Bugün 29 Ekim “Cumhuriyet Bayramı”. Klasikleşen bir muhtevada devlet erkânı başta olmak üzere bir yığın çevre “Cumhuriyet çok yaşa’’ vb. şatafatlı açıklamalar ve söylemlerle, kutlamalarla şanlı cumhuriyetlerini bir kez daha yâd edecekler. Şanlı 29 Ekim selamlamaları ve kutlamaları sadece devlet erkanı ile sınırlı değil elbette. Kendisini sol, devrimci hatta komünist olarak tanımlayan birçok çevrede muhtemelen yine şatafatlı bildiriler, açıklamalar ve kutlamalarla 29 Ekim’i selamlayacaklardır.
Onlar pişkince selamlamaya devam ede dursunlar ve sosyal şoven hezeyanlarla halklarımızın bilincini köreltmeye çalışırlarken bizlerde gerçeklerin asla ve asla böyle olmadığını, mevcut cumhuriyetin tarihinin hiçbir aşamasında ilerici ve demokratik bir muhteva içermediğini ve halklarımızı hiçbir şekilde temsil etmediğini haykırmaya devam edeceğiz. Ve yine berrak biçimde mevcut cumhuriyetin halklarımızı temsil etmesi bir yana halklarımızın kanı üzerinden kendisini zorla var ettiğini ve bu gerici faşist gelenek zemininde bugünlere kadar geldiğini haykırmaya ve teşhir etmeye devam edeceğiz.
Tüm kokuşmuş ve çürümüşlüğü ile burjuva cumhuriyet bir ceset misali varlığını devam ettirmektedir. Burjuva faşist cumhuriyet Osmanlı’nın geleneksel tüm gerici mirasını dönemin koşullarına uygun biçimde uyarlayarak aynı gerici, çürümüş ve kokuşmuş geleneği kendine miras ve rehber alarak bugünlere kadar gelmiştir. Burjuva faşist cumhuriyetin mayasında, soykırım, katliam, asimilasyon ve halklar üzerinde tam bir milli zulüm ve barbarlık vardır.
Toplumsal, tarihsel olgu ve olaylara burjuva aydınlanmacılığının penceresinden bakanlar bu tarihsel gerçekleri hala anlamakta körlük içindedirler. Bu beyhude iflah olmaz burjuva çizgileri onları burjuva faşist cumhuriyeti doğallığında kutsamaya ve ileri hatta devrimci anlamlar yüklemeye kadar götürmektedir. Ya da egemenler cephesinde oluşan yahut yaratılan gerici dalaşın ve klik çatışmalarının tarafı olmaktan kendilerini kurtaramamaktadırlar. Somutta Erdoğan/AKP karşıtlığı üzerinden CHP’nin başını çektiği diğer burjuva bloğa yedeklenme siyasetinin muhtevası tamda bu gerçeği ifade etmektedir. Toplumsal/tarihsel meselelere proleter sınıf perspektif ile bakamayanların bu kaçınılmaz beyhude burjuva zemine kaymaları gayet anlaşılırdır.
Burjuva faşist cumhuriyet istisnasız olarak eskisiyle yenisiyle, Kemalizm’le, İslamcılığıyla, AKP, CHP, MHP, İYİP, Vatan Partisi, Gelecek Partisi, Deva Partisi vb. bütün faşist ve gerici mekanizmaları ile hiçbir zaman ilerici bir rol oynamamıştır. Sınıfsal karakteri zaten böyle bir rol oynamasını ortadan kaldırmaktadır. Dolayısı ile proleter devrimciler hiçbir koşulda ve hiçbir sebeple burjuva faşist cumhuriyet ve onun bekçileri ve savunucuları olan bilumum burjuva klikler arasında bir tercihte bulunmazlar.
Mevcut burjuva cumhuriyet işçi sınıfı ve halklarımıza karşı zorla inşa edilmiş ve kendisini bu zeminde bugünlere kadar var etmiş olan burjuva faşist diktatörlükten başka bir şey değildir. Bu cumhuriyetin mayasında soykırıma tabi tutulan Ermenilerin kanı vardır. Bu cumhuriyetin mayasında ezilen Kürt ulusunun kanı vardır. Bu cumhuriyetin mayasında Alevilerin kanı vardır. Bu cumhuriyetin mayasında Aydınların, ilericilerin, devrimcilerin ve komünistlerin kanı vardır. Bu cumhuriyetin mayasında baskı ve zulüm vardır. Bu cumhuriyetin mayasında azgın bir sömürü vardır. Ve bu cumhuriyetin mayasında kadim halkların tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel birikimlerinin üzerinde zorla palazlanma vardır. Dolayısı ile bizlerin ve haklarımızın tek yapacağı şey bu gerici burjuva cumhuriyeti kutsamak değil, tam tersine onu paramparça ederek tarihin çöplüğüne yollamaktır.
Halklarımızın gerçek kurtuluşunun yegâne adresi Sosyalist Cumhuriyetler Birliği programı üzerinde biçimlenen ve tam hak eşitliğine dayanan özgür bir dünya düşünü kılavuz edinen sosyalizm ve komünizm den başka bir şey değildir.
Bu özet kısa girişten sonra burjuva cumhuriyete ilişkin bazı temel ideolojik ve siyasal değerlendirmelere tarihsel arka planıyla birlikte değinmekte fayda var.
Türkiye Cumhuriyeti dönemi, farklı ulus, milliyet ve azınlıklara karşı yürütülen imha, inkâr ve asimilasyon siyasetidir
Cumhuriyet döneminin farklı dil, din, mezhep, ulus, azınlık, sınıf ve halk katmanlarına yaklaşımı, Osmanlı’dan devralınan zihniyettir, daha kurumsaldır ve planlıdır. Ulus devlet, bu ırkçı zihniyet üzerinden şekillenmektedir. Hâkim etnik kimlikle kurulan ilişki ve onun devlet modelinde ifade ediliş biçimi; ırkçıdır, faşisttir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında, Misak-ı Millî siyasi deklarasyonunda millet kavramı; Kürt, Laz, Çerkez, vb. gibi çoğulculuğu içerirken, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte bu tek ulus (Türk), tek dil (Türkçe), tek din (Sünni İslam) gibi “tekleştirme” siyasetine evirilmiştir. Bu “tekleştirme” siyaseti, başta Kürt ve Ermeniler olmak üzere çeşitli azınlık ve uluslardan sosyal toplulukların, katledilmesinin ideolojik-siyasal özüdür. Ermeni Soykırımı bunun bir sonucudur. Kürt, Ermeni ve mezhepsel olarak Alevi olan Dersim kıyımı, bu ırkçı faşist zihniyetin sonucudur. Bu ırkçı zihniyet, Cumhuriyet dönemi “Türkiye” sinde ideolojik, siyasal perspektif olması bağlamında, esas itibarıyla Tanzimat Dönemi içinde şekillenmiştir.
