Bizimle iletişime geçin

Makale

Ortadoğululuşma Yolunda Açılan “Yeni” Kapılar

Potansiyel zenginlik kaynaklarına sahip ülkeler jeostratejik önemle ön sırada yer alırken, işgalci güçlerin hedefi olmaktan da kurtulamıyorlar. Bu dayatmalar sonucu ister istemez diş baskıların doğal bir iç yansıması kaçınılmaz olurken, ülke(ler) makro düzeyde bir Ortadoğululaşmaya aday ve bu doğrultuda kabuk değiştirme sürecine giriyor demektir.

Aile yararına olan toplum çıkarıyla buluşmaz ve bu onunla hiçbir şekilde örtüşemez. Dünyanın en uzun komşu çatışmasının ve uzlaşmazlıkların yaşandığı ve de iç savaşların bitmek bilmez bir öykünün adıdır Ortadoğu. İç bütünleşmeyi sağlamak yerine, aile çıkarı uğruna işbirlikçilerden medet uman bir yaşam tarzıdır Ortadoğu gerçeği. Ortadoğululaşmaya dönüştürülmek istenilen Kuzey, Güney, Batı Afrika ülkeleri aynı analog üzerinden bir çıkmazın içinde ilerlerken ve en karmaşık bir konumla çembere alınmış durumdalar. Daha şimdiden büyük bir iç çatışmanın içine çekilmiş ve tüm bu uzlaşmazlıklar üzerinden kan ve gözyaşına terkedilmiş bir coğrafyada – “düşman” ve “taraftar” rolünde oynayan aktörler çoktan yerini belirlemişler. Bu kriz bire bir Ortadoğu benzeri olmakla birlikte, din, mezhep ve de kabile yöneticilerin en etkili ve de belirleyici rol oynadıkları tek aktör olarak dikkate değer bir dönüşüm seyri içinde everilmekteler. Bu yapılanmayı ısrarla gündeme taşıyan ve ana sorunların çözülmesine engel olan bazı tarihsel gerçekler ve bunun bölge halkları üzerindeki etkisi göz ardı edilemez bir olgudur.

Sömürgecilik döneminde yaşanılan feodal baskıların etkisi ve bunun bugünde farksız olarak halen yüzyıl öncesi koşullardaki gibi devam etmiş olması -ve daha da önemlisi; Fas’a kadar uzanan ülke topluluklarının resmi dillerinin İngilizce veya Fransızca olması ise ayrı bir sorgulama konusu olarak göz ardı edilemez. Başka dillerin konuşulması elbette bir zenginliktir ve karşı olmak gibi bir düşünce olamaz. Ancak Batı dillerin bu ülkelerde halen etkili ve de öncelikli olarak konuşulması, bu bir anlamda geçmişe dayanan sömürgecilik tarihin etki ve ayak izlerinin ifadesi olmakla birlikte ve pek düşündürücüdür.  Örneğin; bugün 17 milyon nüfusu olan Hollanda’nın sömürgecilik tarihinden kaynaklı olarak Güney Afrika’da, Küraso, Sin martın, Surinam ve Aruba’da ülkelerinde resmi dilin Flamanca (Hollanda) olması, bu bir anlamda sömürgecilik tarihe ayna tutmaktadır. Ayrıca Burkina Faso, Benin, Kamerun, Kongo Halk Cumhuriyeti, Fildişi Sahili Cumhuriyeti, Gabon ve Gine Cumhuriyeti ülkelerinin resmi dilleri halen Fransızca olması bir çelişki değil midir?  Oysa biliyoruz ki dilbilimi, sosyal bilimler veya antropoloji alanından hareketle incelendiğinde bu ülkelerin dil “gerçeği” yüzlerce anadiline işaret edecektir. Bu saptama ile bir dil karşıtı olmak değil amaç, esaslı olarak o acıların bugünlere taşıyan bir öykünün gerçeği var demektir.  

