Görünen o ki ilerleyen yıllarda da iç ve dış göç daha da artarak ve aynı çözümsüzlükle devam edegelecektir. Göç veren ülkeler ıslarla yoksulluğun, umutsuzluğun ve iç savaşın olduğu bölge ülkeleri. 2018 -2019 yılı rakamlarına bakıldığında dünya genelindeki göç sayısı 70,8 milyonu aşmış bir noktaya gelmiştir. UNHRC’ye (Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü) göre savaş ve iç şiddet ortamı can güvenliğini tümden tehdit altına alırken, sonuç olarak da bu yoğun ve de önü alınmaz göçe neden olmuş ve olmaya devam edecektir. (1) Buna karşın dünyanın en zengin ülke toplulukları olarak bilinen Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin kabul ettikleri mülteci başvuru sayısının en düşük oranda seyretmiş olmasıdır. Bu soruna işaret eden Hollanda Mülteciler Çalışma Örgütü, 2019 raporunda açıkça dile getirmiştir. Mevcut sorunun gerek ulusal yönetim bazında ve gerekse uluslararası ve de Avrupa Parlamentosu düzeyinde tartışmaya açtılar, konuya ilişkin daha hassasla ilgi göstermesini talep ettiler. Bu sorunun büyük bir insani drama olduğu yönünde sıkça eleştirilerde bulundular. Avrupa’da sığınmacı olarak başvurusu “kabul” edilenlerin sayısal oranını resmi rakamlarını aşağıdaki tabloda görmek mümkün:
İroni gelse de bu rakamlarla bir ekonomik göstergede bulunmuyoruz ve ne de savaşlara harcanan trilyonlarca dolarların “gelir” ve “gider” hesabıdır. İnsanlardan bahsediyoruz, göçten, kan ve gözyaşından ve mültecilerin içine düştüğü çaresizlikten bahsediyoruz. Bu trajediyi rakamlarla vermek, üzerinde fikir yürütüp görüş belirtmek bile, bir sorun gibi önümüze dikiliveriyor. Ancak, günümüzde savaşların, sömürü ve baskının neden olduğu kapitalist düzende bir insanlık dramı olduğu algısına işaret etmek istiyoruz ve bunun gerekliliğine inanıyoruz. Amaç, küresel düzeydeki bu sorunun boyutunu verilerle paylaşmak, yaşanan drama ya dikkat çekerken ve sorumluların adresini vermek içindir. Bu probleme ilişkin belli çevrelerin bunu dikkate almayıp kendi sübjektif bakış açısına denk düşen görüşleriyle hep taraf olmuşlardır, yani sorunu önemsememek. Günümüzde 70,8 milyon göç, maalesef en insanlık dışı koşullarda ölmemek için çırpınırken bu insanlar; bu drama çağın en büyük sorunu haline gelmiştir. Milyonlarca insan yaşamına rağmen, eğer dünyanın herhangi bir yerinde bir halk özgür olmuşsa buna sevinmenin duygu ayakları hep havada kalır demektir. Çünkü, özünde bütün insanlığın özgür olması gerekir ki, sevinebilelim, umutlanalım, dünya bizim dünyamızdır denile bilinsin.
Aşağıdaki rakamlar, insanlığın 21.yüzyılda bir göç dünyasında ve de zorunlu olarak hep bir hareket halinde olduğunu göstermekteyiz. Göçe zorlananlar canı ve malı pahasına bir iç huzurdan yoksun bırakılmış, kendi iradesi dışındaki gelişmelere kapı dışı bırakılmış, şiddet ve baskıların dayatması sonucu özünden ve de yurdundan alıkonulmuştur. Sürekli bir arayışın kör karanlığına zorlanmış bu insanlar, çağın en büyük dilencisi olma konumuna zorlanmışlardır. İster mi bu insanlar tüm bunları, onlar elbette onurlarıyla insanca yaşamak isteyenlerdir, tıpkı göç konumunda olmayıp kendi yaşamını “normal” bir ortamda sürdüren insanlar gibi. Bu soruna parmak basarken, entelektüel dil sürtüşmesine gerek yok ve ne de olayı süsleyip cilalayarak anlatmaya yeltenme gereği vardır.
