Bizimle iletişime geçin

Makale

Marksizm-Ulusal Sorun ve “Demokratik Modernite” Çizgisi-2

Marksist-Leninist-Maoist politik devrimler çizgisi, toplumsal köklü bir alt üst oluş çizgisidir. Özel mülkiyet dünyasından, iktisadi-siyasal-ideolojik olarak köklü bir kopuştur. İnsanlığın sömürüsüz özgürlükler dünyasına yürüyüşünde, iktisadi temel dahil, düşünce dünyasında, eskiye ait tüm üst yapısal değerlerin yıkımı ekseninde gelişir MLM politik devrimler çizgisi

Bir önceki yazımızda, “demokratik modernite” paradigmasının, temelsiz bir şekilde Marksizm’e getirdiği eleştirilerin eleştirisini, temel hatları ile yapmıştık. Kuşkusuz eleştiri konusu yaptığımız anlayışı daha detaylı ele alma durumunda, çok farklı yönleriyle eleştiri derinleştirilebilir. Yani, ”Demokratik Modernite” paradigması anlayışının, abartı denilmeyecek düzeyde, her tespiti, MLM’ler açısından ciddi bir tartışma konusudur. Bu detaylara girme yerine, Marksizm’e yönelik, “derinlikli-çok yönlü ve daha ileriyi temsil etme” iddiasıyla, Marksizm’e itham ve eleştirilerinin bir kısmı (temel kabul ettiğimiz) ile yazımızı sınırlandırmak durumunda kaldık.  Düşünce- fikir ve kavramları, demokratik Modernite çizgisi savunucularının popülist söylemi ile o’nu çevreleyen toplumsal ilişki ağından soyutlayarak belirleyici bir rol atfedilen “zihniyeti”, düşünce ve madde ilişkisi içinde Marksist bakış açısı ile ilkyazımızda ele alsak ta, bu yazımızda bunu bir başlık olarak işlemeyi gerekli görmekteyiz. Toplumun farklı her fenomeninin, son tahlilde, sosyal sınıf ve bu sınıflara ait insanların üretim sürecinde girdikleri ilişkilerle belirlenmesinin, üretim ilişkilerinin, siyasal-hukuksal-ahlaki üst yapısal kurumları belirlemesinin kaba determinizm, ekonomik indirgemeci suçlamalarla karşılık bulmasını ele alsak ta, “zihniyet” e biçilen belirleyici rolün, genel olarak politikaya, özel olarak Kürt Ulusal Hareketi ve bu anlayıştan beslenen siyasal çizgilerin politikalarına rengini vermesi meselesi, üstünde durulması gereken bir meseledir ve bu bağlamda bu başlığı açmak durumundayız.

Bu başlığı açmadan önce, “demokratik modernite” çizgisinin, eleştirisinde ve sentezlerinde, benimsediği anti-bilimsel yöntemi bir örnekle açıklamayı, eleştiri konumuzun ele alınışında faydalı bulmaktayız. Marksizm’e “eleştirileri” ve “devlet-demokrasi, ulusal sorun “ gibi konularda ulaştığı sentezler, “Marksizm’in bütün toplumsal olguları ekonomiye indirgediği ve her gelişmeyi üretici güçlerin gelişme aşamasının doğrusal bir sonucu olarak ele aldığı” biçimindeki indirgemeci yaklaşımlar üzerinden, Marksizm karşıtı post-modern çizgilerin klişeleşmiş iddialarını tekrar etmekten öteye gitmediğini, kritik yazımızın bir önceki bölümünde belirtmiştik. Kısaca yinelersek, Marks’a atıfları temelsiz ve yüzeyseldir. Marksizm’in temel tezleriyle ilgisi olmayan teorik kuramlar üzerinden, Marksizm’e savaş açmak ve bunun üzerinden “yeni teorik-siyasal” sentezlere ulaşmak iddiası, son derece zayıf ve temelsiz bir yaklaşımdır. İlk bölüm yazımızın tekrarı olsa da, Marksizm’e karşı geliştirilen “eleştiriler” temelsiz ve referanssızdır. Örneğin; Öcalan, “ “Bu yargıya varmamızın temel nedeni kapitalist tekelin yapısıyla bağlantılıdır. Marx’ın Kapital’de kanıtladığı gibi kriz sermayeyle, yani tekel açısından yapısal olmasıyla ilişkilidir” demektedir. Oysa Marks’ın, Kapital’deki tespiti bu değildir. Bu Marks’ı eksik ve yanlış ele almaktır. Çok açıktır ki, Marks krizleri sadece tekellerle değil, tekelci olmayan dönem dâhil, kapitalist üretim biçimi ve piyasalarının işleyişi içinde ele almıştır. Yani kapitalizmden ve kapitalist piyasadan bağımsız bir tekelcilik işleyişi içinde krizleri ele almak ve bunu, bu tespitin sahibi olmayan Marks’a mal etmek, Marksizm’i tahrif etmenin yanında,  kapitalist piyasayı “tekelci” piyasadan ayrıştırarak, tekelci piyasayı “red” etme adı altında, kapitalist sürece entegre olmaktır. “Demokratik Modernite “ çizgisinin bu tahrifatının altında yatan öz budur.

Madde- Düşünce Diyalektiği Ekseninde, “Zihniyet” in Belirleyici Olduğu Fikrinin Eleştirisi Üzerine!

“Demokratik Modernite” çizgisinin, Marksizm’e dönük ithamlarını, ana başlıklarıyla ele alıp, temel başlıklarla cevap olduktan sonra, “Demokratik modernite” anlayışının, toplumsal yaşam ve gelişimde, iktisadi dinamik-üretim ilişkileri, siyaset-devlet-hukuk-sanat-din-felsefe-kültür başta olmak üzere, düşünsel süreçlerin rolüyle alakalı tezlerini değerlendirmek, konumuzun anlaşılması açısından faydalı olacaktır.  Kaba bir ele alışla Marksizm’e getirilen “Ekonomik indirgemecilik” eleştirisi, Öcalan referansıyla, toplumsal yaşamda “zihniyet”in, maddi ve ekonomik süreçleri belirleyecek etkin ve yönetici güçtür tezi, “Demokratik Modernite” çizgisinin üzerine bastığı idealist zeminin tezahürüdür.

“Toplumu yönetenin zihin olduğu, tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Toplumsal ekonomiyi bile, zihniyet çalışması ile gidildiği, kanıtlamayı gereksiz kılan husustur.” (Kapitalizmin Dölyatağı- S.7)

“Kanıtlanması gereksiz” düşüncesiyle, iddialı bir biçimde savunulan bu anlayış, Hegel’in baş aşağı duran felsefesine Fatiha okumaktadır. Toplumsal olaylar dâhil, varlığın varoluşu, doğanın diyalektiği, fenomenler üzerinden açıklanamaz. “Demokratik Modernite” çizgisinin, toplumsal gelişimin tüm yasalarına anahtar kelime olarak tespit ettiği “zihin”, sadece basit bir görünüştür. Temel sorun “zihnin”, neden ve nasıl karar verdiği meselesinin çözümlenmesi, “zihni” koşullayan, kararının niteliğini tayin eden, siyasal-ideolojik-hukuksal-felsefi-kültürel tercihini belirleyen koşulların anlaşılmasıdır. Bu diyalektik ilişki es geçildiği için,  toplumu-varlığı yönetmede, idealist felsefenin ufkunun ötesine geçen “Demokratik Modernite” “ Tüm toplumsal inşaalar zihniyet ürünüdür. Söylenenin aksine el ve ayaklar toplumu inşa etmez. Marksizm’in en büyük hatalarından biri, devrimi zihniyet alanında yoğunlaştırmadan, inşayı günlük baskı, istismar altındaki proleterden beklemesidir” ( Öcalan-Uygarlık S.31) tezini savunmaktadır.

