Rüzgara Karıştık:
Yoluna düştük
Sessiz bir meşe ormanında
İlerlerken rüzgarla geçmişe
Vardık “ulu” bir dağ gölgesine
Derin, çokta sessiz bir boşluk
Bin yıllık yoldan aynı yolculuk
Sorguluyor insan terazisinde
Deşerken anılar zihinde
Anlatılanlarla konuk geldik
Söz atışmasından bin uzak
Nem attı yorgun gözler
Karınca yuvasına yakın
Kuzeyden sert rüzgar
Okşarken nergis dağlar
Yaslandılar hüzünle öyküler
Anlatılanlarla bir gün yarası
Kucakladılar “kirvece” sohbeti
Bilmem daha kaç hikaye var
Savuruyor rüzgar unutulanları
Düşerken yakına anılar
Tutmak isterken rüzgarı
Vurur gözlere poyraz
Süpürür unutulanlar yakın
Seyre kaldık dağ keçilerin
Düşünürken bir memleket
Savrulduk zihinde bir uzak
Daha fazla söze gerek yok
Yanı başımda insan sessizliği…
Masum ve zararsız insanlardı; yabancıları sadece bir bilmezlikle izler, bakar ve uzak dururlardı. Sonra, o yabancılar silahlı atlarıyla geldiler; sert ve aşağılayıcı bakışlarla, kirli yüzlü ve her an çekip vurmaya yakın beyaz insanlardı.
Atlarıyla geçtiler; dağlardan, ovalardan, harıl harıl akan katıksız nehirlerden insan ruhunu kirleterek geldiler. Amerika kıtasını “medeniyet” adına keşif ettiğini iddia eden Kristof Kolomb (1492), beyaz atlıların gelmesine çoktan yol açmıştı. İşgal, savaş ve barut kokan bu yoldan milyonlarca insanın hayatına mal oldular (65-70 milyon), bu yolculukta bir halkın geleceği en acımasızca karartılacağı keşif güzergâhı döşenecekti. Olanda bu oldu. O topraklara binlerce yıl ev sahipliği yapanlara Kızılderililer veya Hintliler denildi -ve beyazlılara ise kıtanın “en son sahipleri” diye tarihin gerçekliği toz buz edildi.
Yerliler, siyah uzun örülü saçlılardı ve hep gök maviye sığınırlardı, örülen saçların her düğüm yerinde kendi gerçekliği vardı, unutamadıkları ve de unutamayacaklarını saklı bir sır gibi korudular, insan olduklarına dair. Onlar; topraklarında akan berrak katıksız nehir sularında yıkanan örülü uzun saçlılardı. Yani onlar, Kızılderililerdi!
Onlar; Güney ve Kuzey Amerikalılardı. Onlar; Maya (MS 600), Inka (1438) ve Aztek (1400) gibi devletleri kuran, büyük ve de binlerce yıllık medeniyetten gelen yerli topluluklardı.
Onlar; kendilerine sığınak görevi yapan kaya diplerini, soğuktan ısıtan güneşe, ateşe, balık veren nehir sularına inanır ve taparlardı. Tüm bunlar Kızılderililer için birden çok birer Tanrıydılar.
Çünkü onlar hiçbir zaman bir dinin dogmatik anlatımı ile günlük yaşamlarını sorgulayacak bir hesap verebilirlikten yana değillerdi. Topraklarında hep özgür bir insan olarak yaşamak istiyorlardı. Yaşam koşulları, onların doğayla olan ilişkisini vazgeçilmez kılarken, bu, sadece onların doğanın insan ilişkisinde bir vazgeçilmezliğin ne kadar önem arz ettiği bir kutsallıktı.
Bu nedenle Kızılderililer için doğanın kutsallığı hep vazgeçilmez olmuştur. Bundan dolayıdır ki Tanrı kavramı onlar için sınırsız maddi bir gerçeklikti, işe yarayan, elle tutulan, gözle görülen, yağmurdan soğuktan ve de kıştan kardan koruyan bütün konum ve yerler birer tanrısal öneme sahiptiler.
Sonra beyaz insanlar gelmeye başladılar, topu tüfeğiyle çoğaldılar, tek tanrılı bir dünyanın inanç algısını dayattılar. Önce cennet ve cehennemi inandırarak korkutmak istediler, sonrasında da dinlerini öğrenmelerini dayattılar ve kendilerine biat etmelerini istediler.
Onlar, gruplar halinde benekli ve leopar desenli Appaloosa atlarıyla hep gezer ve yerleşim alanlarını dış tehlikelere karşı korurlardı. Bunu da en cömertçe sine, canı pahasına korkusuzca kendilerini savunarak yaparlardı. Ne zamanki beyazlar eksilmeden çoğaldılar, uykuları kaçtı ve günün yirmi dört saati yerleşim alanlarında hep duman yükselir oldu. Bu bir mesajdı, düşmandan korkmayacaklarını ve de korkmadıklarına dair bir meydan okumaydı. İşgalci güçler yerleşim alanını her sardığında, rüzgâr sesi ve kuşların ötüşü yerlilerden yana ve onları haberdar ederdi, düşman var diye…
Ölüm; korku ve tehdit hep rüzgâr titreşimiyle hissedilir ve yakınlaşırdı. Biliyorlardı ki; yabancı atlılar silahlarıyla en acımasız şekilde yaşlı çocuk, kadın erkek demeden çadırlarıyla bütün yerleşim alanını yok edeceklerdi. İşte 65-70 milyon insan katliamı hep bu şekilde oldu, top tüfekle ateşe verilirkengeride sadece gökyüzü sessizliğine uzanan dilsiz kara dumanın gölge izi kalırdı. İnsanlığın yüzkarası bu utanç verici olaylar yapılan ‘kovboy filmleriyle’ (sadece kendilerini aklamak adına) insan hafızasında yer olsun istenildi.
