”Burada bizi, idealist ve metafizik sistemlerden ayıran temel nokta şudur: Mantıksal olan, tarihsel sürecin adım adım gelişmesinde gerçekleşir; her ne biçimde olursa olsun, sürecin başında bulunamaz.
Bir belli sürecin, bir belli sonucu doğurmuş olması, bu sonucun sürecin daha başında belirlendiği kanısını doğurur. Metafiziği yanıltan budur.”
Bu belirleme hatalıdır. Metafiziğin temel yanılgısı burada değildir. Metafiziğin temel yanılgısı maddeyi bir çelişki olarak değil çelişkisiz bir birlik olarak ele alması ve dolayısıyla, maddenin bütün tarihinde onu hareket ettiren nedenselliğin onun iç çelişkisinde değil ”töz”, ”tin” gibi kavramlarla tanımlanmış bir hareket ettirici ilk neden arayışında olmasıdır. Aydın Çubukçu, mantıksallığın, tarihsellik tarafından yaratıldığını söylerken de yanlış değil ama eksik bir tarif yapıyor. Evrenin, doğanın ve toplumun mantıksallığı onların tarihselliği tarafından yaratılmamış ve fakat tarihsellik tarafından biçimlendirilmiştir.
Mantık denilen şey zaten maddenin iç çelişkisinin kendisidir. Bu iç çelişki, onun tarihselliğinin farklı aşamalarında gelişiminin dolayımlarına bağlı olarak farklı biçimler alacaktır. Örneğin, inorganik doğa ile organik doğanın diyalektiği başkadır. İnorganik doğada da organik doğada da ”itme” ve ”çekme” ve bunları dolayımlayan yasalar aynı olsa da inorganik doğa bu yasalar karşısında edilgen bir kendiliğindenlik halindeyken, organik doğa, doğa yasaları karşısında edilgenliğin aşıldığı bir gelişme aşamasına karşılık gelir. İnsanın evrimiyle birlikte ise Gorki’nin dediği gibi doğanın insan aracılığıyla kendi bilincine varmaya başladığı ve aynı zamanda kendi etkinliği ile onu değiştirdiği bir aşamaya gelinmiştir. Doğanın kendiliğinden diyalektiği ile insanın, onun diyalektiğini kavrayarak, aynı yöntemle onu değiştirmeye yönelmesi tabi ki aynı mantıksallık değildir. Bunun için doğanın diyalektiğinin etkinliği tez-antitez- sentez biçiminde tarif edilirken, düşüncenin diyalektiği analiz- sentez biçiminde nesnelliğin soyutlamalarıyla gelişir.
Tez – antitez – sentez, kendiliğindenliğin diyalektiğidir ve orada yadsıma ve olumlama hareketin kendisinde kendiliğinden gerçekleşir. Analiz-sentez ise düşüncenin diyalektiğidir ve yadsıma ve olumlama hareketin kendisinden önce kafada gerçekleşir ve nesnelliğin hareketine uyarlanarak onu değiştirmeye yönelir.
Aydın Çubukçu, Diyalektik mantığı anlattığı bütün bir yazı boyunca bir kez bile karşıtların birliği ve savaşımı olarak diyalektiğin temel ilkesinden hiç bahsetmeden, mantıksallığın gelişimini tamamen tarihselliğe ve bir belirsiz süreç kategorisine indirgiyor. Evet, doğanın ve toplumların tarihselliği tarafından yaratılmış olmayan ama aynı tarihsellik tarafından biçimlendirilmiş olan diyalektiğin kavranmasında süreç kategorisi önemlidir. Fakat, nasıl ki inorganik doğanın organik doğaya evriminin yasalarıyla, insan elinin evriminde emeğin rolünün yasaları ya da farklı toplum biçimlerinde üretim ilişkilerinin yasalarının çelişkisi aynı çelişki değilse de diyalektiği aynı diyalektiktir. Genel olarak diyalektiği maddenin iç çelişkisinden azade bir süreçler silsilesine indirgemek de ne doğanın ne de toplum biçimlerinin diyalektiğine ilişkin olarak bize bir epistemolojik temel vermez.
Dolayısıyla, maddenin iç çelişkisi olarak diyalektik evrenle aynı yaştadır ve birlikte var olmuşlardır. Sorun şurada ki biz evrenin ontolojisi için henüz her şeyi bilmiyoruz. Dolaysıyla, maddeye ilişkin bilgilerimiz bize henüz bir evren ontolojisi temellendirme olanağı vermiyor. Böyle olduğu için Marks bile bir evren ve doğa ontolojisi temellendirmeye yeltenmemiştir. Marksizmin doğanın diyalektiğine ilişkin çalışmaları Engels’in Doğanın Diyalektiği yapıtıyla sınırlı olup o çalışma da bir ontolojik temellendirmeden ziyade epistemolojik bir çalışmadır ve orada amaç metafiziğin aksine doğa tarihinin kendi iç çelişkisiyle biçimlendiğini göstermektir. Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik’te anlattığı bütün metin boyunca, aynı zamanda, formel mantıkla, diyalektik arasında da bir ayırım yapmadığı gibi bir yerli ile uygar dünyanın bireyinin mantıksallığını karşılaştırırken verdiği örnekte olduğu gibi uygar dünyadaki çocukların iki nokta arasındaki en yakın yol olarak doğru kavramına şehirlerin düzgün yolları aracılığıyla sahipken yerlilerin bu kavramdan yoksun olduklarını söylerken de mantığın tarihselliğiyle varlığın ontolojisinin diyalektiğini yine birbirine karıştırıyor.
Oysa, şehirlerin düzgün yollarından önce ilkel kabilelerde avcılıkta kullanılan ok ve yay vardı. Ok da en az şehirlerin yolları kadar düzgündür ve hedefine en kısa yoldan varır. Aydın Çubukçu, Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi’ni okumamış anlaşılan. Kant, orada der ki akıl, pratiktir. Fakat, pratik akıl doğayı taklit etmekle yetinirken, teorik akıl onu değiştirmeye yönelir. Ben de buna şunu eklemek isterim ki insan oku yaparken kendi bedeninden esinlenmiştir, Aydın Çubukçu, çubuğun esin kaynağı üzerine de bir araştırma yaparsa sanırım daha doğru epistemolojik verilere ulaşabilir…