. Bununla zorunlu dayatmaları gündeme taşıyarak düzenini yeni baştan inşa etme noktasında olabildiğince kararlı olmuştur (baskılar, darbeler, iktidar değişimleri vb.ler). Çünkü, sistem için insan mağduriyetinin hiçbir değeri olmadığı için, temel düşün ‘zararın neresinde dönersen o kardır’ anlayışı üzerinden kapitalist düzen kendini bina eder olmuştur.
Küreselleşme, kapitalist güçlere bir yandan “yerleşim” alanı olurken ve diğer yandan da sömürü ve baskılarla en acımasız şekilde “yeni” avantajların yaratılarak fırsat kollandığı bir dönüşümün geçiş süreci olmuştur. Devamında; kapitalist sistemde ekonomik altyapı (mülkiyet) ile üstyapının (yöneticiler) tek bir ağacın farklı dalları olarak birbirine tutunan, güç sağlayarak ilerlemek isteyen sömürünün üretim ilişkidir. Bu bütünlüklü dayatmaca sonucu sistemde küreselleşmenin yapıtaşı olarak boy vererek daha da büyüyerek sınırlar ötesi ilişkiyi hedefler olmuştur.
Dolayısıyla, “sömürgecilerin ekonomik altyapısı aynı zamanda üstyapısıdır” (3) tezindeki saptama egemen güçlerin “konum” ve “güç” hükmü noktasındaki pay paylaşımı anlaşılır olsa gerek. Zira, “alt” ve “üstyapı” kavramsal olarak iki farklı anlam gibi görünse de işin özü biri olmadan diğerinden bahsetmek gerçekçi olmaz. Kapitalist toplumlarda her “alt” yapı (iktisadi düzen) kendi “üstyapısını” (siyasal yönetim) veya her “üstyapı” kendi “altyapısını” yaratarak sistemde ancak söz konusu süreklilik sağlanabilmiştir.
Bu iç içe geçişin genel anlamı, küreselleşmeyle bütünleşmiş ülkelerin siyasi ve iktisadi bağımsız hareket etme iradesinin imkân ve koşulları tümden ortadan kalkmıştır. Emperyalist ülkeler zengin ve gelişmişlikleriyle övünürler ve geri kalmış kapitalist ülkeleri ısrarla “demokrasi” ile terbiye etmeye çalışırlar. Örneğin; “işgal demokrasisiyle” ders vermek, “iyileştirme” programı adı altında sayısız vaatlerle “umut” olmak istemiştir…
Aradan geçem bunca zaman dilimine rağmen ve yazılanlara ışık tutan Frantz Fanon’un aşağıdaki söylemi pek anlamlı ve de yukarıdaki iddiaları doğrular niteliktedir.
“Avrupa’nın refah ve kalkınması, siyahilerin, Arapların, Hintlerin ve Asyalıların cesetleri ve terleri pahasına inşa edilmiştir”. (4)
Fanon’un yirminci yüzyılın 60’lı yıllarındaki bu tespiti, günümüz koşullarında kapitalist sistemin küreselleşme yolundaki ilerleyişi aynı hesaplarla sömürü ve baskının “tek” bir dünya sistemi olarak (tek kutuplu) devam eder olmasıdır. Bu düzenin küresel kodları özlü olarak neoliberalizmdir ve onunla yol almaktadır. Günümüz kapitalist dünya düzeninde yaşama kodunun geçerli tek bir kuralı vardır; paran varsa varsın ve yaşama şansın olur. Aksi durumda yaşamın en dip yerinde çığlık seslerinin yükseldiği yerde olur ve bir hiçsin. Bu konumla insan onurunun hiçe sayıldığı ve ayaklar altında ezilen ve can çekişen bir varlık olmaktan öte maalesef bir şansın yoktur.
Kara Afrika yazı dizimizde dile getirildiği gibi; kapitalizm kuşaklar boyu bağımlı veya azgelişmiş ülkelerde “tam bir savaş suçlusu gibi davrandılar. Sürgünler, katliamlar, zorunlu çalıştırma ve kölelik, kapitalizmin altın ya da elmas rezervlerini (…) kendi iktidarları için kullandılar”. (5)
Biliyoruz ki egemen güçlerin bir ülkeyle olan ikili veya çoklu iş birliği “işgal demokrasisine” dayanır. İş birliği olarak atfedilen (demokratikleşme, yardım paketi vb.ler) ilişkilerin nesnel gerçekliği güçlünün zayıf üzerindeki tahakkümüdür ve boyun eğmedir. Zira, güçlü-zayıf ülkeler ilişkisinde itirazsız olarak egemen güçlere hep biat etmek olmuştur. Bunun asıl nedeni de mevcut boşluğun (yokluk, yoksulluk, aşırı dış borçlanma ile oluşan bağımlılık konumu vs.ler) giderilememesidir ve bunu bir fırsat olarak kollayan egemen güçler yoksulların bağımsız hareket etme şansını objektif olarak yok etmiştir. Bu noktada antikapitalist ve antiemperyalist mücadelenin yoksul ülke halkları için ne kadar elzem ve kaçınılmaz olduğu öneminin bilincinde olmak zorundayız. Aksi durumda savaş tamtamlarının yükseldiği coğrafyamızda, Adriyatik Denizinden tüm Doğu Avrupa sınırına, Asya’da, Afrika’da ve Latin Amerika’ya dek uzanan insan yurdunda savaş manzarası ve tehditler tüm boğuculuğuyla devam etmektedir.