Yabancı dilin etki ve ağırlığını tarihsel kontekste bakıldığında, ülke halkları üzerindeki rolü açıktan ulus kimliğini gölgeleyen, aşağılayan ve sınıf bilincini engelleyen geçmişten gelen bir dış müdahale konum belirlemesidir. “Osmanlının 1915’lerden sonra Ortadoğu’daki çözülmesiyle birlikte, Doğu ve Kuzey   Afrika’nın coğrafik konumu giderekten “Batı işgalcileri lehine bir değişim sürecine girer” (1). Artık Fransızca veya İngilizce konuşma dili -ve bunun 2021 yılında da Libya’nın deniz sularında ölümle burun buruna kalan Afrika kökenli mültecilerin iletişimlerinde konuşmanın bu iki dil üzerinde ifade edilmiş olması, ana sorunun tarihsel geçmişine bir işaret değil midir? Çekilen onca acı ve gözyaşından sömürgeci güçlerin payı olduğu noktasında kelimenin tek anlamıyla açık vermekten kurtulamadıkları anlamını taşımaktadır. Böylesine bir “yabancı” etkileşimin yerli halk üzerindeki varlığı veya vazgeçilmezliği en genel anlamda “emperyalist kültür” hegemonyası demektir. İnsanlık için en kutsal ve de görmezden gelinmesi imkânsız en değer bütünü anadilini konuşabilme özgürlüğüdür. Bu nedenle, eğer bir halk veya topluluk kendi anadilinden (iç ve dış koşullarla) yoksun bırakılmışsa, orada o halk özgür değildir anlamını taşır.    

Potansiyel zenginlik kaynaklarına sahip ülkeler jeostratejik önemle ön sırada yer alırken, işgalci güçlerin hedefi olmaktan da kurtulamıyorlar. Bu dayatmalar sonucu ister istemez diş baskıların doğal bir iç yansıması kaçınılmaz olurken, ülke(ler) makro düzeyde bir Ortadoğululaşmaya aday ve bu doğrultuda kabuk değiştirme sürecine giriyor demektir.  

Bundan böyle, işgalden yana oluşan güç dengesi sayesinde tüm benzer ülkeler antidemokratik ve de iç savaş sarmalına girme konumdan kurtulamıyorlar. İç savaşın din ve mezhep ekseninde beslenerek kalıcılaşması sağlanırken, zenginliklerin paylaşımı daha da mümkün hale gelmiştir. Dolayısıyla, zenginliklerin paylaşımı bire bir halka yansımadığından; istikrarsızlık, işbirlikçi müttefiklerin toplumun en zayıf ve de en hassas meseleleri üzerinde bina edilirken, ülkeler güç paylaşımında bulunanlar için bir cazibe alan olmuştur.

İslam ile siyasetin bir arada ve iç içe beslenir olması, gücü elinde tutan sınıfın bir olmazsa olmazı olmuştur; herkesin kendisine itaat etme talebini doğurmuştur. (2) Topluma dayatılan biat kültürü sonucu, ülke halklarının yaşama özgürlüğü değilde, gücü elinde tutanların dokunulmazlığı öncelikli olmuştur. Dolayısıyla sömürü ve baskının boyutu iç çatışmanın uzlaşmazlığını belirlerken, o ülkelerin adaletli bir toplum olmasında umutlar yitirilmiştir. Böylece iç çatışmada yer alan paydaşlar arası ilişki bekle ve gör esprisi üzerine yoğunlaşmış ve bu giderekten sosyolojik bir kutuplaşmaya dönüşmüştür. Tam da bu nedenlerle bölgenin Ortadoğululaşması hızla “yeni” bir evreye girmiş anlamını taşır. Artık toplumsal bütünlük, ortak çıkar talebi için mücadele ve geleceğe dair umutlar kavramsal olarak bir çaresizliğe dönüşmüştür. Müslüman ve anti Müslüman karşıtlıklar ısrarla ve bilinçli bir şekilde desteklenmiş, müdahale ve sömürü ortamı olanaklı hale getirilmek istenmiştir. Bu noktada, güçlü merkezle zayıf periferiye uzanan ilişki bütünü müdahale ve sömürü sistematiğini “zor” yoluyla her dönem için olanaklı hale dönüştürmüştür. Bu ilişki ve güç dağılımı üzerinden hareketle; “merkez ısrarla determinist bir konum arz eder olmuştur”. (3) Böylece halklar arası uyumsuzluk, dini ve mezhep karşıtlığı “müdahaleciler” cephesinde muazzam bir girdi avantajını sağlamıştır. Kriz ve istikrarsızlığı fırsat kollamak ve ondan mümkün olduğunca yararlanmak anlayışı etkili olmuştur. 

