Günümüzde etkisi artan Post – Maksizmin, güç kaybederek geri çekilme sürecine giren dünya devrimci hareketinin bıraktığı ideolojik boşluktan beslendiği bir gerçektir. Döneme ait toplumsal ilişkiler içerisinde cereyan eden ideolojik ortamın karşıtlık ilişkisi yeterince belirgin değildir. Bu süreç öylesine açık bir şekilde gözlemlenebilir bir durumdadır ki artık bir keşfin konusu olmaktan uzaklaşmaktadır. Zaten içinden geçtiğimiz bu devrin özgün yapısı nedeniyle ideolojisi belirgin olmayan bir siyaset anlayışının bir kısım devrimci ve sosyalist kesimleri de etki altına alması nedeniyle, içine öznellik kaçmış toplumsal anlatımların eleştirisi gecikmektedir. Bu durum aynı zamanda çarpıtılmış yapay gerçeklik üretiminden türetilen sözde yeni siyaset teorilerinin, yarım aydınlanmış, küçük burjuva nitelikli bazı kent sosyolojik kesimlerini sarhoş etmeye başlayan bir toplumsal ortamın tarifi olmaktadır.
Postmodernist siyaset ve düşünüş biçiminin sol yelpazedeki en önemli tohumları daha sonraları adı “Frankfurt okulu” olan Frankfurt üniversitesine bağlı “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü”nde atıldı. Frankfurt okulunun ideologlarından Adorno yazmış olduğu “Negatif Diyalektik” adlı eserinde diyalektik akıl yürütme yönteminde Marks ve Engels’ten koparak doğa bilimlerinde işleyen diyalektiğin toplumsal alana uygulanmasına karşı çıkar. Adorno’ya göre; doğada devinen hareketle toplumda olup biten olayların hareket yasaları birbirinden farklı olduğu için bütüncül bir kuramsal düşünce sistematiği oluşturabilmek için birleştirilemezdi. Aynı şekilde yazar Engin Erkiner bu görüşleri, Marksist gelenekte farklı bir tarih anlayışı yaratmaya çalışan Macar filozof ve edebiyat bilimcisi Georg Lukacs’a gönderme yaparak gerçekliğin bir tarifi olarak ilan etmektedir. Ayriyeten yazar, Fransız Komünist Partisi’nin akademik sözcülerinden Althusser’in kuramsal çalışmalarında toplumsal üst yapı ile alt yapı kavramlarının birleşik ve aynı şeyler olarak durmasından yola çıkarak gerçekliğin tarifini arttırmakta ve böylece politik birey ve oluşumları bir düşünce ortaya atmadan önce “Hangi Marksizm’e” ait olduklarını tarif etmeye davet etmektedir.
Erkiner aslında burada postmodern zamanların en büyük sorusunu sormaktadır. Çünkü yazara göre bağlantısız ve etkileşimsiz bir ortamda ansızın var olan ve aynı şekilde ebediyen yok olan matematik nesnelerinin hükmü altında devinen bir doğa gerçekliğinden tutarlı bir soru türetilememektedir. Yada doğanın kendisi bütünsel işlemediği için cevabı tutarlı olan bütünsel bir soru hiç bir zaman ortaya çıkmayacaktır. Şeylerin bilgisel açıklamasının doğadaki rastgelelik ve abartılmış görecelilik ilkeleri gereği çoklu gerçeğe dayanması işleri karma karışık yapmaktadır. Erkiner’in kendisi zaten “Modern Fizik Ve Doğa Felsefesi olarak Diyalektik Materyalizm” adlı görsel sunumunda “Bilimsel teoriler 19. yüzyıla mahsustur ve bir daha ortaya çıkmamıştır. Bütünsel teorinin doğruluğu olamaz zaten. Fizikte bile bütünsel teori yok.” demektedir. Görelilik ile Kuantum teorisinin birleştirilememesi nedeniyle. yani erkiner, sosyal bilimlerde de bütünlüklü bir düşüncenin ortaya çıkabilmesinin imkansızlığına dikkat çekmek istiyor.