Tarihsel anlamda Marks’ın mahkûm ettiği idealizmin, sorunsal yapısına tutunarak, siyasal-ideolojik tercihlere temelsiz zemin inşa etmekten öte bir anlamı yoktur bu anlayışın… Marksizm’in, tarihsel-diyalektik materyalizmini, sadece karikatürize etme üzerine yapılan tüm bu tespitler, “demokratik modernite” çizgisini savunan tüm anlayış sahipleri tarafından aynı nakaratla tekrarlanmaktadır. “Marksizm ontolojisini materyalizm üzerine kurar: Burada zihin, maddenin ürünüdür, madde zihinden bağımsız olarak vardır, kendisi içindir. Bu bakışla madde ile zihin arasındaki sıkı ilişkiyi bozar. Maddeyi zihinden önemli kılar. (…) Tüm bu çarpık zihniyetlerin doruğu antropolojik materyalizmin temsilcisi Alman Feuerbach’tır. Marksizm, Feuerbach’tan materyalizmi alır. Marksizmin hakikat payı en zayıf yönünden biri de budur. Marksizmin maddeyi öne alıp, zihniyeti ikincilleştirmesi; sonuçta zihniyeti araçsallaştırmasına yol açmıştır. Zihniyete yaklaşımıyla pratize olmuş Marksizm, praksizme boğulmaktan kendini kurtaramamıştır. Yoksulluğa çözüm ararken, modernist zihniyet laboratuvarına dayanmasından ötürü zihniyetini de yoksullaştırmıştır.” (M. Satılmış-Marksizmin zihniyete yaklaşımı)

Ve tüm bu anlayışların varmak istediği esas nokta, “tarihin tüm önemli olayları, gelişme süreçleri ve yapılanmaları, etkili zihniyetler ve iradelerin eseridir” (Öcalan-Uygarlık. S. 31) anlayışıdır.

Görüldüğü gibi, tüm bu teorik sentezler, aslında “zihniyet” tartışması altında, tarihin akışını, kişilerin, kralların, padişahların iradeleriyle tayin edildiği sonucuna ulaşmak içindir. “İnsanlık tarihi sınıf mücadelesi tarihidir” ve “tarihin yaratıcıları kitlelerdir” MLM yaklaşımına karşı “kişileri” merkeze alan bir anlayış, doğal olarak MLM tezi doğrulayan bilimsel yöntem ve bu yöntemle ulaşılan teorik kuramlara karşı savaş açmakla, kendi anlayışına zemin yaratmaya çalışmaktadır.

Çok açık ifade edelim ki; tarihsel gelişmeleri, tarihte yaşanmış burjuva veya proleter devrimleri, yaşanmış olay ve olguları, “liderlerin”, ”kralların”, “büyük insanların”, iradeleriyle açıklamak, tarihsel materyalist anlayışın reddidir. Bu anlayışın konakladığı merkez idealizmdir. Aynı biçimde, tarihsel gelişmeleri, kültür-sanat-siyaset gibi salt düşünsel süreçlerle tanımlamanın da tarih bilimi nazarındaki karşılığı idealizmdir. İdealizm ve idealizmin sorunsalı içinde, tarihsel materyalist anlayışı “eleştiriye” tabi tutmak, “yeni- Marksizm’i aşan” paradigma değil, idealizmin tekerrürüdür. Tarihsel bir örnek ve köklü kopuş anlamında ifade edelim ki, Marx, diyalektik yöntemi ile yalnızca Hegel’den farklı değil, köklü bir kopuştur. Marks bunu çok açık şöyle vurguluyor.”Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci –Hegel bunu ‘Fikir’ (‘İdea’) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür– gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca ‘Fikir’in dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.”( Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay., İkinci Baskı, Ankara 1978, s.28.). Bu alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Marks’ın yöntemi olan diyalektik, Hegelci öz-biçim katagorilerini basit bir yer değiştirme değildir.Hegel’ci «tin» in «görüngübilimi»,maddenin görüngübilimini karşılayıp karşılayamadığı, devrimci Marksist felsefe açısından çözümlenmesi gereken bir sorundu ve bu çözüm köklü kopuşu sağlamıştır.

Bu kopuş, Hegel’in «düşünce» ve «madde» tezlerinin yerlerini değiştirmek süretiyle, baş aşağı duran Hegel felsefesinin, ayakları üzerine oturtulması ile Hegel’ci yaklaşımın düzeltilmesi ile izah edilemez. Marks’ın bir durum izahatı için  «baş aşağı duran Hegel felsefesini ayakları üzerine oturttum» söylemi, temel referans alınarak bu bilimsel kopuş anlaşılamaz. Çünkü, bu yaklaşım Hegelci yalnışın düzeltilmesi ile sınırlı bir kriter olur ki, buda Hegelci sorunsalın içinde olmak anlamına gelir. Marksist felsefe- diyalektik-tarihsel materyalizm-, Hegel’ci sorunsallık içinde Hegel’in yalnışlarının düzeltilmesi değil, Hegel’in idealizminden geri dönüşümsüz köklü bir kopuştur.

Marksist felsefenin bu tarihsel çıkışı doğru ele alınmadığı gibi, idealizmin sorunsal yumağını referans alarak, «varlık -tin», «madde- düşünce», ilişkisi ve «zihniyet» katagorisine «yeni» bir içerik kazandırma iddiasında olmak, bir iddiadır ama atfedildiği gibi yeni bir iddia değildir. Tarihin tozlu raflarında bu tınıya rastlamak olanaklıdır. Kant’ın «utangaç materyalizmi», Hegel’in idealizm sorunsalı, Marksist felsefeye «eleştiride», bilimsel bir çizgi olmayacağı açıktır. Ama tarihin akışını, «zihin» ve «üstün iradeler» «üst akıl»  ile açıklamaya çalışan bir paradigma, mantığının doğal sonucu olarak tarihin bu tozlu raflarına sarılmaktadır.

Sınıflar mücadelesi tarihi olan insanlık tarihinin, sürükleyici dinamik rolü, «zihnin» belirleyiciliği, üstün insanların iradeleri olarak açıklanamaz. İlkel- komünal toplumdan köleci topluma geçiş, ordan feodal toplumdan kapitalizme evrilme süreci, padişahların, kralların, burjuva iktidarların öne çıkardığı «başkanların», «führerlerin» «üstün iradeleri» ile açıklanamaz.İnsanlık tarihindeki olay ve olgularda, bu olay ve olguların öne çıkardığı, yada tersinden,bu olay ve olguları daha ileri düzeyde kavrayıp iradeleri öne çıkan kişilerin (hangi sıfat ve nitelikte olduklarını tartışma dışında tutuyoruz) olması, tarihin akışının bu «zihniyetlerin» ürünü olduğu sonucunu doğurmaz. Bu bir sonuçtur. Bu sonucu koşullayan toplumsal koşullar görülmeden, toplumsal gelişmeleri açıklamak, «varlık-bilinç», «neden-sonuç», «toplumsal çelişkiler- bu çelişkilerin iktisadi-sosyal zemini» ni yadsıyarak, idealizmin bir başka soyutlaması olan aşırı iradeciliktir. «Demokratik modernite» çizgisi ve bu kulvarda yürüyen bir çok anlayışa göre, Roma’nın Cumhuriyet’ten Monarşiye geçişinin ana dinamiği, Octavian Augustus’un uyanıklığı ile yetkileri elinde toplaması olarak açıklanmaktadır.  Otto von Bismark, Alman ulus devletinin mimarı, Enver Paşa ve İttihat- Teraki, yanlış politikalarla Osmanlı’nın çöküş fermanı, Hitler, Mussolini, Franco faşizmi, bu kişilerin narsist-megoloman karekteri, Irak işgali Goorge W. Bush’un babasından aldığı genleri, 12 Eylül faşizmi Kenan Evren’in kişiliği, «TC»‘nin diktatörlük çizgisine göre son politik süreci olarak merkezileşmesi, «Erdoğan»’ın «zihin marifeti» olarak açıklanmaktadır. Yani tüm toplumsal gelişmelerde «zihnin» belirleyci olduğu tezinin mantıki sonucu budur.

Kuşkusuz bu tarihsel süreçlerin yaşanmasında, adı zikredilen kişilerin «iradeleri», popülist bir kavram olarak «zihniyetlerin» önemli rolleri olmuştur. İktidarlaşmaya çalışan gerici sınıf yada eğemenler kliği, iktisadi-politik süreçlerini hangi biçimde örgütleyecekleri kararı, bu nitelige uygun kişilikler üzerinden hayat bulur. Ama bunu totolojik bir biçimde kişilerin iradelerine indirgemek, toplumsal süreçleri ve bu toplumsal süreçlerin öne çıkardığı kişilerin iradeleri arasındaki diyalektik ilişkiyi anlamamaktır. Yada bir bilinç ürünü olarak yadsımaktır.