Tanzimat Fermanı (1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun); dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutma hamlesidir. Mali alanda, güce göre vergi, devlet harcamalarında kontrol, askeri alandaki düzenlemeler, ceza yargılamasındaki değişiklikler, can güvenliği, ırz ve namus dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, müsadere hakkı ve eşitlik ilkesi gibi meselelerde, Abdülmecit yönetiminde Batı (kapitalist) hukukuna entegre olma çabasıyla bir “yenilenme” refleksidir. Ama meselenin özü; mevcut haliyle varlığını idame ettiremeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’nın desteğini alarak uluslararası boyutta ve iç meselelerde tıkanan sorunlarına bir çözüm üretmektir. Ama bu süreç kısmi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na biraz daha yaşama soluğu vermişse de esasta Batı (kapitalist) sermayesinin Osmanlı coğrafyasında kendini inşa etme süreci olarak gelişmiştir.
İlk kâğıt paranın dolaşıma sokulması, Fransız Ticaret Kanunu’na göre kanun çıkarılıp ticaretin bu esaslara göre yapılması, yargılama ve ceza hukukunun Batı sermayesi ekseninde ele alınması ve en önemlisi, başta İngiltere olmak üzere ciddi borçların alınması, bu sürecin ana başlıkları olarak sıralanabilir. Batı sermayesi bunu yaparken, aynı zamanda, padişah buyruğunda katı bir imparatorluk sistemi yerine, padişahın tek elden katı yönetimini daraltan ve sermayenin çıkarları ekseninde devlet kurumu olarak şekillenen yönetsel mekanizmaları tercih etmekteydi. İlk Türk anayasalcı yönetim” olarak tarihte atfedilen Tanzimat Fermanı’nın özünde bu yatmaktadır. Yoksa Osmanlı padişahının kendi rızasıyla yetkilerini daraltıp, azınlık ve farklı dinlere mensup sosyal gruplara belli haklar içeren yukarda başlıklar halinde içeriğini ifade ettiğimiz Tanzimat Fermanı’nı çıkarması beklenemez. Yani fetihlerle fethettiği topraklarda kılıç zulmüyle toplumsal gelişimin karşısında tutunamayan Osmanlı İmparatorluğu, gelişen kapitalist üretimin sermayesi ve sanayisine yeniliyordu.
1876’lara kadar süren Tanzimat Dönemi bu içerikte gelişim göstermiştir. Kendi çıkarlarını tesis etme ekseninde varlığını örgütleyen Batı, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi iç çelişkilerinden kaynaklı olan sorunlarını daha da derinleştirmiştir. Derinleşen bu sorunlar, esasta iki siyasal sonucun keskin bir şekilde çatışmasıyla, toplumsal yaşamın gelişimine nitelik vermekteydi: Osmanlı zulmü altında yıllardır esir olan ulusların, bağımsızlık, kendi ulusal haklarına sahip olma mücadelesi ve ezilen halkların eskisi gibi yönetilmek istememe talepleri… Bu sosyal ve ulusal dinamiklerin karşısında, Osmanlı yönetimine muhalif ama Osmanlı geleneğini yeni sürece göre bir egemenlik olarak tesis etmeye çalışan anlayış da süreç içinde olgunlaşıyordu. İttihat ve Terakki Fırkası; Osmanlı İmparatorluğu’nu sona doğru götürdüğüne inandıkları Hamit yönetiminden kurtarmanın projesi olarak, 1889 yılında bu anlayışla kurulmuştur. Dönem itibariyle toplumsal yaşamda aydınlanma ve çağdaş devrimler isteme mücadelesi olgunlaşırken, İttihat ve Terakki Fırkası böyle bir ideolojik temelden yoksundu. Esasta bir takım askeri kadrolar ile Osmanlı yönetimindeki bazı devlet yöneticilerinin de desteğini de alarak Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşadığı bunalımdan kurtarma maksadıyla kurulmuştur.
İttihat Terakki Fırkası süreci ve Ermeni Soykırımı
Burada İttihat ve Terakki sürecini ayrıntılı olarak inceleme durumunda değiliz. Konumuz bağlamında ifadelendirmek gerekirse, İttihat ve Terakki, Osmanlı geleneğinden köklü bir kopuş değildir. Osmanlı zihniyetine bağlı kalınarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu “kötü” yöneticilerden “kurtarma” çalışmalarıdır. 1895 yılında Abdülhamit’e darbe girişimleri, toplumsal devrimin dinamikleri içinde örgütlenmeden çok Osmanlı Devleti’nin tebaası içinde gizli örgütlenmeleri ve süreç itibariyle özellikle Alman sermayesiyle olan ilişkileri, ittihatçıların niteliğine dair önemli verilerdir. Yani çöküşe giden Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçıların acılarını teşkil etmektedir. Zayıflayan ve irtifa kaybeden Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi, ülkülerine uymamaktaydı ve yeniden tesis edilmeliydi.
Fransız İhtilali’nde burjuvazinin sloganlaştırdığı ezilen yığınların ideallerini manipülasyon ve tatmin aracı olarak ele alıp, 1908 “devrimini” örgütlemeleri, gelecekte sadece Türkler için bir Türkiye ideallerinin adımıdır. İkinci Meşrutiyet Dönemi ve Kânûn-i Esâsîye’nin yürürlüğe girmesiyle, ittihatçıların, farklı ulus ve azınlıklara, muhaliflere karşı yöntemleri, niteliklerinin dışavurumudur. Sopalı Seçimler (Şubat 1912’de yapılan meclis seçimlerinde yaşanan şiddet olayları, usulsüzlükler ve “TC’nin adaylarının tüm alanlarda seçimi “ kazanmaları”), Bab-ı Ali baskını (Balkan savasının yenilgisi üzerine milliyetçi politikasına yeni bir zemin bulan İttihatçılar,1913 yılında Enver paşa öncülüğünde Bab-ı Ali’de toplanan hükümet toplantısını basıp darbeyle hükümeti ele geçirmesi olayı), birçok muhalif aydın ve gazetecinin katledilmesi, 31 Mart Vakasında kullanılan şiddet ve 1915 Ermeni Soykırımı öncesi 1909 yılında iki aşamalı olarak gerçekleşen Adana katliamı, ırkçı Türk şovenizminin İttihat nazarındaki kurumsallaşmasıdır.