İşte bu durum konuyu ele alırken, yazarın eklektizm ve birbirini itip dıştalayan bağlantısız çoklu gerçeklik algısı nedeniyle içinden çıkılamaz gibi görünen bir karmaşaya sürüklemektedir. Mesela; “Doğa bilimlerinde istisna yoktur ama Sosyal bilimlerde olabilir.” diyerek bize diyalektiğin bazı yasalarını değiştirmemizi önerirken aslında diyalektik materyalizmi tarihsel bütünlüklü sisteminden kopararak onu sadece sosyal alana indirgememizi önermektedir. Yazara, epistomoloji ile ontolojiyi ikileme sürükleyerek yeni bir diyalektik önermenin, Marks ve Engels’in diyalektiğinin yerine, zamanın ruhuna uygun bir kurgusal roman koymak anlamına geldiğini anlatmak mümkün görünmemektedir. Çünkü böyle bir eleştiri karşısında yazarın bizlere “Hangi Marksizm?” sorusunu yönelteceğinden emin gibiyiz. Emin olduğumuz ikinci şeyde; “Hangi Marksizm?” sorusunun “Hangi gerçek?” anlamına geldiğidir. Yazar “Doğada istisna yoktur.” derken bile doğayı istisnaya uğrattığını unutmuşa benziyor. Hem de bu koca evreni bütünlük içinde çalıştıran termo dinamiğin en önemli yasası olan birinci yasayı matematiksel bir zerre üzerinden kırıma uğratarak! Böylece enerji yoktan var, vardan yok edilemez anlamına gelen “Enerjinin korunumu yasası”nı Kantcı metamatik yorumu etkisi altında ret etmektedir. Yazar, fizikteki istisnaların sosyal alandaki bir romanda ortaya çıkan fanteziler gibi durmadığını iyi bilmektedir aslında. O halde neden bu tutarsız tutumunu normalmiş gibi devam ettirmektedir?. Bunun bir tek mantıklı açıklaması vardır bizce. Çünkü postmodernist söylemin en tipik özelliklerinin başında; “Şeylerin kendisi bilgilerimizden kaçtığı için, bir soruya verilebilecek bütün farklı cevapların biçimi bizlere gerçekliğin tarifini vermektedir.” şeklinde bir anlayış gelmektedir. Yani eğer gerçeklik kendisini çoğunlukla gizliyor yada bize bin bir surat ile görünüyorsa, gerçeğe ilişkin olası bütün farklı cevaplar arasındaki sınırlarda anlamsızlaşıyor demektir. Böylelikle post kapitalizm zamanında gerçekliğin muhtevası değiştiği için Marksizmin tarihsel birikimi artık toplumu ve doğayı açıklayacak yeteneğini kaybettiği iddiası peşi sıra gelmektedir.
Bu iddialar ise çoğunlukla, dünyanın yeni bir jeopolitik düzene geçtiği, topum yapılarının değişerek geleneksel sınıfların dağıldığı ve siyasetin doğasının çok kutuplu olarak değiştiği türünden argümanlara yaslanmaktadır. Bu kesime göre eğer devinen doğanın tutarlı bir açıklaması yoksa, dolayısıyla toplumsal teorilerinde tutarlı bir eleştirisi ortaya çıkamaz. Halbuki madde ile ilişkinin olmadığı bir vakum ortamda en basit ve önemsiz soyutlamalarımızın dahi ortaya çıkabilmesine dair imkansızlık, aynı zamanda toplumun ve tarihin oluşumunun, hareketinin ve değişiminin uzamsal olarak içinde geliştiği maddi koşulların yok sayılmasından dolayı gerçekleşebilme imkansızlığı anlamına gelmektedir. Madde milyarlarca yıl devindikten sonradır ki belirli koşullarda inorganik maddelerin organik maddelere dönüşümüne olanak tanımış böylece insan özgülünde uzun bir evrimin sonucunda bilinç ortaya çıkarak toplum tarihine olanak sağlamıştı. Maddeden organik İnsan türünün hayatta kalmak için milyonlarca yıl doğayla emek aracılığıyla girdiği ilişki sürecinde evrimleşmesinin nitel bir parçası olarak soyutlama yoluyla aritmetiğin bugün bile temeli olan onlu sayısının alt bilgisine ulaşmayı başardı. İlkel komünlerde kolektif olarak üretilen günlük maddi ihtiyaçların üleştirilmesinde ihtiyaçları gözeten bir büyüklük birimiyle doğal olarak işleyen bir toplumsal mekanizma vardı kuşkusuz. Tarihin bu evresinde artık – değer, meta ve ücret gibi kavramlar henüz oluşmadığı için topluluk üyelerinin matematiğe olan ihtiyacı en iyi ihtimalle bir kaç parmak sayısını geçmiyordu. Yerleşik hayat, tarım ve hayvancılık sonrası insan toplumlarının doğal ekonomik yapılarına ilişkin ilk sapmanın işareti olan birikmiş ürünün kendisi matematiği bizatihi gelişime itimleyen en önemli etmenlerin başında gelmektedir. Üretici güçlerinin gelişmesine paralel olarak her peşi sıra gelen Sosyo ekonomik formasyon süreçlerinde üretim ilişki ve ihtiyaçlarının karmaşıklaşması durumu matematiğe olan ihtiyacı da karmaşıklaştırıp artırmaktaydı. Tam iki bin yıl boyunca doğruluğundan asla şüphe edilmeyen Öklid geometrisinin kapitalizmin şafağında tahtından olması böyle bir tarihsel ekonomik süreçte gerçekleşti.