                                             Harita: Kuzey, Güney ve Batı Afrika ülkeleri:

Kaynak: Afrika-kaartblogspot.com

Sudan, Çad, Nijer, Nijerya, Mali, Burkina Faso, Batı Sahra ve Fas’a kadar uzanan coğrafya üzerinde bulunan ülkeler topluluğunda, bugünden ısrarla din ve mezhep çelişkisinin gündemde tutarak bir rant arayışına yönelme vardır. Oransal olarak Ortadoğu’yu da aşan ve henüz üretimde olmayıp ve ancak keşfedilmiş büyük oranda yeraltı zenginlik kaynakları (tablo-1) birçok ülkenin ana menüsüne daha şimdiden kaydedildiği bilinmektedir. Bir Ortadoğu geleneğiyle bölgenin Ortadoğululaşması doğrultusunda zorla ve de tüm uzlaşının rafa kaldırıldığı dayatmacanın görünümü verilmektedir. Bu aktörlerden en önemlisi, emperyalist güçlerin yansıra Suudi Arabistan olmuştur, zira Suudi yönetimi bunu daha çok din üzerinden ısrar ederek etkili olmak isterken, bölgeyi ne pahasına olursa olsun kendi dinsel çıkar hesapları doğrultusunda yönlendirmek istiyor. Sonuçta Suudi yönetimi bununla ‘alan savunması’ adına kendi iç istikrar ve güvenliğini sağlamak için yaptığına inanmaktadır. İslam coğrafyasının tümünde ülke ayrımı yatmaksızın, demokrasiye yabancı ve güvenlikçi bir politikanın içine hapsolmuştur. Bu doktrinle daha çok içe yönelik ve ülke güvenliğinin iç düzenlemeyle sağlanabilme iddiasıyla müdahalede bulunmuşlardır. Bu anlayışa tüketilen enerji ve brikim, dış müdahalelerin yoğunlaşmasını ve teslimiyete bir adım daha yakın düşerken, dış bağımlılık gün geçtikçe daha da etkili ve de belirleyici bir konuma gelmiştir. Demokrasi ve özgürlük kültüründen yoksun, halkın yüzde 99’nun dini aidiyete olan ve son kertesine kadar bağlılığını dile getiren toplulukların merkezden yönlendirilmeleri olağanlaşırken, periferide en etkisiz bir konumla şükretmekten başka bir işe yaramazlar. Böyle bir kaderciliğe düşen teslimiyetçilik, Suudi yönetimi gibi anlayışların hareket alanını genişletirken ve Ortadoğululaşma üzerinden müdahale etme alanlarını daha da olanaklı hale getirmiştir.

Bunun en somut örneğini Sudan, Çat, Libya, Nijer, Mali, Nijerya, Batı Sahra ve Cezayir’de bulunan veya daha doğrusu yaratılan cihat örgütleri üzerinden mevcut denklemde yer almak istemiş olması gözden kaçmıyor. Bu örgütlerden en önemlisi Boko Haram ve El Kaide’nin yanı sıra birçok cihatçı örgütlenmeler vardır. Bölge halkı üzerinde nüfus sağlamak ve insanları kullanarak savaştırıldığını her gün farklı medyada okumak, duymak ve görmek artık sıradan bir haber oldu, tıpkı Ortadoğu’da yaşananlar gibi. Suudi Arabistan’ın bu örgütler üzerinden adı geçen ülkelerde Sünni inancını yaymak ve bölge üzerinde etki gücünü sağlamak isterken, gözü henüz üretime açılmamış zenginlik kaynaklarına kilitlenmiştir. Suudi Arabistan’ı bu müdahaleye cesaretlendiren ise işbirlikçi diş güçlerin verdiği destek olmuştur. Yüzyıllar geçmesine rağmen kendi sömürgecilik tarihinden tepki almış ve pek de deşifre olmuş emperyalist ülkeler, eski alışkanlıklarıyla açık sömürge yöntemi yerine yerli işbirlikçi müttefiklikler üzerinden iş yapmaktadırlar.  Bu noktadan hareketle, Suudi yönetiminin cihat örgütleri üzerindeki varlığı hiçte zannedildiği gibi uzlaşıcı veya barışçıl yöntemlerle bölge halklarının en genel istem ve talepleri doğrultusunda bir savaş çabası değildir. Bilineceği üzere toplu katliamlar, kafa kesmeler ve binlerce kız çocuğunun kaçırılıp insanlık dışı yöntemlerle örgüt propagandasına malzeme olmasına yapılan bir başvurudan başka hiçbir şey olmamıştır. Tıpkı binlerce Yezidi kadının IŞİD tarafından el konularak ve akıbeti belirsiz bir kör karanlığa terkedilmeleri gibi, bugünde tüm bunlar yoksul Afrika kıtasında en acımasızlığıyla devam ediyor. Dünyanın ikinci büyük kıtası olan Afrika; sahip olduğu zengin yeraltı ve yerüstü kaynak potansiyeli, bunun daha şimdiden ve gelecekte de bölgenin başını pek ağrıtacak bir Ortadoğululaşma yolunda hızla ilerleyen birçok ülkeyi görüyoruz.