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere uluslararası göç hız kesmeden devam etmektedir. Özellikle en yoğun göç veren ülkeler iç savaş sarmalında olan ülkelerdir. Tüm bu savaşlarında ortak bir özellik vardır; dış müdahale, yıllarca emperyalist güçlerin böl ve yönet politikasına heba olmuş ve istikrarsızlık içinde yaşamı sürdüren ülkelerdir. Zira söz konusu ülkelerde din, mezhep ve de etnik yapı üzerinden verilen amansız ve belki de dünyanın en kirli savaş sahnesine ev sahipliği yapmış ve yapan ülkeler topluluğudur. Savaş, göç ve istikrarsızlık toplumsal ve sosyal dokunun dengesini bozmuş, insan yaşamının üzerinde filiz verdiği o “kutsal” (teolojik anlamda değil) toprağı bile yerinden sökmüş duruma getirmiştir. Bu tıpkı toprağın engin ve ıssız okyanuslara taşınmış bir coğrafyadaki “boşluk” gibidir. Bir memleket düşünün; toprağında insan tohumunun filizlenmediği bir ülkede su, hava ve yaşam tükenmiş demektir. İşte sözünü ettiğimiz göç öyküsünün genel yansıması da bunlardır.
Tablo 7’de sadece mülteci “alan” ülkelerin isim sıralamasında ki konum ve öneminden bahsetmiyoruz. Esasında bu veriler dünyadaki “demokrasi” ve “antidemokratik” ülkelerin insan hak ve özgürlükleri sorunu yaklaşımı noktasında son derece çelişkili ve de girift bir oluşum dizisini arz ettiği gerçeği göze çarpıyor. Bu ülkelerin daha çok göç alan ülkeler sıralamasındaki çelişkisi, ister istemez kendi iç hukuk düzeniyle test etmeleri veya o konuyla ilgili olarak kendilerine ayna tutmaları gerekmez mi? Ancak o zaman onların ne kadar “insan haklarından” ve “mültecilerden” yana oldukları sorusuna anlamlı bir yanıt çıkabilir.
Neden mi? Yukarıdaki tabloda en çok mülteci alan ülkeler manidardır. Zira, dünyada iç savaşların olduğu ve de en katı şekilde insan haklarının ihlal edildiği ve katliamların yapıldığı ülkeler olarak dünya sıralamasında en önde olan ülkeler olmuşlardır. Maalesef bu denklem (mevcut durum) geçmiş yıllarda böyleydi ve 2020 yılı itibarıyla da aynı noktada kalmış ve değişmedi. En çok göç veren ve göç alan “bu” ülkeler en genelde mevcut kriz yönetiminden yoksun ülkelerdi. Bu ülkeler iktisadi, politik, sosyal denge çıkmazı, mezhep çatışması vb. krizlerin en derinden yaşayan ülkelerdir. Yönetimsizliğin, yoksulluğun ve de hukuksuzluğun olduğu ve sonuç olarak sosyal anarşizminönde olduğu ülkeler demek yerinde olur.