En basit bir soyutlama ile, her eylem, her faaliyet, onu gerçekleştiren öznenin iradesidir. Fakat öznenin iradesi toplumsal koşullardan ve çelişkilerden bağımsız, onu koşullayan maddi yaşamdan ayrı bir soyutlama ile oluşmaz. İnsanlığın, süreci kavrayan özneler üzerinden sınıfsız toplum arayışı, sınıflı toplumlar gerçeğinden bağımsız ele alınamaz. Sömürüye karşı duruş, sömürünün en vahşi yaratma sistemi olan günümüz emperyalist-kapitalist sisteminin aydınlanan bilinçler düzeyindeki yansımasıdır. Ezilen bir ulusun, ezen ulusun hakim sınıflarının uyguladığı, işgal, sömürge-ilhak ilişkisinden ayrı,  ulusal bağımsızlık mücadelesi açıklanamaz. Savaş, «savaş isteyen histerik» bir kişiligin, sömürü, «sömürü arzulayan» sapkın bir iradenin, cinayet «öldürme zevki olan» bir sosyal kişiliğin eseri degildir. Yani insanlığın sosyal yaşamında, yapılan her eylemi, ( bu ister sosyal pratikte her hangi bir bireyin kişisel hareketi olsun, isterse toplumda var olan farklı sınıfların birbirlerine karşı sürdürdüğü örgütlü sınıf mücadelesinde olsun) kişisel iradelerin istemi olarak açıklamak, o eylemi, o faaliyeti, savaşı veya farklı düzeylerdeki çatışmaların gerçekleşmesini koşullayan, ekonomik-sosyolojik-kültürel- sınıfsal-ulusal-koşulları ve eylemin her hangi bir aşamasında, politika ve strateji bağlamında süreci örgütlemeye iten özel koşulları, eylem sürecindeki düşünsel ve maddi etkenleri ortaya koymadan açıklamak, özne-maddi yaşam diyalektiğini kavramamaktır. Bu ilişkiden bağımsız, tüm toplumsal süreçleri, «zihnin ve üstün iradelerin» rolü ile açıklamak, totolojidir, anti-bilimseldir. İnsan tüm sosyal pratiğinde, doğa ve diğer insanlarla ilişki halindedir. Bu ilişki ve ilişkiler akabinde özneleşen her bilinçte, özne-maddi yaşam ilişkisi dışsal degil, içseldir. Özne ve öznenin her eylemi, ancak bu ilişkiler içinde doğru kavranabilir. Doğa ve birbirleriyle, içinde bulundukları üretim biçimi ve ilişkilerinin üst yapısal yansıması olarak şekillenen her sosyal kategori, onu koşullayan maddi yaşamdan bağımsız ele alınamaz. Kendi içinde belli özerklikler barındırsa da, her bireysel inisiyatif ve karar, düşünsel süreç ya da «zihniyet», bu ilişki ve etkileşim dışında var olan bir olgu degildir. Dolayısıyla, tüm tarihsel gelişmeler ve bireysel olguların nitelikleri ele alınırken, bağlantılarından koparılmış  «zihnin» ve «düşüncenin» yaratımları olarak açıklanamaz. Bunu söylerken, düşünce, maddi yaşamı örgütlemez diye kaba bir sonuca gidilmemeli.Somut bir örnek olarak sosyalist toplumda üst yapının belirleyici olması, düşünce madde ilişkisinin diyalektik sonucudur. Marksizm, tarihsel ve toplumsal koşulların sentezi olarak Marks’ta iradeleşmiştir. Büyük ekim devriminde, bolşevik partinin önderlik rolü, ve bolşevik partide Lenin’in önderlik rolü tartışmasızdır. Ha keza Çin devriminde, Mao’nun önderlik rolü, nitel katkıları, tarihsel bir olgudur. Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminde, Kaypakkaya’da iradeleşen komünist çizgi, ideolojik-politik-örgütsel-askeri-stratejik sentezler bağlamında, Kaypakkaya özgülünde bir soyutlamadır. Ama saydığımız tüm bu örneklerde, önderlik rolü, politik-stratejik kavrayış ekseninde öne çıkan kişilerin varlığını kabul etmek başka bir şeydir, «kişilerin iradeleriyle» veya «zihin» faaliyeti ile toplumsal gelişme ve devrimleri açıklamak başka bir şeydir. Her tarihsel-toplumsal koşul, gerek devrim cephesi açısından ve gerekse de karşı devrim cephesi açısından, bazı kişileri ve siyasal çizgileri iradeleştirir. Bunun anlamı, tarihsel-toplumsal gelişmelerden bağımsız, kişilerin zihinleriyle bir tarih yaratması değil, tarihsel-toplumsal sosyal gelişmelerin sentezi üzerinden, siyasal müdahale erklerinin iradeleşmesidir.

Tüm bu zihinsel iradeleşmeyi koşullayan, üretim ilişkileri ve genel olarak sınıflı toplum gerçekliğinde, altyapının, toplumsal yaşamın diğer fenomenlerininin şekillenmesinde etkin ve baskın rolüdür, ve  tarihsel-diyalektik materyalist yöntemle,düşünce-madde, madde- düşünce denklemini bilimsel analiz etmek durumundayız.  Her türlü sosyal olay ve olgu, üretim sürecindeki karşılıklı ilişkiler temelinde şekillenir. Bu gözardı edildiğinde, her hangi bir sürecin nedeni,o süreci o nitelikte gerçekleştirme istegi olan «zihinsel» bir hareket tanımlaması gibi totolojik bir sonuca ulaşılır.

Örneğin, özel olarak  Ortadoğu, genel anlamda dünya bugün emperyalist hegemonyanın yarattığı savaşlarla kan gölüne dönüştürülmüştür. Emperyalist blokların temsilcileri bağlamında Putin ve Trump’un «zihin» faaliyetleri olarak bu savaşlar açıklanabilirmi? Ya da «TC» hakim sınıfların diktatörü Erdoğan’ın, histerik hezeyanları mı? içte ve dıştaki saldırganlığının nedeni. Emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin, iç ve dış saldırganlığının temel nedeni, sömürü-baskı sistemlerinin bekası meselesidir. Ulusal ve Uluslararası emperyalist tekellerin, enerji sahalarını kontrol etmek, dünya pazarlarına sahip olmak, dünyada bulunan doğal zenginlik kaynaklarını denetimine almak ve sömürülerini derinleştirmek, ucuz iş gücünden faydalanmak için, sürdürdükleri hegemonya savaşları, emperyalist bloklar, bölgesel gerici iktidarlar, ezilen ulus-azınlık- inançlar ve sömürülen sınıflar arasında bir çatışmayı koşullamaktadır. Tüm bu süreçleri örgütlemek için, egemen güçler dönemin ruhuna uygun yönetim tarzları ve kişilikler seçmektedirler. Faşizm, monarşi, parlementer sistem, başkanlık sistemi, totaliter rejimler vb.  Gibi devlet biçimleri, sermayenin özgün süreçlerinin ihtiyaçları sonucudur. Kendi egemenliklerini güvenceye alacakları bu yönetim tarzlarına uygun tarihsel kişilikler öne çıkarması, sürecin bu kişiliklerin «üstün iradeleri» olduğu anlamına gelmez. Kuşkusuz bu kişiliklerin süreçle uyumlu iradeleri vardır. Ama bu kişiliklere asıl rengini veren, gerici sistemin, yani burjuva sermayenin tarihsel-özgün ihtiyaçlarıdır. Somut olarak, Hitler, Mussolini, Franko, Evren, Erdoğan sadece birer misyondur. Öz, tarihsel koşullarda sermayenin ihtiyaçlarının aldığı tarzdır. Özel mülkiyet dünyasının günümüz vahşi süreci olan emperyalist-kapitalist sistemin bu süreci, somut iktisadi temeli değiştirilmeden, kişilerin «zihniyet» değişimi ile, yarattığı bu vahşet ve barbarlık son bulabilirmi?  «Demokratik Modernite» çizgisine göre bu mümkün, çünkü bu anlayışa göre, « her şey zihniyet sorunudur ve zihniyetler değişirse» dünya barış ve kardeşlik içinde yaşayabilir.

Marksist-Leninist-Maoist politik devrimler çizgisi, toplumsal köklü bir alt üst oluş çizgisidir. Özel mülkiyet dünyasından, iktisadi-siyasal-ideolojik olarak köklü bir kopuştur. İnsanlığın sömürüsüz özgürlükler dünyasına yürüyüşünde, iktisadi temel dahil, düşünce dünyasında, eskiye ait tüm üstyapısal değerlerin yıkımı ekseninde gelişir MLM politik devrimler çizgisi. Gelecek özgür toplum ütopyasına göre, «zihinsel» bir değişimle ilgilenmedi eleştirisi, proletarya biliminin politik devrimler çizgisini anlamamaktır. Bunuda kısa bir not olarak «Demokratik Modernite» çizgisine hatırlatmak önemlidir.