İttihatçı Terakkiperver Partisi nazarında kurumlaşan ırkçı zihniyet; Türk-İslam sentezinden oluşan Turancılıktır. Bu konuda Türk milliyetçiliğinin kilometre taşı olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in, İttihatçıların ideolojik mürşidi olduğunu belirtmek gerekir. Gerileme dönemi ile birlikte ‘Türk egemenliği tehlikededir’ sloganıyla sürece göre örgütlenen ırkçı şoven Türk milliyetçiliği, yine Gökalp’in deyimiyle ‘Şiddet yoluyla Türkiye’yi temizlemek gerekir’ felsefesiyle askeri hedefini belirlemiştir. Askeri model; yüzyıllardır militarizm ve fetihçi eğilimle beslenen, Osmanlı’nın hâkim ırkı olan Türklüğü daima bunun üzerinde ordugâhlaştıran yaygın savaşçı ve fetihçi ruh haliyle şekillenmenin mirasıdır. Bu miras Osmanlı İmparatorluğu’nu sarıp sarmalayan İslam öğretisiyle birleşmiş, gayrimüslimlere, farklı uluslara karşı, asimilasyon, jenosit, hep aşağı tabaka görme siyasetinin özünü teşkil etmiştir. İttihat’ın bir siyasal fırka olmasının yanında gizli suikastçı bir örgüt olarak örgütlenmesi; başından itibaren “vatanseverler” olarak motive edilen ve her türlü entrika, sahtekârlık üzerine şekillenen dayanışmacı komitacılığın, hiyerarşik olarak konumlandırılması, fırkanın kamuoyuna deklere edilen programlarının dışında, farklı din ve uluslara, ezilen azınlıklara karşı bir suç teşkilatı olarak kullanılması hedeflerinden dolayıdır. Ki İttihat’ın 1913’lerden sonra iktidarı almasından sonra bu eğilimleri daha açık olarak ortaya çıkmış olup, devlet sürecini merkezi olarak örgütlemeyi; geniş ölçekli kitlesel kıyımlar, cinayetler üzerine biçimlendirerek, örgüt içinde gizlilik, sadakat ve alışılmışın dışında bir disiplinle ele almıştır. Türk milliyetçiliğini despotik ve fanatik bir şekilde örgütleyen İttihatçılar, kitlesel katliamlar ve cinayetlerde birer suç makinesi olarak kullanabilecekleri insan unsurunu da genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun hapishanelerinde yatmakta olan “suçlulardan” oluşturdu.
İttihat ve Terakki Fırkası’nın bu ideolojik, siyasal ve örgütsel hedef ve konumlanışında, başta Ermeniler olmak üzere Rumlara ve diğer azınlıklara uyguladığı soykırım ve katliam, bazı uluslararası ve ülke içi gelişmelerde iyi birer gerekçe yapılarak, Türk “Cumhuriyet” sisteminin faşist özünü mayalamıştır. Her şeyden önce, gerileme dönemiyle birlikte fethettiği toprakları birer birer kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, 1912 sonbaharında yaşanan Balkan savaşı yenilgisiyle yeni bir krizle baş başadır. Osmanlı egemenliğinin Türk-İslam sentezli “demir yumruğu” altında asırlardır ezilen, başta Hıristiyan halklar olmak üzere, Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar ayaklanmıştır. Fakat savaş Makedonya meselesi ile farklı bir boyut kazanmıştı. 1878 Berlin Antlaşması ile Türkler, Makedonya ve Ermeni reformlarını gerçekleştirmeye yanaşmıyordu.
Türkler bu anlaşmanın hükümlerini yok saydığı gibi, 1912 yazında Üsküp ve Koçani’de iki büyük katliam yapınca, Rumlar ve Sırpların birleşik askeri gücü karşısında Osmanlı büyük bir yenilgi aldı. Balkan Savaşı yenilgisiyle boyutlanan gerileme dönemi, İttihatçılar açısından daha farklı bir korkunun büyümesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun giriştiği muharebelerde aldığı yenilgilerle karamsarlığa kapılan Türk tebaasının korkularını, ırkçı şoven dünya görüşlerinin zemini haline getiren İttihatçılar, mevcut gerilemenin sonucu olan dağılma krizini; kendileri açısından gelecek süreci örgütlemenin zaruriyeti haline getirmişlerdir. Kaygıların merkezinde özellikle Makedonya nezdinde yitirilen Balkan coğrafyasının ardından, hüküm sürülen coğrafyadaki başta Ermeniler olmak üzere ezilen uluslar ve azınlıklar meselesi vardır. Bu kaygı İttihat’ın ideolojik önderlerinden olan Abdullah Cevdet’in kaleminden çok açık deklere edilmiştir.
“Bu tarakalar (top gürültüleri), bu darbeler bizi uyandırabilecek mi? Beni korkutan Bulgarların topları değil… Bana canım Çatalca’da, Edirne’de yangın varken, devletin hayatı tehlikede iken, hiç Anadolu düşünülür mü? Demeyin. Hayatımızın her anını Anadolu’dan alıyoruz. O bizim kalbimiz, kafamız ve havamızdır. (Türkiye’de Siyasi Partiler, Tarık Zafer Tunaya, Hürriyet Vakfı Yayınları) Yine aynı şahısın “Andonian” adlı eserinde verilen alıntı, konumuz açısından önemlidir. “Fakat çok daha etkili olanı bugün tekrar hayata geçirmeye çalıştıkları 23.maddeyi (Berlin paktının Makedonya’ya ilişkin bazı ulusal haklarını taahhüt altına alan ve Osmanlının daha sonra uygulamadığı karar. yn.),yarın 61.maddeye(yine aynı paktın Ermeniler ve diğer azınlıklara dair reformları taahhüt eden madde. yn.) benzer bir gayretin takip etmeyeceğini ve Doğu Anadolu’yla da alakalı olarak aynı şekilde bir müdahale hakkı iddiasının yapılmayacağını kim garanti edecek. Sadece Rumeli’yi düşünmemeliyiz. Aynı zamanda Doğu Anadolu’yu düşünmeliyiz. Zira Rumeli’yi bekleyen kaderden Anadolu’yu korumak mümkün olmayacaktır”
İttihatçıların kaygıları ve hedefleri açıktır. Hüküm sürdüğü coğrafyayı, Türk kimliği esasına göre homojen bir yapıya kavuşturmak, bunu gerçekleştirmek için hiçbir şiddetten kaçınmamak ve bunu gerçekleştirmek için de Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme yıllarıyla paramparça olmuş ruh halini kullanmak. İttihat’ın kuruluşu, Jön Türkler olarak birinci ve ikinci kongre tartışmalarında, Meşrutiyet’in ilanında, dahası 1908 Jön Türk devrimi ve sonrasında darbeci şekilde iktidarı daha sağlam olarak denetimi altına alma sürecinde, üstünde yürüdüğü temel zemin bu olmuştur. İktidarı aldıktan hemen sonra, Talat Paşa’nın inisiyatifinde, katliamcı Dr. Nazım ve Dr. Şakir denen bağnaz Türkçüler tarafından tasarlanıp, soykırımlar ve katliamlar uygulamasında bir aygıt olarak konumlandırılan, Teşkilât-ı Mahsusa’yı, rolü açısından burada kısaca vurgulamak gerekir.