Şüphesiz göçe zorlananlar, onların tekrar ülkelerine geri kabulü ve alınmaları da bir o kadar önemli ve de insani bir gerekliliktir. Mültecilerin içinde bulunduğu onca olumsuz koşullara rağmen, dile getirmeye çalıştığımız tüm bu belirlemelerde adı geçen ülkelerin mülteci sorununa bakış açısı ve onların geriye dönüş talebi karşısındaki tutumu hiç de olumlu bir karşılığı olmamıştır. Ülkelerinden sürülen ve başka bölgelere zorlanarak ikame ettirilen insanların durumu kendi başına ayrı bir toplumsal ve sosyal bir krize dönüşmüştür. Çünkü hiçbir mülteci kendi ülkesi dışındaki yaşamdan ne mutlu ve nede hayatın geri kalanın sürdürebilirliğinden umutla bakmaktadır. Zira, mültecilerin geri dönüş hakkını hukuki gerekçeyle meşru kılan en önemli dayanak noktalarından birisi, BM Genel Kurulu 11 Aralık 1948 de kabul ettiği 194. Kararı olmuştur. Kararın 11. paragrafında şu ifadelere yer verilmek- tedir:
“Genel Kurul, mültecilerin kendi iradeleri ile olabilecek en uygun zamanda evlerine dönmeleri ve koşulların barış içinde yaşamalarına izin verilmesi gerektiği, dönmek istemeyenlerin zarar gören veya tamamen yitirilen mülklerinin bedelinin uluslararası hukuk ve adalet çerçevesinde, hükümetler ya da sorumlu otoriteler tarafından ödenmesi gerekmektedir” (5) doğrultusunda bir karar belirlemiştir.
Birleşmiş Milletler tarafından alınan bu karar incelendiğinde şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır: Bu kararla ilk göze çarpan konu ise, geri dönme durumunda seçeneğin mültecilerin kendilerine bırakılmış olmasıdır. Gerçek şu ki, yaşamın umutları tükendiği bir yerde ve her şeyini kaybettiği bir koşulda yeni baştan var olma düzenini sağlamak ne kadar gerçekçidir ve bu bir can alıcı sorudur. Oysa geri dönmeye karar verdiklerinde ise, onları bekleyen yığınlarca bürokratik sorunlar, lojistik, ekonomik ve yeni baştan siya çözümsüzlükler kaçınılmaz olacaktır. Tüm bunlar ister istemez geri dönüşte ciddi bir sorun olmanın da ötesinde, yeni engeller olarak nelerin o insanların önüne çıkacağı meselesini görmezden gelmek mümkün değildir. Tam da bu noktada, BM’ler muhtemel yaşanabilecek sorunlara herhangi ciddi bir öneride veya açık bir dille kınamamıştır, mevcut çözümsüzlüğe dair. 20 Haziran 2000’deki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Toplantısında, 20 Haziran’ı Dünya Mülteciler Günü olarak ilan eder. (6) Büyük iddialarla günün önemini dile getiren BM, pratikte gerçek anlamda mülteci sorununa ne somut çözümler olmuş ve ne de bunun geçmişe kıyasla bir yaşana bilirliği pratikte anlam bulmuştur. BM’lere üye ülkeler sorunun insani boyutunun çözümü genel anlamda kendi ülkelerinin küresel çıkar olayı üzerinden hep bakmışlardır. Bugünde aynı çıkar oyunu devam ederken; mültecilerin geldikleri ülkeler, hangi din ve mezhebe ait oldukları, eğitim düzeyleri, yaş faktörü gibi özelliklere bakılarak alınıyorlar. Dolayısıyla “mülteci kabulü” tam bir ayrımcılık mantığına dayanan seçiciliğin ön plana olduğu bir mekanizma içinde işliyor. Özetle, kapitalist sistemin küresel çıkar çatışma hesapları ısrarla bu noktada da belirleyici olmuştur.