«Zihniyeti» in belirleyici olduğu tezinin,  Kürt Ulusal hareketi nazarında, siyasal-örgütsel bir karşılığı olduğu tartışmasızdır. Önemle vurgulayalım ki; Kürt Ulusal Hareketinde, bu hareketin oluşumu ve gelişiminde, taktik ve siyasetinin belirlenmesinde, önderlik kurumunun ve önderlik kurumunda öne çıkan kişilerin çok önemli bir rolü vardır. Ancak; Türk egemenler sisteminin, Kürt ulusu üzerindeki inkarcı-imhacı- soykırımcı gerici politikası, Kürt ulusu başta olmak üzere, tüm ulus ve azınlıklara dayatılan «tekçi» kimlik,  bu hareketin üzerinde filizlendiği zemindir. Bu tarihsel ve siyasal temellerden soyutlanarak,  sadece Öcalan veya bir kaç kadronun iradesi ile bir ulusal hareketin durumu açıklanabilir mi? Aslında, «Demokratik Modernite» çizgisinin, tüm bu eleşririlerinde, «yeni bir şey bulduk» heyacanında yatan gerçek budur. Kişi fetişizmi üzerinden bir ulusun gerçekliğini tanımlamak ve «kutsallaştırılmış» kişi «iradesiyle» bir ulusun kaderini tayin etmek…  Ama ifade edelim ki,öne çıkmış bireyi, toplumsal ilişkileri,toplumsal sosyal bağlantıları, sürdürdüğü eylemin tarihsel maddi mekanı yokmuş gibi ele alıp, «büyük olayların büyük yaratıcısı» olarak tanımlamak, bilimsel bir analiz değildir, yaratacağı sonuç, insanlığın- ezilen sınıf ve ulusların- özgürleşme ütopyasına hizmet etmez. Diyalektik materyalist bakış açısının bilimsel ufku açıktır. Düşünce ve madde ilişkisinde, tartışma konumuz bağlamında, «zihin» ve toplumsal koşullar ilişkisi bağlamında, kimi tarihsel koşulda biri, kimi tarihsel sosyal koşullarda diğeri öne çıksa da, toplum, ekonomik-siyasi-ideolojik-kültürel vb. ilişki, somut olgu ve bu olguların kurumsallaşan katagorileri tarafından şekillenen, hareket eden bir ağdır. Toplumsal yaşamda bu iç içe geçmiş fenomenler, etki ve önemleri red edilmeden, bu fenomenler kendiliginden menkul değil, üzerinde yükseldigi üretim biçimi ve ilişkisi temelinde ele alınmak durumundadır.

«Demokratik Modernite»  ve Ulus- Devlet Teorisi Üzerine!

«Demokratik Modernite» çizgisi ve Öcalan, maddi toplumsal koşullara dokunmadan, «zihniyet» değişimi ile toplumsal değişimlerin mümkün olduğu tezine dayanan anlayışının özünü, uluslaşma ve ulusal devletler arasındaki ilişkiyi olumsuzlayarak, ulus tanımı ve ulusal sorunun çözümünde de, bir reçete olarak sunmaktadır. Uluslaşma ve ulusal devletleri eleştiren bu çizgi, ulus tanımını «zihniyet» ve «ahlak» sahasına çekerek, teorik sentezlerde bir «atılım» ruhundan sözetmektedirler. Somut toplumsal temeli ve tarihsel gelişimi belli olmayan « kültür ulusu», «hukuk ulusu» gibi katagorilendirmeleri tartışma dışında tutarak, Ulusun «zihinde var olan bir olgu» olarak ifade edilmesi, tarihsel gelişim ve toplumsal gelişim süreçlerinden, «hayali-tinsel»  alana temelli bir geçiş olduğu tartışmasızdır. Zaten, sınıfsal-ulusal eşitsizliklerin temeli olan kapitalist-emperyalist sistemde, toplumsal çelişkilerin çözümünde hareket ettirici etken olarak, var olan toplumsal sistemin kendisi yerine, «zihinsel-iradenin belirleyiciliğini» geçirmesi, geçiş yapılan «tinsel» alan olan idealizmin sonucudur. Demokratik Modernite çizgisinin savunucularına göre, Ulus, kültüre ve ahlaka ilişkin bir tanımlamadır. Ve ulus devlet, kendi keyfine ve zevkine göre bir ulus yaratıyor…Yani ulus yapay bir olgudur. Her ne kadar bu çizginin savunucuları, genel mantıklarında, devlet- ulus bağını,burjuva ulus devletlerin ortaya çıkması süreci üzerinden tarif etseler de, burjuvazinin ezilen sınıf ve halk katmanları üzerindeki egemenlik aracı olan burjuva ulus devletlerinin, soyut bir hale getirmeleri ve «keyfiyet ve zevkle» alakalı tanımlamaları, esas eşitsizliklerin, baskıların, sömürünün temel nedeni olan burjuvazi ve kapitalizmi tüm eleştirilerden muaf tutma yaklaşımı, toplumsal sorunların burjuva-kapitalist sistemle olan bağını koparmakta ve sistemden öte, «keyfi ve zevke» göre kurulmuş devletleri tek sorun olarak görmektedir. Ve dahada önemlisi, «modernite ortak temeli» gerekçesi ile aynılaştırılan, burjuva devlet yapısı ile, proletarya iktidarının tarihsel bir biçimi olan sosyalist devlet aynı kefeye konulmakta, tüm ulusal eşitsizliklerin, ezilen uluslar üzerindeki milli zulmün, ve buna dayanarak milliyetçi-şövenist kapitalist-emperyalist sistemin devlet niteliğini es geçmektedir. Genel bir «ulus devlet» bağlantılandırmasıyla, proletarya iktidarı olan sosyalist devletle, gerici sınıf olan burjuvazinin devletinin bu tanımlama ile aynılaştırılması, ulusal sorunun çözümünde en ileri mevzi olan sosyalist programların red edilmesidir.Bu konuyu yazımızın akışı içinde  yeniden ele alacağız.

Tarihsel Gelişim Sürecinin İnkarına Dayanan Ulus Tanımı Ve « Yeni» Tezler!

«Demokratik Modernite» çizgisinin, tüm politik argümanlarında işlenen ortak «önemli» temalardan biri, ulus tanımına getirilen «yeniliktir». Ulusu “tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil,toprak, iktisadi yaşam birliği ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği(Stalin) olarak tanımlanan anlayışı,  “devlet ulusu” olarak niteleyen “Demokratik Modernite” çizgisi(Öcalan),  bu eksendeki yaklaşımından hareket ederek, ekolojiye, topluma-toplumsal sorunlara, devlet-demokrasi meselesine “yeni” bir boyut getirdiği iddiasıyla teorik tezlerini sıralamaktadır.

“Demokratik ulusta birleştirici güç aynı ulustan olmaya karar veren toplum birey ve gruplarının özgür iradesidir. Ulusu dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış devlet- ulusunu tarif eder ki genelleştirilemez. …Reel sosyalizmin de benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özellikle Stalin’in Sovyet Rusya’sı için geliştirdiği bu tanım, Sovyetlerin çözülmesinin temel nedenlerinden biridir. Kapitalist modernitenin mutlaklaştırdığı bu ulus tanımı aşılmadıkça ulusal sorunların çözümü tam bir çıkmaza girer. Üç yüz yılı aşkın bir zaman süresinde ulusal sorunların halen olanca ağırlığıyla devam etmesi, bu eksik ve mutlak tanımla yakından bağlantılıdır. Katı ulus-devlet sınırlarına mahkûm edilmiş iktidarın en küçük hücrelere kadar sızmış olduğu bu tip ulusal toplumlar milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist ideolojilerle adeta serseme çevrilmişlerdir. Toplumlar için ulus-devlet modeli tam bir baskı ve sömürü tuzağıdır, şebekesidir. Demokratik ulus kavramı bu tanımı tersine çevirir. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine, tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı; çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarca toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Demokratik toplum ancak bu tür tanımla, ulusla gerçekleştirilebilir.” (Öcalan-Demokratik Modernite)