“Türk siyasi çeteleri sahneye 1914’te garp kıyılarında ortaya çıkarak 1915’te hapishanelerden bu gayeyle azad edilen mücrimlerle takviye edildikten sonra, İttihat ve Terakki Hükümetinin Anadolu’nun Aydın haricinde bütün vilayetlerinde Ermeniler aleyhindeki entrikalarını hayata geçirdiler. Ermeni sivil nüfusu köy ve kasabalardan “tehcir edildi” ve üniformalı jandarmaların refakati altında “temerküz” gayesiyle sevk edildi. Lakin yolda çeteler ortaya çıkıyor ve katliam başlıyordu.” (Arnold Toybee.The Western Question in Greece und Turkey, Boston. New York 1922.)
Osmanlı Türklerinin İmparatorluğu’nda, hüküm sürdüğü topraklarda, farklı din, ulus ve azınlıklara karşı uyguladığı tasfiye girişimi, Ermeniler nezdinde 1800’lü yılların ikinci yarısında bir dizi katliam ve cinayetler zinciri olarak süregelmiş ve bu süreç 1915 soykırımıyla doruk noktaya ulaşmıştır. 1894-96 Hamidiye Alaylarının katliamları, 1909 Adana katliamı, süreç itibarıyla lokal saldırılar olup 1915 yılında soykırım biçiminde gerçekleştirilen vahşi yöntemli katliamların provası niteliğindedir.
“Osmanlı’da, fetihçilik; esasta, kılıçtan geçirme, yağmalama, zorla denetim altına alarak topraklarını kendine katma, zulümle yönetme biçiminde şekilleniyordu. 1908-1918 yıllarında (özellikle 1913 yılında) Osmanlı devlet aygıtına tam hâkim olan Jön Türkler tarafından, tarihsel bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki; Pan-Türkizm, Pan İslamizm gibi ideolojik dokularıyla Türk milliyetçiliği ekseninde monolitik diktatörial bir erk olarak siyasal hattını belirlemiştir.”
Herhangi bir hedefe göre belirlenen bir siyasetin, bir askeri planın, yöneldiği hedefe karşı galip çıkması için; bu hareketi kumanda eden liderlerin, iç ve dış koşulları, nesnel ve öznel güçleri, lehte olma durumunda etkili olarak harekete geçirmesi gerçekliği yönelinen hedefe karşı askeri ve siyasi olarak önemli avantajlar sağlayacaktır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının merkezindeki Ermeni meselesi gibi, gayrimüslim ve farklı ulus azınlıklara mensup halklara karşı “sorunu” şiddet yoluyla “çözme” konusu, İttihatçılar için uygun fırsattı. Ermeni Soykırımı planı, aslında 1876-1908 Abdülhamit döneminde tasarlanan ve İttihatçılara miras kalan bir plandır. Gerileme dönemiyle mecalsiz kalan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı, kendi haklarını ve kaderini eline almak isteyen, kölelik zincirlerini kırmaya çalışan her meşru talep sahipleri tez elden imha edilmeliydiler. Ki; Ermenilerin siyasal olarak ileri bir talepleri de yoktu. Sıradan insani haklar ekseninde şekillenen bazı talepleri olan Ermenilerin, soykırım biçiminde imhası “vacip” kılınmıştır. Bunun için askeri hazırlıkların yanında, iç kamuoyu ve uluslararası kamuoyunda katliama uğratılması kararı alınan Ermeniler hakkında bir yığın karalayıcı kampanyalar hazırlanmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa’nın eylemlerinde ve katliam planlarının örgütlenmesinde, direk yer almış bir Zabıt’ın ifadesi, konuya yeterince açıklık getirmektedir.
“İstanbul’da bu muazzam cinayeti haklı göstermek için lazım gelen propaganda tamamen hazırlanmıştır. Ermeniler düşmanla ittifak etmişler. İstanbul’da isyan çıkaracaklar. İttihat rüesasını öldürecekler ve Boğazı açmaya muvaffak olacaklar. Bu adi tezvirler, ancak açlığı bile idrak edemeyen avam kısmını ikna edebilirdi. Sancılarını bile hissetmezken insanları kandırabilirdi.” (Ahmet Refik Altınay, İki Komite İki Kıta, İstanbul, 1919, s.40)
İttihat ve Terakki’nin, toplumun her hücresini, egemenlik anlayışına göre “tekleştirmesi” zihniyeti, insani değerler açısından artık bir travma halini almıştır: Olası Rus işgalinde, Ermeniler Rusları destekleyebilir. Osmanlı Devleti’nin parçalanması durumunda, Anadolu’da kurulması gereken Türk devleti arî Türk soyundan ve Müslim olmalıdır. Gayrimüslimler o coğrafyada hemen temizlenmelidir. 1914 yılında Erzurum Kongresi’nde bu gündem özel olarak ele alınan gündemlerden biridir. İttihat ve Terakki bu kongreye bir heyetle katılarak süreçte aktif rolünü ortaya koymuştur. Ermenilerden açık bir dille sadakat ve itaat istenmiştir. Kongre iradesiyle muhatap olan Ermeniler, bu yönlü olumlu fikirler beyan etseler de bu yaklaşım Türk hâkim gücü açısından tatmin edici bulunmamıştır. Ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda bunun karşılığı; Ermeni soykırımı olmuştur.
Osmanlı Devleti, Almanya’nın başını çektiği ittifak (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) devletlerinin yanında yer alarak savaşa girmiştir. Dahası, İttihat süreciyle Alman sermayesinin denetiminde olan Osmanlı, esasta Almanların çıkarları ekseninde savaşta yer almıştır. Ruslara saldıran Osmanlı, Sarıkamış bozgunuyla savaşta irtifa kaybetmiştir, bu süreç Almanlarla birlikte yenilgi sürecidir. Bu yenilgi süreciyle, insan kaynakları esasta Kürt aşiretleri, mahkûmlar, Kafkas ve Rumeli göçmenlerinden oluşan, Enver Paşa tarafından 1913’te İngiliz Elçisi Canning Stratford desteğiyle kurulan Teşkilât-ı Mahsusa’nın birçok savaşçısı, bölgede Ermenileri katletmeye başlamıştır.