Yaşanan tüm bu olumsuzluklarla birlikte, mültecilerin geri dönüş meselesi ancak çok pasif ve de çekingen bir dille UNHCR şöyle bir açıklama yapmakla yetinmiştir:
“Mültecilerin çoğu kendi ülkelerine dönecek ön koşullardan hep yoksun bırakılmışlardır”. (7)
Bu yorum özünde sorunun boyut ve de çözümsüzlüğüne işaret ederken, genelde de onun kendi kaderiyle baş başa terk edilmişliği anlamını taşımaktadır. UNESCO’nun (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) 20 Haziran 2008’de Dünya Mülteciler Günü dolayısıyla yayınladığı bir mesajında,
“110 ülkede nüfusun %25’inden fazlan çok uluslu ve etnik bir yapıyı arz ettiğini, dolayısıyla bu ülkelerde demokrasi ve özgürlükler gündemden düşmez bir talep olmuştur”. (8)
Hak arama mücadelesi her şeyden önce yaşamın vazgeçilmez bir önceliği ve de insan olmanın gerektirdiği doğal bir talebidir. Siyasal rejimler ikili olarak yasaklarla karşı tavır almaları, baskının doğurduğu sonuçlar sürgün ve göçün önünü açmıştır. İnsanlar farklılıklarıyla kendi düşün algısı üzerinden hareketle yaşamlarını sürdüremez olmuştur. Oysa mevcut rejimler kendi otoritesini egemen kılmak için, gerici yöntem ve söylemlerle muhalif düşünenleri hep bir tehdit olarak algılarlar. Dolayısıyla bu ve benzeri siyasal yönetimler ülkede uzlaşı kültüründen uzak kalırken, ortaya tek bir seçenek belirler olur. Ya bendensin ya da def olup gidersin. Bu mantık sonucu ister istemez göçlere bekleneninde üstünde bir zemin hazırlar olur. Dünyanın dört bir yanından gelen bütün mültecilerin sorunları aynıdır, farklı hikayeleri olmuş olsa da. Özgürlükler, siyasi baskılar ve toplumsal kutuplaşma (siyasi, ekonomik, din, etnik vb.ler) gibi nedenler belki de dünya mültecilerini birleştiren ortak sorun olmuştur.
Günümüzde milyonlarca mültecinin kan ve göz yaşı içinde evini yurdunu terk etmek zorunda bırakılırken, dünya jandarmalığına soyunan sömürgeci güçler, hiçbir dönem bu çığlığa çözüm olmamışlardır. Açıkça ifade edelim ki: emperyalist kapitalist ülkelerin refah birikimleri, dünyanın geri bırakılmış ve yoksul ülkelerden doğrudan veya dolaylı olarak hırsızca alınan ve çalınan zenginliklerdir. Dolayısıyla elde edilen zenginlikler, başka ülkelere ait olup, doğayı tahrip ederek ve insan kaynaklarını yağmalarken, geriye bırakılan sadece yoksulluk, istikrarsızlık ve savaş olmuştur. Bu gerçeklikten hareketle, göç olgusunu anlama ve kavrama noktasında; küresel kapitalizme karşı, alternatif ve ulusal boyuttaki anti-emperyalist örgütlenmenin önemi kaçınılmazdır. Küresel boyutta kanayan bu sorunun çözümünü emperyalist güçlerden bekleme öngörüsü, bu sorunun onaylaması anlamını taşır. İnsanlar, koşullar ne olursa olsun mevcut sorunun çözümünü göç ederek değil de kendi ülkelerinde kalarak bağımsız ve anti-emperyalist bilinçle bir mücadele içinde yer almaları gerekmektedir. Alanlar onlara terkedildikçe, baskılar daha da katmerleşecektir, çünkü sorun yaratanlar kendini aklayarak bir hesap verme durumunda hiçbiri olamayacaktır. Dolayısıyla ülkeye sahip çıkmakla ancak toplumu ileriye taşımak mümkündür. İlerici, antiemperyalist ve devrimciler arası güç birliği sağlanırsa sorunların çözümü için daha olumlu ve de pozitif sahip öngörüler oluşacaktır; bununla umut daha büyüyecek ve insanların çaresiz olmadıkları görülecektir. Ancak o zaman demokrasi ve özgürlüklerin kazanım yolu olanaklı hale gelir ve bir önem taşır. Sorunların çözümü ülkeyi terk etmekle değil de- ülkeye sahip çıkmak ve mücadeleye omuz verildikçe ancak o zaman yeni ve umut verebilecek bir yaşama koşulunun alternatifi yaratılır.