Hemen ifade edelim ki, her tanımlaması, MLM bakış açısı ve toplumsal tarihsel gelişim sürecinin reddidir. Tarihsel olarak oluşmuş ve kapitalizmin şafağıyla toplumsal somut olgu haline gelmiş ulus kategorisini, dil, toprak, iktisadi yaşam birliği ve kültürel ruhi şekillenme gibi, somut özelliklerden kopararak, “ait olma”, “karar verme” gibi, soyut-sosyal karşılığı olmayan “zihin” dünyasından tanımlaması, ulus tanımına “yeni” boyut kazandırma iddiasındaki “demokratik modernite” çizgisinin, tarihsel gelişmeler karşısındaki en büyük çıkmazıdır. Genel anlayışta, popülist bir söylem olarak kullanılan “zihinsel” karar verme, ulus tanımında da, idealizmden çeşitlemeler sunmaktadır. Cevap isteyen soru çok basittir. Tarihsel bir sürecin ürünü olarak, kapitalizmin şafağında yaşanan uluslaşmada, bireylerin hangi ulustan olup olmadıklarına, içinde yaşadıkları, sosyal-coğrafik, demografik koşulların yerine, nasıl “zihinde” bir karar verme anlayışı ikame ediliyor. Yani bir ulusa ait olup olmama, “iradi-öznel” bir seçim olarak açıklanabilir mi?  Ulusun temel öğeleri içinde olan, toprak birliği, iktisadi yaşam birliği gibi maddi-tarihsel süreçte oluşan kriterler es geçilerek, “zihinsel iradi tercih” ve “kültürel tercih” gibi soyut kavramlar üzerinden bir ulusu açıklamak, son tahlilde ulusal sorunun çözümünde, “kültürel özerklik” “demokratik özerklik” gibi burjuva çözümlere dümen kırmanın teorik alt zeminidir. “Toprak ve iktisadi yaşam birliğinin” ulus tanımı için zorunlu birer öğe olarak görülmemesi, “dil” in “ kültür kadar önemli ama zorunlu bir şart değil” biçiminde” tahrif edilmesi ve bütün bu içi boşaltılan “ulus” tanımı ekseninde, “demokratik ulus” teorisi ile farklı insan guruplarının bu “çözüm” projesi altında birleştirilmesi, son tahlilde ulusal sorunun temel çözümü olan kendi kaderini tayin etme hakkı yerine, “demokratik” projelerle, ezen ulus hâkim güçleriyle uzlaşma siyasetidir.

Öncelikle, ulus ve uluslaşma, “ortak dil ve kültür” etrafında toplanan kabile ve aşiretlerin daha gelişmiş evresi değildir. Ulusların kimlikleşmesi, bu gibi yapılar üzerinden, “ahlak” ile ilişkili, “zihinsel” bir tercih olarak açıklanamaz. Öcalan’ı referans alarak, demokratik modernite çizgisinin savunucusu olan H. Karakuş “Kavimler yakın çağla birlikte iki farklı metotla uluslaşmışlardır. İlki toplumsalın öznesi olan ahlaki politik toplumun(yani demokratik komünalite veya demokratik toplum) uluslaşması metodudur. Kendisini ‘demokratik ulus’ olarak adlandırır. Diğeri ise, ahlak ve politik toplumu sömürerek üzerinden rant sağlayan, toplumsal özneliği pozitivist darbelerle nesneleştirmeye uğraşan devlet uluslaşmasıdır” diye yazıyor.  Ona göre, bu “iki farklı” uluslaşma “metodu” ve bu “metot”lara uygun ulus tanımı ve örgütlenmesi, “devlet uluslaşması” ve “ahlaki politik toplum” farklılıklarını şekillendirmiştir.” Tespiti ile demokratik modernite anlayışına veriler arayabilir ama bu yaklaşımın toplumlar tarihinin gelişimi ve uluslaşma sürecine dair bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Teorik sentezlerin bütününde, bir yandan Fransa, Almanya, İngiltere başta olmak üzere,  Avrupa‘da uluslaşma sürecini kapitalist gelişme ve burjuva devrimler dönemi ile ilişkisini kabul ederken, diğer taraftan kapitalist gelişme ile alakası olmayan soyut bir alanda, “ahlak” ve “zihinsel” tercihler akabinde “ahlaki politik toplum”, “devlet uluslaşması” gibi, toplumsal temeli olmayan kavramlara ulusal gerçekliği hapsedeceksin. Britanya ve Hollanda da “kapitalizmin zaferi’nin ve Fransa’da, “jakobenizmin” hedefinin Ulus devlet olduğunu söylerken, tüm bu süreçlerin kapitalist gelişme ile olan tartışmasız bağını reddetmek, ulus ve ulusal sorunun ortaya konuluşunda esas sorun olan kapitalist-burjuva sistemi aklamak değil midir? Eğer ulus kapitalizmin bir ürünü ise ve ulus devlet de kapitalizmin devlet formuysa bundan daha normal ne olabilir. Her iki soruya vereceğimiz yanıt hayır olduğundan, bu durumu normal, olağan karşılamamak gerekir. Burjuvazi, ulusu, dil, kültür ve toprak birliği olan, bir pazar etrafında içsel örgütlenmelere giden ve siyasi otorite çatısı altında, yani devlet çatısı altında ‘gelişen’ topluluklar olarak tanımlamış ve nitekim UKKTH’yi (Ulusların kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) devlet kurma hakkı olarak formülleştirmiştir. Ne yazık ki Marksistler de bu tuzağa düşerek aynı formülasyonu teorileştirmişlerdir.” (Demokratik Modernite yazarlarından -Karakuş) Bu tespitte ana öğe, tarihsel süreçte yaşanmış ulus devletlerin niteliğinden öte, kapitalist gelişim ile uluslaşma süreci arasındaki tarihsel bağı yâdsımadır.

Uluslaşma sürecine ilişkin, kapitalist gelişme ile arasında var olan ilişkiyi yok sayan demokratik modernite çizgisinin yaklaşımından öte, uluslaşmanın kapitalist gelişmenin bir formu olmadığı tezini kabul ederek somut bir soru sormak gerekirse; uluslaşma ve uluslaşma sürecinin erki olan burjuva ulus devletler, kapitalist sürecin bir sonucu değillerse hangi sürecin bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Toplumlar tarihinde yaşanmış olan kabile-köleci-feodal- vb. gibi uluslardan söz etme olanağı olmadığı gibi,  bu toplumsal biçimlerde, ulusun iktisadi-sosyal temeli de bulunmamaktadır. Demek ki kapitalizm süreci ve onun iktisadi-sosyal zemini, ulus olgusunun oluşmasıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Yoksa mesele “zihin” ve “ahlaki-kültürel” tercih meselesi olsaydı, insanlık bu tercihleri farklı toplumsal formlarda da yapabilirdi.