Bu pratik yönelim, merkezi devlet politikasıdır. Yoksa Teşkilât-ı Mahsusa’nın münferit “suçları” değildir. Şubat 1915’te Osmanlı ordusu içindeki Ermeni askerlerin silahsızlandırılması, 24 Nisan 1915 Ermeni ulusunun önde gelen aydın, siyasetçi ve sermaye gücü olan varlıklı unsurlarının tutuklanması kararı ve bu sürecin zirvesi olarak 27 Mayıs 1915 Tehcir Kanunu’nun çıkarılması, bu katliamın yıllardır organize edilen bir devlet siyasetinin final oyunları olduğunun açık kanıtlarıdır. Alman devletinin de tarihsel “günahı” olan ve savaş koşullarında cereyan eden Ermeni soykırımı, kararlarla, kanunnamelerle, insan canına vahşice kıyan bir hal alırken, soykırıma uğrayan Ermenilerin malvarlıklarına da idari kararnamelerle el konulmuştur.
“Ve tarih, Türk egemenleri denetimindeki Osmanlı Devleti’nin Turancı, ırkçı zihniyetinin “hüneri” olarak bir insanlık ayıbını bu koşularda not etmiştir. Tahayyülü zor bir yıkıcılıkla, kitlesel bir kıyımla, gerici emellere uymayan her değeri imha etme şartlanmışlığıyla; bir ulusun mensupları (Ermeniler) ötekileştirilen, katline vaazlar verilen başka bir ulusun (Türkler) egemenlik sistemi olan devlet aygıtının gücüyle katlediliyordu. Ve bir ulus katledilirken, jenoside uğrarken, kanlı kemikleriyle asırlarca zalime hesap sorma bilincini, ölerek böyle tarihin sayfalarına düşüyordu.”
Sözünü ettiğimiz süreçte, tarihin sayfası tabii ki salt Ermeni Soykırımı’nı not etmekle sınırlı değildir. 1914-1923 yılları arasında Osmanlı-Türk egemenlik sistemi, aynı ırkçı zihniyetinin bir ürünü olarak Rum nüfuzuna karşı da bir kampanya yürütmüş, yüz binlerle ifade edilen Rumlar katledilmiştir. 1914 yılıyla birlikte Osmanlı ordusu yetkililerince ve Teşkilât-ı Mahsusa örgütünce, Trakya ve Batı Anadolu başta olmak üzere Rumların yaşadığı topraklarda kitlesel kırımlar gerçekleştirilmiş, zorla çalıştırılmak üzere gençler toplatılmış ve götürülen iş sahalarında katledilmiştir. Dönemin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa tarafından, bu katliamlar, Ermeni sorununun “çözüldüğü” aynı yöntemle Rum ve Yunan sorununu da “çözeceğiz” itirafıyla katliamın içeriğini ve hedefini deklare etmiştir.
Kitlesel kıyım zincirinin bir halkası da 1914-1920 Süryani katliamıdır. Hakkâri, Van, Siirt, Adıyaman, Urfa, Malatya, Harput bölgeleri başta olmak üzere kitleler halinde Süryaniler yaşam alanlarından sürüldü, eş zamanlı raporlara göre 750 bin-1 milyon Süryani halkı katledildi. Osmanlı tarihinde birçok katliam gibi bu katliam da Ermeni ve Rum katliamlarının gölgesinde kalarak gündemleşmemiş olsa da Osmanlı ve İttihat ve Terakki’nin sistematik olarak hazırlayıp uyguladığı bir soykırımdır.
Kemalist diktatörlüğün bir niteliği olarak; Cumhuriyet
Yaşanan bu tarihsel olayları sıralarken, amaç; kronolojik olarak bazı veriler ortaya koymak değildir. Esas olan, neden ve sonuç ilişkisi içinde, tarihsel olayların anlamını çözmek ve neyin, nasıl ve hangi koşullarda olgunlaştığını kavrayabilmektir. Türk hâkim sınıf egemenlik sistemi “Cumhuriyet” in ilanıyla, yeni bir sayfa açma iddiasıyla Cumhuriyet öncesi insanlık ayıplarından kurtulmaya çalışsa da tarihsel veriler ve gelişmeler “Türkiye Cumhuriyeti’nin bu insanlık ayıplarının, yani toprağa toplu olarak gömdüğü kanlı kemiklerin üzerinden doğduğunu ortaya koymaktadır. “Cumhuriyet “in ilanıyla merkezileşen devlet siyaseti; ezilen halklar ve uluslar üzerinde barbarlık olarak vukuu bulan egemenlik siyasetidir.
“Cumhuriyetin” temelleri o kanlı tarihte atılmıştır. “Cumhuriyet” o kanlı tarihten beslenmektedir. Ve “Cumhuriyet” var olma koşulunu ve geleceğini, o kanlı tarihten aldığı ilhamla örgütlemiştir. Lakin katlettikleri mazlum halkların kan lekeleri taptaze yakalarında durdukları halde, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yenilgisi ardından İttihat ve Terakkiyi feshederek Almanya’ya kaçan Enver, Talat ve Cemal Paşaların takipçileri ve silah arkadaşları; Müdafaa-i Hukuk, Karakol Cemiyetleri gibi örgütlülüklere dönüşerek “Kurtuluş Savaşı” olarak Türk ulusu hâkim sınıflar resmi tarihinde ifade edilen süreci örgütlediler.
“Kurtuluş Savaşı’nın” içeriği ve muhtevası farklı bir inceleme konusudur. Kaypakkaya yoldaşın bu konudaki tezlerinin, konuya bütünlüklü açıklık getirdiğini vurgulamak yeterli olacaktır. Konumuz açısından anlaşılması gereken şudur. “Kurtuluş Savaşı” ve “Cumhuriyet “in kuruluşu sürecini örgütleyen kadrolar, İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa’nın kadrolarıdır. Kendisini o dönemlerdeki katliam ve soykırımlardan soyutlamak isteyen Türk egemenlik sisteminin çabası ise bu konuda beyhudedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Bekir Sam, Çerkez Reşit, Celal Bayar, Adnan Adıvar ve daha ismini belirtmeyi gereksiz gördüğümüz birçok “Türkiye Cumhuriyeti” kadrosu, İttihatçı ve Mahsusacı kadrolardır. Yine İttihat’ın ideolojik temellerini Türk ırkçılığı ekseninde şekillendiren Ziya Gökalp, Mehmet Akif Ersoy, Celal Nuri, Yunus Nadi, Velid Ebuzziya, Emin Yurdakul gibi “aydınlar”, bu sürecin savunuculuğunu üstlenmişlerdir. Siyasal, ideolojik ve “Cumhuriyet” projesiyle yapısal olarak şekillendirilen devlet zihniyeti, ulus kimliği babında, Türk olanların dışındaki ulus ve azınlıklarını, dinsel olarak Sünni-İslam dışındaki inanç gruplarını tasfiye etmeyi var olma amacı olarak belirlemiştir.