Savaşlara kaynaklık eden neoliberalizmin ekonomi politik dayatmacası, “güçlü-güçsüz” ilişkisi görünürde “çözüm” odaklı iş birliği içinde olduğu söylenir olsa da sonuçta çok yönlü bağımlılık ilişkisinin pekişmesi vardır. Dolayısıyla bütün azgelişmiş ülkelerin akıbeti benzer iktisadi sorun ve çözümsüzlüğün içinde can çekişen tek bir fotoğrafın görüntüsüdür. Tüm bu ülkeler yapısal çözüm yerine aynı arayışla çareyi Dünya Bankasında ve uluslararası finans kurumlarına başvurarak mevcut sorunun üstesinde gelmek istenmiştir. Yaşanan kriz giderekten derinleşirken, hemen hemen bütün azgelişmiş yarı sömürge ülkelerde (Türkiye dahil) bunu görmek mümkün. Bu kriz ortamında her defasında yukarıda sözünü ettiğimiz uluslararası finans çevreleri ve emperyalist ülkelerin “yardım” paketi gündeme getirilmiş ve “umut” olarak yansıtılmaktadır. Devamında açıktan bir baskı aracı olarak ülkelerin bağımlılık konumunda büyük bir yer almıştır. Bu uluslararası müdahalenin adı ise “işgal demokrasisidir” -ve bununla mevcut boşluk üzerinde ülkeleri “yardım paketi” adı altında çok yönlü bir biat ettirme sürecine kilitlemiştir.
Son 80 yılda anti Sovyet (sosyalist) tezleriyle ABD’nin dış politikasında önemli yazmalarla ülke yönetimine tavsiyelerde bulunanların başında Henry Kissinger gelmiştir. 27-05-2023 tarihinde yüzüncü yaş günü dolayısıyla The Economist dergisine bir demeç verdi.
Kissinger, “ABD’nin dünya genelinde jeopolitik egemenliğini sürdürmesi gerekmektedir. (…), ayrıca “Batı dünyası Ukrayna’ya yapmış olduğu yoğun silahlanmayla gelecekte bu ülke Avrupa’nın en güçlü silahlı/askeri gücü olacaktır. Kaçınılmaz olarak Ukrayna NATO üyesi olmalıdır ve bununla Batı değerlerinin korunması daha da güvence altına alınacaktır”. (6)
Kissenger’in bu tavsiyesinde de anlaşılacağı üzere ABD emperyalizminin önderliğinde Batı güçlerinin çıkarları öncelenmiştir. Jeopolitiğin coğrafyalara hükmetmesi şüphesiz barışçıl olmamıştır, bu, geçmişte olduğu gibi günümüzde de “güç” endeksli savaş yönetimi olarak konum (var olmak) belirlemiştir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (1939-1945) sonrasından günümüz zaman dilimine uzanan süreçte, uluslararası ilişkilerdeki genel tanımlama, savaşlarla “güç” gösterisinin kıyasıya yarış halinde olduğu bir var olma mücadelesine dönüşmüştür.
Sonuçta, jeopolitik olarak dünyaya hükmeden uluslararası emperyalist güçler, bulundukları coğrafyayı siyasi, iktisadi, kültürel ve askeri olarak kendine angaje etmek ve bu sayede yerleşik olmayı hedeflemiştir. Denilebilinir ki; günümüzde yaşanan yoksulluk, iç ve dış çatışmalar mevcut emperyalist güçlerin ülke topraklarında yerleşik bir konuma gelmiş olmasındandır. Tarihin her döneminde ülkelerin bağımsız ve özgürlük mücadelesi tek taraflı olarak sol sosyalist güçlerin omzunda taşınmıştır. Biliyoruz ki bu mücadelenin ön saflarında yer alan ve taşıyıcı lokomotifi olarak yaşamları pahasına toprağa düşen devrimciler olmuştur!
Yararlanılan ve Kullanılan kaynaklar
1- Samoa, Güney Pasifik Okyanusunda, Polinezya adalarından biridir. Samoa, 1962’de Yeni Zelanda’dan (İngilizce New Zealand) ayrılarak bağımsızlığını ilan eder.
2- Scheurmann, Erich, “Göğü Delen Adam”, Ayrıntı Yayınları, 45. Baskı, İstanbul 2022, sayfa 36-37.
3- Fanon, Frantz, “yeryüzünün Lanetlileri”, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2022, sayfa 45.
4- A.g.e., sayfa 90.
5- A.g.e., sayfa 94.
6- Kissinger, Henry, “Geopolitiek – Denker en Doener”, de Volkskrant, Zaterdag 27 mei 2023 Nederland.