Tarihsel-toplumsal-sosyal-iktisadi gelişmelerin ortaya çıkardığı somut verilerle sonuç açıktır. Kapitalist ilişkiler, feodal toplumun bağrında gelişmeye başlamasına karşın, uluslaşma süreci ancak ki, bu toplumsal sürecin kapitalist topluma evrilmesi ile uluslar gündeme gelmiştir. Burjuva ulusal devletlerde, kapitalist sürecin yarattığı burjuvazinin hâkimiyet organlarıdır. Yani kapitalizmin doğuş şafağı ve yükselişi, tarihsel olarak ulus kategorisinin sahneye çıkışıdır. Bunun tarihsel-toplumsal gelişme ve olgusal gerçekliğini ortaya koyan en temel veri, bu süreçle birlikte ulus devletlerin ortaya çıkışıdır. Bu tarihsel nitel süreç doğru ele alınmazsa, 1789-1871 burjuva demokratik devrimlerini, bu burjuva devrimlerle birçok ulusal burjuva devletlerin ortaya çıkışı açıklamak mümkün değildir. Oysa kapitalist gelişme, uluslaşma ve ulusal burjuva devletler biçiminde sonuç yaratan burjuva devrimleri süreciyle, bu tarihsel süreç, toplumlar tarihinde özel bir yer tutmaktadır. Feodal toplumun rahminde gelişen kapitalizm ve kapitalizmin yarattığı sınıf olan burjuvazi, feodal derebeyliğe karşı, geniş yığınların “eşitlik-özgürlük” taleplerini kullanarak, toplumların ezilen yığınlarını peşinden sürükleyebilmiş ve feodalizme karşı ezilen bu toplumsal dinamiği iktidarlaşma sürecine yedeklemiştir. Bu iktidar organları burjuva-ulus devletlerdir. Bütün bu tarihsel verilere rağmen, “ulus ve kapitalist gelişimin birbirine yakın dönemlerde ortaya çıkması ile kapitalizmin ulus yaratamayacağı” tezi, toplumsal süreci açıklamada yeterli olmadığı gibi, gerçeğin kendisi değildir. Kapitalizm, oluşturduğu iktisadi- toplumsal zeminle, ulusların oluşmasının maddi zemini olmuştur. Kapitalist toplumda, sermayeye-üretim araçlarına- sahip olan burjuvazi, ezilen yığınların taleplerini de kullanarak bu sürece önderlik etmesi, burjuva devletlerin kuruluşunda burjuvazinin belirleyici rol oynamasını sağlamıştır. Ulus öncesi topluluklarda da, aynı dil ve kültür etrafında bir şekillenme vardı. Ama bu, kökenleri aynı olan toplumsal grup-aşiret-kavimler arasında ulusal bir birlik oluşturmuyordu. Çünkü kapitalist olmayan iktisadi-maddi temel, böyle bir ulusal şekillenmeye uygun değildi. Kapitalizmle birlikte, ticaret, kapitalist iç pazar ve kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasına paralel olarak, toplumsal gruplar yoğunlaşan bir şekilde, dil, kültür birliği, iktisadi yaşam birliği kategorileri ekseninde, üzerinde yaşadıkları toprakları “anayurtları” olarak benimseyip, feodal toplumun dar kapalı ekonomisini aşarak, girdikleri iktisadi ilişkiler üzerinden ulus olma bilincine ulaşmışlardır. Tüm toplumlarda uluslaşma sürecinin aynı dönemde gelişmemesi, burjuva-ulus devletlerin farklı topluluklarda farklı zamanlarda oluşması, direkt kapitalist iktisadın gelişimi ile doğrudan orantılıdır.

Kapitalizmin metropolleri olan Avrupa burjuva-ulusal devletlerde, ulusal sorunun çözülüp, tek uluslu devletlerin kurulması ve bu tek uluslu devletlerin bünyesinde ulusal baskının esas anlamda son bulması, (Katalonya, İrlanda, Galler vb. gibi örneklerin varlığını es geçmiyoruz) ama buna karşın, Osmanlı gibi imparatorluklar özgülünde, Doğu Avrupa,  Asya gibi coğrafyalarda, çok uluslu imparatorlukların bünyesinde, birden çok yer alan uluslar açısından bu ayrımcılığın, ulusal baskının uzun sürece yayıldığı, bu imparatorlukların dağılma süreciyle birlikte, içinde gelişmiş baskın olan ulusun, kurulan burjuva ulusal devletlere rengini verdiği, (“TC” örneğinde olduğu gibi) ve milli zulüm, soykırım, asimilasyon politikalarıyla ezilen ulusları baskı altına aldıkları tarihsel bir gerçek. Dört parçada Kürdistan gerçeği buna bir örnektir. Bu farklı gelişim çizgisinin temel nedeni, kapitalizmin gelişim düzeyi ile orantılıdır. Kapitalist gelişmenin düzeyine bağlı olarak, burjuva ulusal devrimler sürecini tamamlayamayan iktisadi yapılar, burjuva ulus devletlerin sömürge ağı sürecini takiben, kapitalizmin emperyalizm süreciyle birlikte daha kapsamlı bir sömürge ilişkisi ağına düşmüşlerdir. Kapitalist-emperyalist aşama ile birlikte, emperyalist devletler, kapitalist iktisadi yapılar özgülünde geri olan iktisadi yapıya sahip coğrafyalarda, giriştikleri ilhaklara paralel olarak, kukla “bağımsız ulusal” devletler kurarak, birçok ulusu bağımlılık altına almışlardır. Ulusal baskı, milli zulüm, ulusal eşitsizlikler, bu emperyalist sürecin ürünü olarak uluslararası boyut kazanmıştır. Emperyalist sürecin sömürge ilişkisi olan ilhak ve işgallerle birlikte süren, ezilen uluslar üzerindeki baskıyı es geçerek, sermaye uluslararası hal almıştır ve  “ulus devlet” süreci tamamlanmıştır tezi, sadece ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkında silahsız bırakan, emperyalist-kapitalist merkezli manipülasyondur. Ve birçok ulusal hareketin bu manipülasyonun baskılanması altında, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkından, yani bağımsız devletlerini kurma hakkından vazgeçmesi, sorunu kapitalist sistemin içinde “demokratik haklarla” sınırlı “çözümlere” dümen kırmaları, doğru ele alınmayan bu sürecin niteliğine dair sentezlerin sonucudur. Sermayenin, özgün tarihsel koşullara ve üzerinde şekillendiği gerici sınıfların niteliğine göre kullandığı egemenlik kurumları ile kendi pazarına sahip olma hedefi,  uluslararası alanda da bunun çatışmalarını sürdürmesi, reel bir olgudur. Kapitalist serbest rekabetçi dönemin, kapitalist gelişmeyle bağı içinde öne çıkan burjuva ulus devletler , ana öğesi meta ihracı ve hammadde kaynaklarını gasp etme olan sömürge ilişkileri,  emperyalist aşama ile birlikte,  sermayenin kendi ulusal pazarlarını aşarak, uluslararası alanda pazar ve hegemonya savaşlarına tutuşması, ezilen bağımlı-sömürge ve işgal altındaki uluslara dair, “ulusal devletlerden” yana değil, bu tür ulusları, sömürgeleştirme, denetimine alma, kendisine bağımlı hale getirme politikası, daha kapsamlı sürdürmelerine vesile olmuştur.. Bu politikanın dayattığı şudur: “Ulus devlet” ler süreci aşılmıştır siyaseti ile ulusların bağımsızlıklarının işgal-sömürge ve ilhaklarla gasp edilmesidir. Şoven-milliyetçi-ırkçı histerilerle, sürdürülen ulusal baskı, milli zulüm içerikli kapitalist-emperyalist siyasetin, pazar sorunu ile olan bağı budur. Sermaye ve onu denetimine alan burjuvazi, daha geniş pazarlara sahip olmak, metasını pazarlayabilmek ve sermayesine özgür hareket sahası açmak, hammadde-zenginlik kaynaklarına sahip olabilmek ve nüfuz sahasını genişletmek için,  köleleştirmek istediği, baskı altına aldığı ya da almak istediği ulus ve ulusal toplulukların, işgalci güçlerin, askeri-iktisadi-bürokratik boyunduruk altına alma saldırılarına karşı, dil-kültür-iktisadi ve tarihsel birliği gibi öğelerde ortak şekillenmeye sahip olan toplulukların (ulusların)  bu işgal ve ilhaklara karşı direnmelerinde, hareket ettirici olan faktör, her şeyden önce kısaca özetini yaptığımız bu faktörler olmuştur. Şayet ulus olgusunda, ortak bir “zihniyet” ve “karar verme” meselesi aranacaksa, bunu “ahlaki tercih-kişisel irade” gibi idealist bir anlayışla açıklama yerine, kapitalist sistem ve onun emperyalist aşama ile süregelen somut niteliği üzerinden analiz edip sentezlemek gerekir.