“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur”
Bu sözlerin sahibi Türkiye “Cumhuriyeti’nin “muzaffer” komutanlarından İsmet İnönü’dür. “İsyan” bastırma adı altında Zilan deresini cesetlerle dolduran askeri hareketin ardından sarf ettiği sözlerdir.
“Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsin”
19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan bu konuşmanın sahibi, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tur. Ve bu ülkede günümüzde “Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü” diye bir ödülün olduğunu hatırlatırsak, bu ırkçı ideolojik dokunun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinde ne denli kökleştiğini ifade etmiş oluruz. Burada esas anlatmak istediğimiz, farklı kesimlerin söylemlerinden daha da çoğaltabileceğimiz yukarda verdiğimiz anlayışa denk alıntılar değildir. Sorun bir devlet geleneğinin kurumsal mantalitesidir. Bir devletin faşist niteliğinin; zulüm nişangâhından halklara kin ve öfke kusmasının realitesidir. Sorun “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin egemenlik sistemi olan Kemalist diktatörlüğün, mazlum uluslara, ezilen halk sınıf ve tabakalarına karşı ne anlama geldiği sorunudur.
“Mustafa Kemal’in önderliğinde Amasya, Sivas, Erzurum Kongreleriyle başta Kürt aşiretleri olmak üzere, Anadolu’da farklı ulus, azınlık, mezhep, sınıf ve halk katmanlarının desteğini alarak, güdük bir anti-emperyalist savaş süreci sonrası 1920 “Cumhuriyet” inin ilanını hazırlayan Kemalist diktatörlük, “Cumhuriyet “in ilanıyla birlikte faşist özünü topluma dikte etmiştir. Kemalist diktatörlüğün ulus devlet modeli, Türk egemen sınıflarının ırkçı zihniyetidir. Dini dokusu Sünni-İslam’dır. Üniter devlet modeli ekseninde, farklı ulus, azınlık, mezheplere karşı “tekleştirme” siyasetinin hareket zemini; asimilasyon ve inkârdır. Kapitalist dünyanın bir parçası olarak ezilen sınıf ve halk katmanlarına karşı; baskı, sömürü ve işkencedir, katliamlardır. “
“Cumhuriyet”; komprador sermayenin temsili babında Kemalist diktatörlüğün yönetim aracı olan Türk egemenlik sisteminin devlet niteliğidir. Komprador sermaye sürecini şu ana başlıklar ekseninde şekillendirme siyaseti benimsemiştir:
a) Hakimiyeti Kemalist diktatörlük nazarında merkezileştirmek, hakimiyet güçleri kliklerini buna göre dizayn etmek; merkezileşen emperyalist sermayenin ihtiyacı, Kemalist diktatörlüğün projesidir. Tek kişilik yönetim, tek partili yönetim ile toplumsal varlıkları komprador sermayenin çıkarları ekseninde merkezileştirmek, komprador sermayenin varlık koşullarını örgütleme projelerini topluma dikta etmek; “Cumhuriyet “in ana eksenidir. Ta açık işgal dönemlerinde el altından emperyalist ve işgalci güçlerle görüşen M. Kemal, bu projenin maddi zeminin hazırlamıştır. 1919 Sivas Kongresi’nden hemen sonra kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, kurulacak “Cumhuriyet “in diktatörlük aracı olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasal önceliğidir. Tekleşme, faşist Kemalist diktatörlüğün çıkarlarını temsil ettiği komprador sermayenin emellerine göredir. Eski bazı İttihatçıların tasfiyesi, halifeliğin kaldırılması, saltanatın kaldırılması, Çerkes Ethem olayı ve ardından Lozan Anlaşması; “Cumhuriyet “in niteliğinin belirlenmesi ve yönetsel erk bazında Kemalist diktatörlüğün kurumsallaştırılması evreleridir.
b) Ezilen sınıf ve katmanları faşist yasa ve yöntemlerle baskı altına almak; uluslararası emperyalist sermayenin bir parçası olarak ilan olunan “Cumhuriyet”, “komünizm hayaletine” karşı donatılmaması, bu yönlü toplumsal dinamiklerin imha edilmemesi düşünülemezdi. Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının Karadeniz’in karanlık sularında Kemalistlerce komplo ile katledilmesi, ezilen işçi sınıfı ve halk katmanlarının haklarını arama araçlarına karşı en ağır faşist yasalar ve yasaklamaların getirilmesi, “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin çeşitli milliyetlerden ezilen halklarımız karşısındaki faşist niteliğidir.
c) Asimilasyon, jenosit ve katliam politikalarıyla farklı ulus ve azınlıkları, farklı din ve mezhep gruplarını “Türkleştirmek”: Komprador sermayenin temsilcisi Kemalist diktatörlüktür ve hâkim ulus Türk ırkçılığıdır. Türk-Sünni İslam sentezi karşıtı olan her insani değeri, zor ve baskı aygıtlarıyla asimile edecektir. Başta Ermeniler olmak üzere, Rumlar, Süryaniler, Çerkesler, “Cumhuriyet” öncesi süreçte katliam ve soykırımlarla susturulmuş ve kontrol altına alınmıştır. Açık işgal koşullarında çeşitli vaatlerle, Kürt aşiretleri üzerinden desteği alınan, Kürt ulusu, farklı ulus ve azınlıklar, asimilasyon ve jenosit siyasetinin, yöneldiği ana dinamiktir. “Cumhuriyet” öncesi dönemde Kürt ulusu veya bazı Kürt aşiretlerinin sahip olduğu bazı dini ve sosyal kurumların, “Cumhuriyet” süreciyle birlikte kapatılıp yasaklanması bu adımın başlangıcıdır.
Kemalizm, farklı kimlik, ulus ve mezheplere temsil hakkını hiçbir zaman tanımamıştır. Türkçenin dışında dil konuşmak, türkü söylemek, tabiri caizse ıslık çalmak yasaktır. Kürt olmak potansiyel suçtur, Alevi olmak “günahtır”. Farklı kimliklerin mebusta temsil hakkı, merkezi otoritenin başı Mustafa Kemal tarafından belirlenmiştir. Diyab Ağa, Mazhar Müfit Kansu, Nafi Atuf Kansu, Tasin Banguoğlu gibi devşirme unsurlar üzerinden, Kürt, Alevi ya da farklı azınlıkların “temsil” hakkı biçimlendirilerek, her insani hak, asimilasyonun aracı haline getirilmiştir. Laiklik, devletçilik, milliyetçilik gibi Türk devletinin temel argümanlarını temsil eden ideolojik çizgiler, Türk-Sünni İslam kimliğine göre dizayn edilmiş, her aykırı fikir ya da kültür “tehlike” arz edilerek, baskı ve cebir şiddete tabii tutulmuştur.