Biliyoruz ki uluslararası emperyalist güçler ve gerici yönetimler silahlandıkça, göç sorunu daha da büyüyecektir. Her şeyden önce silahlanma insanlığa bir yatırım ve iyileştirme projesi değildir; bunun anlamı en genelde insanları birbirine karşı kışkırtmak, savaştırmak, yokluk ve yoksulluğun pençesine alarak göçe zorlamaktır. Aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, silahlanma oranı dünyanın en istikrarsız bölgelerinde hep en önde seyretmiştir.
Uluslararası düzeyde hız kesmeden devam eden silahlanma yarışı, elbette halkların refah ve mutluluğunu gözeten bir yatırım çabası değildir. Bunun uluslararası bir “güç” rekabeti olduğu ve emperyalist ülkelerin dünya zenginliklerinin paylaşım mücadelesi için başvurdukları “tehdit” algısından öte bir yöntemdir. Yani, egemen “güç” olmaktır. Dolayısıyla, yüksek askeri harcamalar bir yandan uluslararası rekabeti kızıştırırken, diğer yandan da dünyada gerilim ve gerginliğin “devamı” için açıktan bir yansımadır. Dünya genelinde silahlanmada %1 artış gösterirken, bu rakamlarla ifade edildiğinde, sorunun insanlık için pekte olumlu bir gösterge olmadığını görebiliyoruz. Bu şu anlama gelmektedir, silahlanmaya 1700.000.000.000 doların (1700 milyar dolar, 1500 milyar Euro) (10) harcandığı bir dünyada, göç sorunun çözümü için samimi bir yaklaşımın olacağından bahsetmek mümkün değildir. Açık bir ifadeyle, insani sorunların çözümü için zamanları yoktur ve olmazda. Özellikle dünyanın en ciddi kriz bölgesi olarak tanımlanan Ortadoğu bölge ülkelerinden Suudi Arabistan, BAE ve Avrasya’yı içine alan Rusya, Asya’yı gölgesine hapsetmiş olan Çin ve Transatlantik ittifakla en güçlü konumda olan ABD’nin yoğun silahlanma politikaları şüphesiz bir karşılığı vardır. Dünya genelinde süregelen savaşların kimlerce ve hangi amaç ve çıkar uğruna yapılan oyun kurgusunun soru cevabı, özünde anlatılan veri ve hikâyenin ta kendisidir. Özetle uluslararası emperyalist güçler sebebi olduğu savaş tehditleriyle (ekonomik, siyasi askeri vb.ler) ve pay edinme hırsı uğruna silahlanmaya ayırdıkları milyarlarca doları, (grafik-1) tereddütsüzce harcayabiliyorlar.
Silahlanmada dünya sıralamasında üçüncü olan Suudi Arabistan Ortadoğu’da gerginliğin ve İslam ülkeleri arasındaki kutuplaşmayı tetiklemeye devam ediyor. Bu konumuyla Ortadoğu’nun en önemli işbirlikçi pozisyonunda olan bir ülkedir, Suudi Arabistan. Silah tüccarlarının iştahını olduğundan fazla kabartırken, emperyalist güçlerin desteğini de fazlasıyla almış ve Suudi Arabistan’ın bu konumuna birçok bölge ülkeleri kıskanır olmuştur. Din eksenli politikalarıyla (Sünni ve Şii çatışması) bilinen bu ülke, müdahalesini Ortadoğu ile sınırlandıracağa benzemiyor. Zira, Güneybatı Asya üzerinden Yemene yaptığı müdahalelerle sınırlı kalmayıp, Afrika ülkelerindeki Sünni nüfus üzerinden yoğunlaşan bir Suudi Arabistan gerçeği vardır. Oyun yazılıp çizildiğinden daha büyük, kapsamlı ve kirli bir savaş tamtamları devrede. Ülke nüfusunun %21’i Müslüman olan Güney Sudan’dan (Doğu Afrika ülkesi), Etiyopya, Çad ve Eritre’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyada Suudi Arabistan’ın etkisi vardır. Suudi Arabistan bu ülkelere yaptığı baskılarla ikinci bir Libya olma tehdidiyle hep gündem yaratmış ve bunu aynı gerekçelerle bugünde devam ettirmektedir.