Kapitalist sistemin “ulus istismarı ve inkârı üzerinden temellendiği” iddiası ile kapitalizm ile ulusların doğuşu arasındaki bağı yadsımak, kapitalizm ve burjuvazinin sınıfsal karakterini doğru kavrayamamaktır. Kapitalist sistemin uluslararası niteliği, azami kar hırsı, pazara hâkim olma isteği, burjuva ulusal devletlerin ulus sınırlarını aşarak, tekeller çağı olan emperyalist yayılmacılık aşamasıyla, gericiliğin dünya pazarlarına hâkimi olma siyasetiyle sürdürülmektedir. Burjuvazi, sınıfsal çıkarı gereği, sermayenin sınırsız hareketi için hiçbir değeri vazgeçilmez olarak görmez. Sömürülen sınıflar, ezilen uluslar üzerinde sömürü düzenleri için uyguladığı baskıda, “ulusal çıkarlar- dini duygular” gibi “değerleri” istismar ederek, gerici sınıfsal amaçlarını uygulamaya çalışır. Burjuvazinin, sermayesinin çıkarı için sürdürdüğü bu politikadan hareketle,  burjuvazi ve burjuvazinin hâkim unsuru olduğu burjuva- ulusal devletle, kapitalist süreç arasındaki tarihsel bağ yadsınamaz. Bütün bunlar bu tarihsel sürecin ortaya çıkardığı olgulardır. Kapitalizmin şafağı ulusların doğuşudur. Bu sürece önderlik eden burjuva sınıf, burjuva ulusal devletlerin mimarıdır.  Ve bu devletin hâkim unsuru olarak burjuvazi, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin üzerindeki baskı ve sömürünün temsilcisi olduğu gibi, ezen ulusun burjuvazisi bağlamında, tüm ulusal eşitsizliklerin, ulusal baskıların, soykırım ve asimilasyonun da temsilcisidir. Burjuvazinin ulusal baskı politikası, sermayenin özgün tarihsel ihtiyaçlarına göre, her tarihsel kesitte farklılık arz edebilir. Kürdistan buna en açık örnektir. Büyük emperyalist güçlerin paylaşım savaşlarının bir sonucu olarak dört parçaya ayrılan ve bölgesel gerici devletler arasında pay edilen Kürdistan, tarihsel süreç içinde, gelişen Kürt Ulusal Hareketlerinin ortaya çıkardığı dinamik role paralel olarak, emperyalist sermayenin bölgesel çıkarları, sürdürülemez olan statükolar gerçeği, emperyalist güçlerin Kürt ulusal gerçekliğine politik yaklaşımlarını değiştirmiş, keza, emperyalist güçlerle stratejik müttefikleri olan bölgesel devletlerle aralarında çatışma sebebi olabilmiştir. Bugün, “TC”, ABD, Rusya, İran, Irak, Suriye gibi güçler arasında, Kürt ulusu nazarında süren kirli pazarlıklar ve çatışmalar açıktır. Bu politik farklılaşma da, değişen emperyalistlerin zihniyeti mi?  Yoksa tarihsel olarak burjuvazi “merhamete mi?” geldi. Ulus, ulusal sorun ve çözüm arayışını “zihniyette” arayanlar , bu somut duruma “evet” diyebilirler mi?.. Tabi ki değil.

Ulusların ortaya çıkışı, sömürgeler sorunu, ulusal sorun ve bütün bunların emperyalist-kapitalist aşama ile aldığı biçim, “emperyalizm ve proleter devrimler çağında” ulusal sorunun çözümü ve bunun sosyal (sosyalist) devrimlerle olan direk bağı, kuşkusuz derin bir analiz gerektirir ve bu başlı başına bir yazı konusudur. Demokratik Modernite çizgisinin, ulus tanımı, ulusların ortaya çıkışı ve kapitalizmle olan bağını görmezden gelen ya da muğlâklaştıran yaklaşımlarına karşı cevap olurken, bu boyuta başlıklar halinde vurgu yaptık sadece. Somut olarak anlaşılması gereken açıktır. Ulusların oluşumunun tarihsel sürecini doğru ele almayan, üretim ilişkileri ve üretici güçlerin gelişim aşamalarından bağımsız, insanlığın kapitalizm öncesi toplumsal formlarda bazı ortak yaşama zorunluluklarının, yan yana getirdiği, kabilesel-aşiretsel-klansal topluluklara kadar ulus tanımını götüren ve “zihniyet-ahlaki- kültürel” tercih olarak tanımlayan anlayışlara karşın, toplumsal gelişim- tarihsel realite gerçeğin hükmünü ortaya koymaktadır. Esas olarak bunu açıklamaya çalıştık.

Burjuva Devlete Entegrasyon mu? “Devletsiz Toplum” Projesi mi?”

“Demokratik Modernite” çizgisi, sosyalist bir devlet ile burjuva- ulusal devlet arasındaki kalın çizgileri görmeden -ya da bilinçli olarak bu ilkesel farkı yadsıyarak-, “her türlü devlet” genel yaklaşımı ile burjuva ve onun türevi olan gerici devlet işlevinden hareketle, “devletsiz toplum projesini” öne sürmekte, emperyalist-kapitalist sistem ve onun egemenlik aracı olan burjuva devlet hâkimiyeti koşullarında, bunu ulusal sorunun “çözümü” için olanaklı görmektedir. Bu anlayış, temel olarak iki boyutu ile yanlıştır. Öncelikle, Proleter devlet ile Burjuva-ve onun türevi gerici sınıfların- devleti arasında cepheden karşıt farklar vardır. Komünizme yürüyüşte, toplumsal bir ara aşama olan sosyalizm sürecinde, politik iktidarı burjuvaziden devrimci zor ile alan proletaryanın iktidar biçimi olarak sosyalist devlet, her şeyden önce sınıfsız bir topluma yürüyüş yolunda kendisinin sönümlemesi bağlamında, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti, doğrudan sosyalist demokrasi ile yığınların yönetimde söz ve karar sahibi olması, tüm uluslara tam hak eşitliği ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi, bir ulusun başka bir ulus üzerinde imtiyazlara sahip olmaması, eski toplumdan kalan ve sosyalist toplum sürecinin ortaya çıkardığı imtiyazlı sınıflara karşı politik devrimler çizgisi ile sınıfsız toplum hedefine göre yürüyüş güzergâhı, emeğin yoğunluğu ve özgürlüğü vb. temel ilkeleriyle, burjuva devletten ayrı bir aygıttır. Evet, sosyalist devlet de bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenlik aracıdır. Ama Sosyalist devlet, tarihsel olarak insanlığı sınıfsız ve sömürüsüz dünyaya götürecek proletaryanın dünya görüşü olan Marksist-Leninist- Maoist ideolojik-teorik-siyasal kuramın, bir avuç burjuvazi ve onun yedeğindeki gerici sınıflara karşı, sömürülen sınıfları, ezilen ulus ve inanç guruplarını, baskı altına alınan geniş halk yığınlarını temsil eden bir egemenlik aracıdır. Sosyalist devlet, proletarya ve ezilenlerin sürekli iktidar organı değil, sömürüsüz ve sınıfsız bir topluma ulaşma bağlamında, proletaryanın kendi iktidarını yıkma perspektifiyle ele alınan bir organdır. Bu anlamıyla, burjuva devlet ile sosyalist devleti aynılaştırmak, bu aynılaştırma ekseninde, her türlü devlet-iktidarının, tüm kötülüklerin esas sebebi olarak göstermek, bilimsel ve toplumsal karşılığı olan bir tutum değildir. İkinci olarak, “devletsiz toplum projesini”, sınıflı toplumların günümüzdeki biçimi olan, kapitalist-emperyalist koşullarda ve burjuva devlet egemenliği sürecinde uygulanabilir olduğunu söylemek, sınıflı toplum koşullarını ve egemenlik aracının niteliğini görmezden gelmektir. Son dönemlerde Kürt siyasal hareketi ve Kürt politikacılar tarafından çok popüler bir söylemle gündeme getirilen, “bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” beyanı,  başka bir toplumsal koşulda ( mesela sömürü ve baskıdan, sınıfların varlığından arınmış bir toplumsal koşul) ifade edilen bir beyan değildir. Emperyalist- kapitalist sistemin uluslararası alanda barbarlıkta sınır tanımadığı, bunun bir parçası olarak, “TC” egemenler sisteminin, Kürt ulusunun varlığını, en temel ulusal demokratik haklarını, katliam, şiddet, milli zulüm politikalarıyla, inkâr, imha ve işgale dayalı askeri-siyasal araçlarla sürdürdüğü sürecin içinde ifade edilen bir beyandır.