Kemalist diktatörlük, dönemi öz olarak bu sacayakları üzerinde inşa etmiştir. “İnkılap İlkeleri” olarak belirlenen gerici egemenlik sisteminin çıkarlarına karşı olan her şey, ağır askeri operasyonlar ve kitlesel kıyımlar sebebidir.
Bu dönemin önemli bazı yasalarını ve uygulamalarını sıralamak konuyu daha açıklayacaktır:
Şeyh Sait’e karşı gerçekleştirilen askeri hareket sırasında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (3 Mart 1925) üç maddesinden 1.maddesi şöyledir:
“İrtica ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisi (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnu ve emniyet ve asayişini, ihlale bahis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilat ve tahrikât ve neşriyatı (örgütlemeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri ve yayınları), hükümet reisi cumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idaren men’e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’al erbabın (bu eylemleri işleyenlerin) hükümet İstiklal Mahkemesi’ne tevdi edebidir.”
Kanun hükmü gayet açıktır ve sürecin ele alınış tarzıdır. Bu kanun, benden olmayanın katli vaciptir anlayışının, olağanüstü uygulanışıdır. Devletin birliği ve bütünlüğü üzerinden geniş yığınlara dikte ettirilen; hâkim elitin kendini var etme hamleleridir. Öyle ki kanuna “anayasaya aykırı” ve “temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu” itirazıyla muhalefet gösterenler çeşitli bahanelerle sonradan yargılanmış, (Atatürk’e İzmir suikastı gerekçesiyle) ve idam edilmişlerdir. İkinci siyasi parti olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın yedi aylık kısa bir zamanda Haziran 1925’te kapatılması, hâkim klikler çatışmasında Kemalist kliğin denetimini sağlamlaştırması açısından önemli bir veridir.
Devamla;
“Gayet mahremdir» ibaresi taşıyan Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi” 1587 sayılı kanunla belirlenen “milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu (devletin faşist niteliğini. bn.) inciten adların değiştirilmesi”
Hükmü, Türkçe olmayan tüm yer mahalle, köy, hayvan, insan isimlerinin yasaklanması tamimi olmuştur. Soy ve ırk tespitleriyle tek kimlik, tek ırk kavramının açıkça deklere edildiği 2510 sayılı 1934 tarihli İskân Kanunu’nun ve 1935 tarihli Tunceli Kanunu’nun katliamlar sürecinin hâkim güçler açısından yasal dayanakları olduğunu vurgulamak gerekir.
Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi anlayışıyla kurumsallaştırılan asimilasyon, soykırım ve katliam
Kemalist diktatörlüğün baş aktörü olan Atatürk “devrimlerinin” ideolojik hattını ve dokusunu anlama açısından bu iki teori önemlidir. Resmi devlet ideolojisi olan bu iki anlayış, Kemalizm’in ideolojik zemini olarak; ırkçılıktır, etnisitenin inkâr edilmesidir. Her iki teoride iki ana siyasal amaç vardır.
1)“Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk egemen sınıflarının ırkçı şoven dünya görüşüne göre kurumsallaştırmada, ulus devlet olarak şekillendirmede tarihi bir referans oluşturmak.
2)Bütün uygarlıkların ve medeniyetlerin, tarih boyunca Türklerin eseri olduğu safsatasıyla, Türklerin neden hâkim güç olması gerektiğine sosyal zemin yaratmak.
Bu ana siyasal amaçla, Atatürk tarafından ortaya atılıp, desteklenmesi, geliştirilmesi öngörülen, her iki teorinin tezleri, ırkçılığın, şovenizmin şizofren travmatik ruh halini, deşifre etmektedir:
“Türkler brakisefal ve beyaz ırktandır. Orta Asya bu ırkın anayurdudur. Ve medeniyet buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Sümer Uygarlığını, Mısır Medeniyetini Türkler kurmuştur. Maya, Aztek ve İnka uygarlıklarının yaratıcıları Türklerdir.”
Yani Türk Tarih Tez’ine göre, Avrupa’dan Çin’e kadar tüm coğrafya Türklerindir. Mısır ve Ege medeniyetleri, Hitit, Sümer, Etrüsk (İtalya’da yaşamışlardır) Rum, Yunan, Macar vs. halklar, Türk sayılmaktadır. Faşizmin temel temsilcisi M. Kemal’in bu tezleri savunan konuşmasını direk olarak aktarmak, daha açıklayıcı olacaktır:
“Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. Diyarbakırlı, Vanlı, Trabzonlu, İstanbullu, Kürtler, Rumlar, Bulgarlar Makedonlar hep bir ırkın evlatları, hepsi aynı cevherin damarlarıdır.”
Söylemdeki siyaset açık. Herkes geldiği “cevherin” damarlarına dönsün. Gönüllü dönenlere ödülümüz devşirilmiş insan kimliğidir. Gönüllü gelmeyenleri “imana” getirmeyi ırkçılıktan ilham alan süngülerimiz, “Allahın izniyle” “imana” getirecektir. Güneş Dil Teorisi de; Atatürk’ün Anadolu ve Kuzey Kürdistan’da var olan tüm farklı ulus ve azınlıkların dilleriyle bir hesaplaşma ve o dilleri yok sayma teorisidir. Bilimsel bir değeri olmadığı halde, siyasal hedefini güçlendirmek için, Sırp asıllı Avusturyalı Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli yayımlanmamış derlemesi kaynak alınmıştır. Burada sorun bu araştırmanın bilimsel değeri değil, yabancı birinin verileri adı altında psikolojik üstünlük yaratma mantığıdır. Teorinin ana hattı; “Türkçe dünyanın asıl dilidir ve dünya dillerindeki birçok kelime Türkçeden türemiştir.” Amazon mu? Kıtayı keşfe giden Türk boyları ucu bucağı olmayan nehri gördüklerinde “amma uzun” demişler ve zamanla “amazon” olmuş. Ya Niagara Şelalesi’ne ne demeli. Bering Boğazı’ndan geçip sonradan Kızılderili olan Türk atalarımızın çağlayan suyun sesine “ne yaygara” demesinin zamanla yaşadığı şivesel değişimdir Niagara.
Kuşkusuz bunların bir deli saçması olduğu, idealistçe bir düşünüş tarzının dahi savunamayacağı görüşler olduğu tartışmasızdır. Ama Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasını Türkleştirmek, farklı ulus ve azınlıkların yaşam hakkı ve kültürlerini yok etmek isteyen Kemalist diktatörlük, bunu bir devlet ideolojisi olarak topluma dikte etmek istemiştir.