                                                                       Tablo:1 (4)

                               2021 itibarıyla Afrika’da Ortadoğululaşma sürecinde bulunan ülkeler:

Tasarım: Bana ait

Yukarıda sözünü ettiğimiz bölge ülkelerinin jeostratejik ve daha da önemlisi jeoekonomik önemi dolayısıyla kapitalist dünya sistemin kayıtsız kalması beklenemez. Uluslararası emperyalist güçler tarihin her kesitinde olduğu gibi, yine Ortadoğu benzeri Afrika kıtası üzerinde uzun ve kısa vadeli planlarla çoktan müdahil olmuş ve mevcut krizinde merkezindeler. Afrikalılara rağmen egemen güçler siyasi baskı ve askeri güç kullanarak mevcut denklem içinde kendilerini çoktan konumlandırmış ve bununla bölgede kalıcı olmalarını sağlayan ve fazlasıyla bir altyapının oluşturulduğunu gözlemlemekteyiz.  

Çad üzerinden bir Ortadoğululaşma gerçeği

2013’den beri Çad’da görev yapan Birleşmiş Miletlere (BM) bağlı “barış” güçü; BM’nin amacı dışına çıkarak Mali, Burkina Faso ve Nijer bölgelerinde konuşlandırıldılar. Bu birlikler daha sonra beş Afrika ülkesi tarafından oluşturulan “G5 Sahel Antiterör Koalisyonu” yönetmekle sorumlu oldular. İlginç olanda bu üçlerin Fransa ve Amerikan özel ordu birlikleri tarafından eğitilerek ve sonrasında Çad, Mali, Burkina Faso, Nijer, Sudan ve Kuzey Batı Afrika’da yer alan Moritanya’da konuşlandırılmış olmalarıydı. Emperyalist güçler için İşin bir de matematiksel boyutu vardı, önce kriz bölgesini yaratmak ve sonrasında da dahil olmak ve yönetmek olmuştur. Bu askeri gücün oluşmasındaki ana neden elbette bir “barış” elçisi olarak değil de savaşan -ve bölge halklarını birbiriyle savaştıran işbirlikçiler üzerinde bina edilen yerli ve yabancı ordu özelliğini taşımış olmasıdır. Görünürde Boko Haram ve diğer birçok cihadist gruplarla olan bir savaşın propagandası şeklinde dış yansıması olsa da -işin özü “yeni” bir Ortadoğululaşma süreci üzerinde pay elde etme savaşı vardır. Çad Yurtsever Kurtuluş Hareketi’nin başkanlığını yapan ve 1990’dan beri (31 yıl) Çad Devlet Başkanı olan Idriss Deby 20 Nisan 2021’de muhalif güçlerle girdiği bir çatışmada öldürülür. Hemen sonrasında 37 yaşındaki oğlu General Mahamat Deby babasının yerine geçer. Bu atama tipik Ortadoğu diktatörlerin aile boyu iktidar olma serüvenini hatırlatıyor. 2009’da baba Deby’nin dünya basını tarafından yılın en kötü diktatörü olarak işaret edilmişti. İlginç olanda İdriss Deby 1990 yılında askeri bir darbeyle ülke yönetimini ele geçirirken, ABD yönetimi onu bölgesinde en önemli müttefik lider olarak görmüş ve de ülkenin eski sömürgecisi olan Fransa tarafından da önemle desteklenir olması. (5)