Tüm bunları yapmak tada kararlı gözüküyor, yoksa dünyanın üçüncü büyük silahlanan ülke konumunda olması boşuna değildir. Bu noktada şuna açıklık getirmek gerekiyor; silahlanma ile askeri güç olmak elbette farklı iki konumdur. Örneğin; İsrail askeri bir güce sahiptir, istese bölgede Suudi Arabistan gibi ülkeleri yok edebilecek savaş kabiliyetindedir, ancak Suudi Arabistan büyük silahlanma konumuna rağmen, sahip olduğu gücü savaştıracak yetenekte değildir. ABD’nin askeri üsleriyle çembere alınmış bir Suudi Arabistan, paralı askerlerin (ABD, İngiltere vs. ülkeler) sayesinde ancak savunma gücünü koruyabilmektedir.
Suudi Arabistan giderekten silahlanma konumuyla uluslararası arenada ilgi görmeye ve ciddiye alınan bir ülke durumuna gelmiştir. Batı bu gidişattan hiçte rahatsız değildir, sonuçta alınan silahlar Batının savunma sanayisinde üretilenlerdir. ABD ve Batı bundan olduğundan çok
memnun gözüküyor. (12) Uluslararası göç ve mülteci sorunun izahı tarafgir (mezhep, etnik ve dini bağlamında) bir yaklaşımla anlatmak ve çözüm alternatifinde bulunmak, her şeyden önce etik değildir. İnsanlar ülkelerinden binlerce kilometre uzaklara düşerken, farklılıklarını gözeterek yapmadılar. Onları bu duruma düşüren esas sorun toplumsaldır, siyasaldır ve ekonomidir. Bu sorunu doğuranda temel kaynak uluslararası emperyalizmin “jeopolitik projeleri” sonucu oluşmuştur. Silahlanma, bölgesel tehditler, işbirlikçi yapılar üzerinde ısrarla durmak; yoktan toplumda kutuplaşmayı aktive etmek ve sonuçta da yaşama ve güvende olma ortamının tüketildiği bir ülke veya bölge doğar. Sonuç olarak da bu olumsuzlukların insan yaşamına yansıması olur, can güvenliğinin olmadığı yerde ülkeyi terk etmek olur. Bu çözüm müdür? elbette hayır. En doğru olan şey; ülkeyi işbirlikçi güçlere bırakmamak ve yukarıda dile getirildiği gibi, ülkenin gerçek sahipleri olarak antiemperyalist mücadelede örgütlenmek gerekiyor…
Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar
- Vluchteling Werk Nederland, (Hollanda Mülteciler Çalışma Örgütü) “Vluchtelingen in getallen 2019”, jaar cıjfers IND, COA, CBS, Eurostat en UNHCR Nederland, sayfa 3.
- UNHCR Global Trends 2018.
- UNHCR Global Trends 2018.
Vluchteling Werk Nederland, “Vluchtelingen in getallen 2019” jaar cıjfers IND, COA,
CBS, Nederland.
- UNHCR Global Trends 2018.
- Hoft, Ruud, Het Midden Oosten – een Politieke Geschiedenis”, het Spectrum B.V.,
Utrecht 1991, s. 80-86.
- https://www.beleven.org/feest/wereld_vluchtelingen_dag
- Nieuws Tool, “Nationale Vluchtelingendag”, 29-08-2008 Holland. 8- Samah, “Vluchtelingendag”, 20 juni 2008 Amsterdam.
- Perlo-Freeman, Sam, İsveç Düşünce Kuruluşu SIPRI’de araştırmacı. Aktaran, Hollanda
AD Gazetesinden Peter Groenendijk, 10-01-2017.
- A.g.e.
- A.g.e.
- A.g.e.