“Temel amacı gericiliğin hâkimiyetini tesis etmek olan bu yönelimlere, toplumun belirli dinamiklerinden itirazlar yükselmiş ve Türk egemenlik sistemi tüm bu itirazları katliamlarla bastırmıştır. İdeolojik ve siyasal ekseni Kemalist diktatörlüğün resmî ideolojisi olduğu “Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak olan anlayış; ezilen sınıf ve katmanlar, ezilen bağımlı uluslardan azınlıklara, Sünni-İslam dışındaki inanç ve mezheplere, katliam, kan ve gözyaşı olmuştur. Kurumsal olarak bir devlet politikası olan bu yönelimlere en demokratik araçla dâhil, kendi duruşu ekseninde itirazda bulunan birçok toplumsal grup, örgütlülük gibi sosyal bileşenler, acımasızca kitlesel kıyımlara tabi tutulmuş, yakalananlar “İstiklal Mahkemeleri” gibi olağanüstü koşullarda, olağanüstü yasalarla ve olağanüstü yetkiler kullanılarak idam edilmişlerdir. Tarihsel hafıza bazında da olsa Kemalist diktatörlüğün askeri seferlerle katliam düzenlediği, önemli olayları sıralamak gerekir.”
Şeyh Sait Katliamı (13 Şubat-31 Mayıs 1925), Reşkotan ve Raman Katliamı (9-12 Ağustos 1925),Sason ayaklanmasını bastırma adı altında gerçekleştirilen katliam (1925-1937), Birinci Ağrı Harekâtı ve kitlesel kıyım (16 Mayıs-17 Haziran 1926), Koçuşağı Katliamı (7 Ekim-30 Kasım 1926), Mutki Katliamı (26 Mayıs-25 Ağustos 1927), İkinci Ağrı Harekâtı ve katliamı (13-20 Eylül 1927), Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim-17 Kasım 1927), Asi Resul isyanı bahanesiyle yapılan katliam (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), Tendürek Harekâtı (14-27 Eylül 1929), Zilan Katliamı (Haziran-Eylül 1930), Oramar katliamı (Temmuz-Ekim 1930), Üçüncü Ağrı seferi (Eylül 1930)Pülümür Harekâtı (Ekim-Kasım 1930) ve Dersim Katliamı (1937-1938)
Kuşkusuz 1921’deki Koçgiri katliamıyla birlikte, özel nitelikleriyle hepsi tek tek ele alınıp incelenmesi gereken katliamlardır. Temel öz şudur: Yeni kurulmuş bir “Cumhuriyet”, kısa bir tarihsel sürece bu kadar katliam yapmayı sığdırmışsa, orda egemenliği temsil eden kişileri tartışmak anlamsızdır. Bu bir devlet siyasetidir. Niteliği; faşist diktatörlüktür. Başkumandanı, Kemal Atatürk’tür.
Kemalist Cumhuriyetin ideolojik ve sınıfsal karakterini devrimci neşterle yerle bir eden komünist çığır: İbrahim Kaypakkaya
Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, Kaypakkaya önderliğinde, MLM yöntemle kaldırılan komünizm bayrağı, coğrafyamızda hüküm süren gerici devlet egemenliğine, cepheden bir devrimci cevap değildir sadece. Aynı zamanda, özellikle “TC”nin kuruluş sürecinden bu yana süregelen, reformist-revizyonist tezlere de köklü bir neşterdir. MLM yöntemle, komünizmin ideolojik, politik çizgisinin berraklığında toplumsal gerçeklere ulaşan Kaypakkaya, politik devrim çizgisine de ulaştığı bu sentezler ışığında işaret ediyordu.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, Kaypakkaya özgülünde ulaşılan bu bilimsel gerçeklik; materyalist tarih bilincinin niteliksel olarak doğruluşudur. Komünist Hareketimizin yaratıcısı Kaypakkaya; geleneksel epistemolojiden, burjuva medeniyetçi-uygarlıkçı, Avrupa merkezli “aydınlanmacı” çizgiden, üretici güçler temelinde savunuya dönüştürülen kalkınmacı ezber reçetelerden, köklü bir kopuş ve aynı zamanda, felsefi, ideolojik, siyasal olarak, devrimci bir metotla stratejik bir meydan okuyuştur.
Bundan dolayı, Kaypakkaya’nın suyunu vererek çelikleştirdiği komünist hareketimiz, Ermeni, Süryani, Rum, Kürt, Alevi, Pontus soykırımları ve katliamlarına karşı, politik devrim çizgimizin berrak duruşu gibi, açık ve net durmuştur. Osmanlı, Jön Türk, İttihat ve Terakki ve bu sürecin “Cumhuriyet” dönemiyle merkezileşen Kemalist diktatörlüğüne karşı cepheden net duruş, bu bilimsel MLM çığırımızın bayrağıdır. Kemalist diktatörlüğün mirasına “devrim” diye sarılan orta yolcu “solcular” ve küçük burjuva “aydınlanmacılar”, Kaypakkaya’nın bu gerici-faşist devlet geleneğinin tüm mirasını kökten reddetmesinin ideolojik duruşunda, yaşanan tarihsel gerçekle birlikte mahkûm olmuşlardır.
Devrimcilerin ve komünistlerin, tarihin derinliklerinde birleşeceği miras, ezilen halkların, mazlum ulusların son derece haklı ve meşru isyanları ve kahraman direnişleridir. Komünistlerin bayraklaştıracağı miras budur. Kaypakkaya bu bayrağın en görkemli adıdır. Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddinler, Şeyh Saidler, Seyit Rızalar özgülünde, sahip çıkılan; zulme karşı meşru isyan hakkıdır.
Uluslaşma bilinci bugünkü düzeyde olmasa da Osmanlı’dan Kemalist diktatörlüğe uzanan süreçte, istilacı-talancı ve yağmalayıcı gerici egemenliklere karşı meşru bir duruş vardır. Kendi ulusal kimliğini, bölgesel kimliğini ya da inançsal kimliğini koruma ve yaşama hakkı; tüm gerici egemenliklerin istila ve kendisine bağımlı hale getirme siyasetleri karşısında, en demokratik haktır. Bu hakkı, devrimci-komünist ideolojik bilinçle savunmaması, onun demokratik hakkını gölgelemez. Komünistler, ulusların kendi kaderlerini tayın etme hakkını, tam hak eşitliğini, her inancın, azınlığın özgür yaşam hakkını, ilke olarak savunurlar. Mazlum uluslara, farklı inanç gruplarına, cinslere, ezilen sınıflara uygulanan her türlü baskı, zulüm ve sömürü, komünistlerin gerici egemenliklere karşı savaş gerekçesidir. Tüm bu zulüm ve baskıya karşı, mazlum ulusların, inanç gruplarının direnişini, komünistler kayıtsız, şartsız desteklerler.