Görünen o ki tüm bu olumsuzluklara rağmen, emperyalist ülkelerin ısrarla üzerinde durdukları tek konu kendi çıkar hesapları ön planda yer almıştır. Yoksa ülkenin veya bölgenin içinde bulunduğu yoksulluğun ve geri kalmışlığın toplumsal çıkmazını aşmak meselesi hiçbir dönem ne gündemlerinde ve nede önceliği olmuştur. Yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere, bölgenin sunduğu benzer ikinci bir Ortadoğu zenginlik potansiyeli vardır. Dolayısıyla tüm dış müdahalelerin oyun planları bu zenginliklerden nasıl faydalanacaklarıdır. Bu beklentiye paralel olarak politik baskılar ve yeni stratejilerin belirlenmesi üzerine kurulmuş hırs vardır, yoksa boşuna değildir tüm bu kanlı güç çatışması.

Ta baştan itibaren Deby’nin askeri yapılanması Amerika ve Fransa özel savunma birimlerince eğitip donatılmıştı. Bunun yansıra Avrupa Birliği ülkeleri “G5 Sahel Koalisyon” güçlerine 112 milyon avro yardımda bulunarak sözünü ettiğimiz denklemde yerlerini alırken, yaşanılan tüm uzlaşmazlıklara dahil oldular ve Afrika’daki krizinde birer parçası oldular. Deby ile oluşturulan bu iş birliği öyle bir konumda olur ki, ona zaman zaman “G5 Koalisyonun” jandarması olarak yorumlanır. (6)    

2013’den beri Çad’da 50’nin üzerinde asker kaybı veren Fransa, Deby’nin ölümünden sonra da Amerika ve Fransa resmi ağızdan bu ülke ile güçlü iş birliğini sürdürmede kararlı olduklarını her fırsatta dile getirirken -ve oğul Deby’i de destekleyecekleri masajını verirler. Deby’nin cenazesinde bulunan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, konuşmasında; “Kendini ispatlamış cesur bir dosttu” derken, iş birliği mesajını da dile getirdi. Macron, ayrıca cenaze töreninde diğer beş koalisyon ülkeyle “aynı kararlılıkla iş birliğine devam” şeklinde açık mesajda bulundu.

Çad’da bunlar yaşanırken, Amerikan Savunma Bakanlığında (Pentagon) General Stephen Townsend “acil çağrı” da bulunarak; Çin’in bu bölgede yerleşik bir konum yarattığını ve bunun bütün Afrika kıtası için sonuçları tahmin edilmez riskler barındırdığı iddiasında bulundu. Townsend’e göre, Çin’in daha şimdiden Kızıldeniz’e ve Umman Denizi’nin Aden Körfezi’ne kıyıdaş olan Cibuti üzerinden Afrika doğu sahil bölgesindeki varlığının Namibya’ya kadar hissedildiğini -ve bu nedenle bir Çin egemenliği Atlas Okyanus’una dayanarak bir yarımada oluşturmuş denilerek karşı hamlenin kaçınılmazlığına işaret etti. Tüm bu gerginlik ve tehditler başka ülke coğrafyası üzerinden yürütülmüş olması, adı geçen Afrika ülkeleri için daha şimdiden huzur ve güvenliği vaat edecek bir geleceğin karartıldığı işaretini vermektedir.    

Townsend, Amerika’nın Afrika Komutanlığı ülkesinin bölgedeki çıkarlarını koşulsuz olarak korumaya devam edecektir. Çinler savaş gemilerini modernize ederek hızla silahlanıyor, yeni bölgelere yerleşim arayışı içindeler ve Cibuti’de olduğu gibi Atlantik kıyılarında da üs kurarak varlığını sağlamak istiyorlar, (7) şeklinde yorumlarda bulundu. Pentagon (Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı) 2007’ Başkan George W. Bush’un istemi üzerine United States Africa Command  (Amerika’nın Afrika Komutanlığı = AFRİCOM) adıyla bilinen askeri bir güç kurdu. ABD Afrika Komutanlığı’nın temel amacı sivil ve askeri operasyonlarda kullanırken ve bunanla Amerika’nın bölge üzerindeki etkisini pekiştirmek, geleneksel ABD politikasına uygun biçimde istikrarsız ve zayıf ülkelerin kendisine itaat etmesini sağlamaktır. Bir başka ifadeyle, kendi dışındaki ülke(lerin) içişlerine müdahalede bulunarak yönlendirmek demektir.