Engels’in döneminde yaşayan matematikçi Rieman’da, mitolojilerdeki hikayeler kadar eski ve ölümsüz gibi görünen Öklid sabitlerinden yalnızca biri hakkında şüpheye düşüren bilinç nasıl ortaya çıkmıştı?. Kozmik arka plan ışınımı sayesinde bilim anlatımıyla, yaklaşık 13 milyar 800 bin yıldır evrende gezinen ışığın özelliğinin keşfini sağlayan matematik yasalarının ortaya çıkması nasıl olur bizzat insan toplumunun tarihsel maddi gelişimine dolayımlanır?. Nihayet Einstein, Engels’in yaşadığı dönemde ortaya çıkan “Maxwel Denklemleri” sayesinde “Özel Görelilik” teorisinin, “Rieman Geometrisi” yardımıyla da “Genel Görelilik” teorisini geliştirebildi. İnsan türü varoluşsal çırpınış ile dolu uzun tarihi boyunca ilk defa evren hakkında, tabiri caiz ise, tanrının zarları bütün kuvvetiyle fırlatabildiği en ücra köşesine kadar şimdilik tutarlılık gösterebilen bir bilimsel tasarıma kavuşmuş oldu. Demek ki, bir memeli primat türünün diğer bütün türler arasından emek yoluyla ayrışması sürecinde ortaya çıkan nicelik değerleriyle ilgili soyutlamalar vakum boşluktan değil, doğayla olan ilişkiden gelmiş ve sınıflı toplum tarihinin her farklı formasyonunda gelişerek tekrar kendisine ve doğaya dönmüştür. Antopolojik dönemde yalnızca bir tek Mamudu savanda avlayan insanın bu yaşamsal pratiğine yön veren sayısal bilinç, topluluk üyelerinin zorunlu olan günlük asgari ihtiyaçlarının ortalama hacminden ileri geliyordu. İnsanın yabancılaşmamış doğasıyla uyum içerisinde görünen bir çok yasa, tıpkı Engels yoldaşın da benzer bir şekilde dediği gibi sınıflı toplumlarda sihirli bir başkalaşıma uğrayarak sanki doğadan ayrı ve özerk şeylermiş gibi insanın karşısına geçti. Örneğin bahsini ettiğimiz savandaki avın zamanla özü ekonomik olan savaşlara bırakmasıyla sayısız insan öldürmenin yerini alması konumuza iyi bir örnek olarak alınabilir.
Böylece ekonomik etkinliğin değişen doğası nedeniyle sayısal nicelik değerlerinin de değişerek insana yıkıcı bir tarzda yöneldiğini görüyoruz. Matematik denen büyüklük bilimin gelişimini esas olarak etkileyen burjuva ekonomi politiğin bizzat kendi yasalarının insan çoğunluğuna normalmiş gibi görünmesi, bu bahsettiğimiz matematiksel niceliklerin yabancılaşma nedeniyle insan çoğunluğuna normal görünmesi üzerinden gerçekleşir. Doğanın tarihi ile insanın tarihinin birbirini karşılıklı koşulladığı bir gerçektir. En soyut matematik bile doğadaki bir kısım maddi şeylerin varlığı oranında mantıksal bir çıkarımsa eğer, insanın toplumsal bilinci ile doğanın diyalektiği arasında bir geçişkenliğin yada örtüşmezliğin olmadığını hangi safdil iddia edebilir?. Matematiğin doğada karşılığının olması, insanın toplumsal bir varlık olması nedeniyle içine idealizmin kaçmamış olduğu anlamına gelmiyor tabii ki. En aptalca hayallerimizin, bilimsel soyutlamalarımızın, eserlerimizin, teolojik yaratımlarımızın ve matematiğimizin içinde diyalektik çalışmaktadır. Tümelin genel hareket bilgisi olarak evrende ve toplumsal yaşamda bir nokta bir başka noktaya gittiği için bir çizgi oluşmaz, çünkü bunu toplumsal tarihte de, Samanyolu galaksisinde de gerçekleştiren çelişki yasasıdır. Mesela yıldızların merkezinde ve insan toplumlarının tarihsel etkinliğinde zıtların birliği ve mücadelesini sağlayan çelişkilerin fenemonojik özellikleri farklı olsa da tümel anlamda hareketin en genel prensipleri birbirleriyle örtüşmektedir.
Yani anlatmak istediğimiz ekonomik bir terminolojinin konusu olan tüketim olayı bile aslında evrenin her yerinde geçerli olan bir enerji dönüşümünden başka bir şey değildir. Bazı okuyucular toplum ile doğa arasındaki diyalektik ilişkiyi kurarken, mümkündür ki hem biçimsel hem de mekanik olabilirler ve belki bu yorum da öyle, ama üretim ve tüketim süreci toplumlar tarihi içerisindeki gelişim seyri içerisinde incelenirse eğer emek etkinliği dediğimiz şeyin aslında özgün bir enerji formu olduğu ve onun özgürleştirmeci siyasetinin de dolayısıyla emekçi sınıfların yaşamsal enerjilerini azınlık sınıfların her dönem biçimsel olarak değişen sömürücü tahakkümünden kurtarmak olduğunu anlayacaklardır….