Her katliama neden olan olay birden çok gerekçesi vardı kendilerine göre; ‘Tanrı’nın elçileri’ veya ‘modern insanlığı yayma’ iddiası ile motife olmak istediler. Onlar için insan kaybı bir yok hükmündeydi. Sonrasında dillerini öğrendiler, dinlerini öğrettiler, silah verdiler barutu olmayan mermilerle birlikte. Bu sayede o topraklarda yerleşik konuma geldiler, timsah gözyaşıyla komşu oldular. Topraklarını satın aldılar, şehirler kurdular, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini keşfettiler ve bunları geldikleri ülkelere birer birer aktardılar. Bu haydutlar çetesi geldikleri ülkelerde birer “kahraman” olarak heykelleri dikildi. İstisnasız olarak, bütün Avrupa ülkelerinin Merkez Bankalarının ya içinde veya bitişiğinde onlarla birlikte aslan heykelini diktiler ve bir “güç” sembolü olarak poz verdiler. Ki, bu ülkelerde tarihin hiçbir döneminde aslanın yaşadığı görünmemiştir. Beyazların “kahraman” olarak adlandırdıkları insanların heykelleri Batı başkentleriyle aynı eş değer anlamda önemsendi ve değer verildi. Bu mantık 2020’de de aynı yaklaşım ve algıyla, bu, bugünde tüm inançla devam etmektedir. Gerçek ve de trajikomik olan o ki, halen “medeniyetleri” ve “savaş suçluları” aynı karede ve yan yana anılır olmuş olmalarıdır.
Her şeyden önce medeniyet ve adalet kavramı zaman ve mekâna göre konum belirlemez, o, en zor koşullarda bile insanlıktan yana (sosyal sınıf ayrımı yapmaksızın) çarklarını döndürebilmeli ve o önemde olabilmelidir. Şu bir gerçek ki, inkâr, savaş ve katliamlar üzerinde inşa edilmiş bir medeniyetin algı toplamı gerçek anlamda insanlığa hizmet eden bir değerler bütünü olamaz. Bunun, öteden beri iki ajandası olmuştur; işine geldiğinde medeniyet, hak ve hukuktan söz eder ve bir üst perdeden bakmayı da pek sever. Bir diğer özelliği ise; şartlar ve koşullar aleyhine işlediği bir süreçte, tıpkı Kızılderililerin yakıp yok edilmesi kadar acımasızlaşabilirler. İşte bu noktada adalet ve hukuk devreye girse de biçimsel kalır ve hiçbir geçerliliği olmaz.
Bunun en somut örneği yine Amerika’da yaşandı. 25 Mayıs 2020’de Amerika’nın Minneapolis şehrinde 46 yaşındaki siyahi George Floyd’in gözaltında “nefes alamıyorum” çığlığına rağmen, bile bile Amerikan “adaletini” sağlamakla mükellef polisler tarafından katledildi.
Bu olayda da görülmüştür ki; “adalet” ve “hukuk” egemen güçlerin zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak işletiliyormuş. “Hukuk”, kavram olarak bir evrensel çağrışımda bulunmuş olsa da bağımsız olamıyor demek ki. Öteden beri “hukuk”, ‘kime göre ve neye göre’ işlev gördüğü gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Amerika’daki “hukukun” hukuksuz işleyişi bu ülke tarihinde birçok olayda ısrarlı bir biçimde görülmüş ve yaşanmıştır. Amerika’daki polisin tutuklama olayları siyahiler için adeta bir “kâbus” olmuştur.
Araştırmacılara göre, sadece 2019’da polis şiddetiyle 1098 insan yaşamından olur. Bu rakamlar polisin verdiği sayının iki kat üstündedir. Zira, 2018’de 1143 kişi ve 2017’de de 1095 kişi yaşamını yitirmiştir. Gerçek o ki, polis şiddeti orantısız bir şekilde özellikle siyahileri hep hedef almıştır. (1)
Şüphesiz Amerika’daki bu hukuksuzluk, polis şiddeti ve ‘beyaz insanların’ tarihi gerçekliği yanıtsız kalmadı. George Floyd olayının nedeni ve onun sorumluları 1400 yıllarındaki ‘beyaz işgalcilerin’ savaş ve işgal izlerinde aranır oldu. Bu gelişmeler bu olaya neden olan üç beş polisle sınırlı kalınmadı, mevcut tepki adı geçen polisleri aşarak küresel boyutta eylemlerin yapılmasını doğurdu. Kitlesel olaylar inanılmaz bir boyutta anti-emperyalist ve antikapitalist tepkilere dönüştürüldü, öfke dünyanın her yerinde hissedildi ve karşılık buldu. Bunun sorumlularını yüzyıllar önce ülkeleri sömürge yapan “kahramanlara” kadar uzandı. Dolayısıyla kapitalist sistem George Floyd olayından bire bir sorumlu tutuldu. Kapitalizmin sermaye birikiminin sembol isimlerinin heykellerine saldırdılar, döktüler ve yıktılar. Zira birçok emperyalist ülkelerin başkentlerinde “kapitalizmin refah ve zenginlik simgesi” konumunda dikili duran birçok heykel müze depolarına alınmak zorunda kalındı. Görünen o ki, arada binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen; tarihin hafızası hep ezilenden, emekçiden, yoksuldan ve gerçek adaletten yana terazisini kullanmıştır…
Yararlanılan ve kullanılan kaynaklar:
1- www.rtlnieuws.nl -Algemeen Dagblad, 12 Haziran 2020 Hollanda. -Het Parool, 4 Haziran 2020 Hollanda. -De Volkskrant, 12 Haziran 2020 Hollanda