Tanzanya’da askeri üs kurma uğraşında olan Çin, ABD ile tam bir savaş gerginliğini yaşamaktadır. Yeni ABD Başkanı Biden, Çin’in 2035 yılı için öngördüğü askeri modernizasyonu büyük bir tehdit olarak yorumlar. Zira birçok askeri uzmana göre Çin 2049 yılında askeri ve gerekse de ekonomik alanda ABD ile yarışabilen ve hatta dünya sıralamasında birinci olmayı hedefine koyduğu planların olduğu iddia edilir. Tüm bu gerekçelerden hareketle ABD, AFRİCOM gücünün Afrika’da bulundurulmasını esas nedeni kendi çıkar ve güvenlik sorunu olarak görmektedir. Görünen o ki emperyalist güçler dünyanın demokrasi, özgürlük ve barış beklentisini kendi “güvenlik” ve “çıkar” meselesi üzerinden bakmak ısrarında yol almaktadırlar.

Zira uluslararası Af Örgütü’nün 1 Nisan 2020 tarihli raporunda; “Somali’de Bombalamalar” başlığıyla AFRİCOM güçlerinin hava saldırısında Somali’de ve Afrika’nın değişik birçok yerinde bugüne kadar sayısız sivilin hayatını kaybettiğini belirtirken, bundan da AFRİCOM’u sorumlu tutulmuştur. 2006’da Somali’de kurulan El Şabab veya eş-Şebab (El Kaide’nin yan kolu) AFRİCOM’nun sıkça hava saldırısına hedef olmuş, sivillerin ölümünden ise Amerika cihat örgütlerini sorumlu tutulmuştur. (8) Sürekli iç çatışmaların yaşandığı ve dış müdahalenin çifte standartlı savaştırma hali, Afrika kıtası hızla Ortadoğululaşma yolunda nefes alamaz iken, Kara Afrika’sı işgalci güçlerin meydan okumasına terkedilmiştir.

Konunun bütününden hareketle, bu sorunun çözümü elbette büyük düşünle yaratılacak katılımlarla mümkün olacaktır. Kara Afrika’sında feodal düzen ilişkisinin sonlandırıldığı bağımsızlıkçı, antiemperyalist mücadele perspektifle ancak bugünden geleceğe yaşama umudundan söz edile bilinir. Toplum bilinci yaratılarak, bütünün çıkarına olan ortak buluşmalarla vaat edilen yaşama özgürlüğü herkes için mümkün olur.  Sınıf ve birey ayrıcalığının olmadığı “yeni” Ortadoğululaşmalara alan yaratılmamalıdır. Yüz seneye yakın süregelen Ortadoğululaşma retoriği, yeni bölgelere bir yüz sene daha çığlık sesi olmasın isteriz…

Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar:

  1. Oudheusde, Jan van, “De Geschiedenis van het Midden-Oosten in Een Notendop, Prometheus, Amsterdam 2003, sayfa 71, 79-82.
  2. Botje, Harm, “De Arabische Wereld”, İntermediair, Amsterdam 1978, sayfa 24-28.
  3. Amin, Samir, “Emperialisme en Onderontwikkeling”, SUN, Nijmegen 1976, sayfa 57-64.
  4. Butt, Gerald, “The Arab World”, BBC- Books, Londen 1987, p. 37-88. 

-https://www.dutchmultimedia.nl/rijkste-land-van-Afrika

-Muylem, Soetkin Van, “Vrede Ontwapenen om te Ontwikkelen”, dinsdag 25 juli 2017

 Nederland.

-https://www.evofenedex.nl (Economische belofte komt op snelheid in Afrika/evofenedex)

5. Schenkel, M., “Blijft Tsjaad de Politieman in Sahel?”, De Volkskrant, Woensdag 28 april 2021 Nederland.  

6.  a.g.e.

7. De Volkskrant, Vrijdag 7 mei 2021 Nederland.

8. AMNESTY İNTERNATİONAL, “Crisisonderzoek”, 30 juli 2020.



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Makale Haberler