Sınıflı toplum gerçeği, bunun günümüz biçimi olarak emperyalist-kapitalist sistem, bu sistemin bir parçası olarak burjuva ve türevi gericiliklerin egemenlik aracı olan devletin, işçi ve emekçilere karşı sermayenin sömürü-baskı aygıtı olarak çalışmasını, bir anlık, ulusal bir hareketin tercihleri açısından sorun olarak görmesek dahi, bir ulusun “devletli olmayan” kendi demokratik haklarını, bugünün koşullarında gerçekleştirmesinin önünde tek engel olan, burjuva devleti “sorun olarak” görmeden “devletsiz toplum projesini” ortaya atmak, özünde bir ulusu tüm değerleriyle silahsız bırakıp, burjuva hâkim erk biçimine esir etmektir. İşgal-sömürge- ilhak ve milli zulmün uygulayıcısı olarak, tepeden tırnağa inkâr ve imha siyaseti ile donanmış, “TC” egemenler sisteminin devleti karşısında,  bir ulusun Kendi Kaderinin Tayin Etmesinin en doğal ve başat hakkı olan “devleti amaçlamadan” ama burjuva devlete demokratik haklarını dayatan, bunu ezilen ulus olan Kürtlerin, yerleşim alanlarında, üretim birimlerinde, yerel yönetimlerde, ulusal sorunlarını tartışarak kararlaştırmalarını ve çözeceklerini varsayan bir model, somut olarak azgın saldırılar gerçekleştiren “TC” devleti yerli yerinde durması karşısında, sadece sivil “itaatsizliği” içerir.  Bununda sınırları bellidir. Yerel yönetimler, devrimci-demokratik kurumlar, düşünen-sorgulayan akademisyenler başta olmak üzere, toplumun tüm dinamiklerine gerçekleştirilen azgın saldırılar akabinde gerçekleştirilen tutuklamalar, kayyum atamaları, sınırsız baskı ve şiddet ortamında, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri, ezilen ulus ve inançlar üzerinde baskı aygıtı olan, tüm gerici burjuva kurumların bileşkesi olan, burjuva devlet egemenliğine karşı köklü bir itiraz olmamaktadır.

Somut veriler açıktır ve sorun doğru ortaya konulmak durumundadır. Emperyalist-kapitalist sistem koşullarında ve burjuva devletlerin hâkimiyet alanlarında, sömürülen-ezilen sınıf ve halk katmanlarının, milli zulüm altındaki ulus ve azınlıkların, inanç kesimlerinin, herhangi bir yerleşim sahasında, “komünal ekonomik birlikler federasyonu” ismi üzerinden tanımlanan bir komün yaşamı kurmasının olanakları yoktur. Ulusal veya sosyal mücadelenin seyri içinde, burjuvaziden bazı demokratik haklar koparmak, mücadelenin doğasında vardır. Yine bazı dönemler, bu mücadele seyri içinde bazı reformlar talep edilebilinir. Ama gündeme getirilen bundan öte bir politikadır. Demokratik Modernite çizgisi, bir çözüm yolu ve biçimi olarak, bu politikayı dile getirmektedir. Ulus tanımına getirilen “yeni boyut” ile ulusal sorunun kapitalizm koşullarındaki çözümünün tek yolu olarak, ezilen ulusların, tüm ulusal haklarının garanti altına alınması, burjuva devlet egemenliği kırılmadan, (“TC” açısından üniter devletin etki ve hâkimiyeti kırılmadan)  ileri sürülen “komünal toplum modeli’dir. Bu projenin içinde, kapitalist sömürüye, ekolojik talana, azami kar hırsı ile toplumsal yıkım faaliyetlerine karşı bir tutumun olması, sonuç bağlamında belirleyici değildir. Kapitalist-emperyalist sistem ve onun yarattığı tüm toplumsal-sosyal-ekolojik sorunlara karşı durmak, aynı zamanda O’nun egemenlik aracı olan iktidar biçimlerine karşı durmaktır. Burjuvazinin egemenlik aracı olan gerici burjuva iktidarlara dokunmadan, “demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisi’ni, bir devrim stratejisi olarak sunmak ve bunu “devletsiz ulus” projesi ile bütünleştirmek, tarihin ve sınıflar mücadelesinin somut gerçekliğini inkâr etmektir.

Şöyle bir tasavvur ileri sürülebilir: Burjuva devlet içinde ulusal kimliğini eritmeden ama burjuva devletin ezilen ulus üzerindeki baskı- milli zulüm aygıtlarını yıkmadan, “devlet dışında” bir “demokratik ulus” olarak kalınabilir. Bu ancak ki toplumsal gerçeklikten uzak bir “zihin” jimnastiği olabilir. Bir kez daha vurgulayalım. Burjuva devlet, sömürücü sınıfın sömürülen sınıflar üzerindeki baskı aygıtıdır. Ezilen uluslara karşı sürdürülen sömürge-ilhak-işgal saldırılarında da burjuva devletin işlevi aynıdır. Türk komprador-tekelci sermayenin devlet modeli anlamında, başından sonuna faşizm ile tahkim edilmiş bir devlet gerçekliği, diğer ezilen ulus ve azınlıklara uyguladığı gibi, Kürt ulusuna karşı kuruluşundan bu yana, ırkçı-şoven baskı ve asimilasyon politikalarıyla giriştiği soykırım-katliamlar, daha da önemlisi, tüm ezilenleri baskı altına alma işlevi ile askeri, sosyal ve politik olarak kanlı bir tarih hafızası ile yüklü iken, “devletsizlik” savunusu, bu gerçekliğe göz yummaktan öte bir anlam ifade etmez. Bu anlamı ile paragrafın başında ifade ettiğimiz tasavvurun, zorunlu gideceği iki sonuç vardır. Ya gerici burjuva devlet içinde, tüm ulusal değerlerinle erimeye mahkûm olacaksın, ya da ulusal haklarını tercih ettiğin biçime uygun burjuva devletin tüm hâkimiyet aygıtlarıyla, devrimci savaş ekseninde hesaplaşacaksın.

Tüm ulusal eşitsizliklerin, işgal ve ilhakların, sömürgelerin kaynağı olan kapitalizm ve onun egemenlik aracı olan burjuva devlet koşullarında, ancak tam hak eşitliğini garanti eden, tüm ulusal eşitsizlikleri ortadan kaldıran tutarlı bir çizgi, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkını mümkün kılabilir. Ezilen ulusun kendi iradesi ile tercihi bağlamında,  ayrı devletini kurar ya da, federasyon-özerklik biçimleri altında, aynı devlet çatısı altında, başka ulus ve topluluklarla birlikte yaşamaya karar verebilir. “Demokratik- ulusal özerklik” ya da başka bir biçimde, hangi biçimi tercih edeceği ve uygulayacağı, dolaysız olarak o ulusun vereceği karardır. Sorun, bu gibi “çözümlerin” baskı ile bir ulusa dayatılmamasıdır. Kürt ulusu açısında da, idari model olarak “bölgesel-demokratik özerkliğe” karar verebilir. Komünistler, bunu doğru bulmasalar da, bu tercihi eleştirseler de, bir ulusun demokratik haklarını bu yolla kullanmasına karşı durmazlar. Ama demokratik modernite çizgisinin bu yaklaşımlarından çıkardıkları sonuçlar, komünistler açısından iki ana noktadan eleştiri konusudur.

Birincisi, “demokratik-ulusal-kültürel veya bölgesel özerklik”, “devletsiz toplum projesi”, “demokratik konfederalizm” gibi politikalarla ortaya atılan tüm bu “çözümler” burjuva çözümlerdir. Tarihte yaşanan birçok ulusal hareketlerin dümen kırdığı bu burjuva çözümleri, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, proletaryanın ekim atılımı ile birçok toplumsal sorunda olduğu gibi, ulusal sorunda ortaya çıkardığı tarihsel çözümleri aşma iddiası ile ortaya atmak, başlı başına bir tarih inkârıdır. Proletaryanın dünya görüşü Marksizm-Leninizm’in, ekim devrimi ile ulusal sorunun çözümü konusunda göndere çektiği bayrak, çağımızın niteliğinden hareketle, en ileri bayraktır. Komünistlerin ulusal sorunun çözümünde, mutlak “ulusal devlet” diye bir çözümleri yoktur. Bunun bir burjuva çözüm olduğunu bilir ve Sovyet tipi örgütlenme ile tüm uluslar arasında tam hak eşitliği ve her türlü ulusal imtiyazların keskin bir biçimde reddini savunur. Ve ulusal sorunun çözümünü, proleter devrimin bir parçası olarak, sosyalist programında ele alır. Doğrudan sosyalist demokrasi ile yaygın bir yerel yönetim ağı, tüm ulus, azınlık, toplumsal grup ve inançlara tam hak eşitliği temelinde, Sovyet yönetimi….ve bunu gerçekleştirmeyi, kapitalist sistem ve onun egemenlik aracı olan burjuva devlet koşullarında mümkün görmediğinden, bir zat burjuva devletin parçalanıp, sosyalist devlet koşullarında ancak ki bunun olanaklı olduğunu bilir. Sosyalist devrim ve programın bu ileri tezlerini görmezden gelerek, burjuva “çözümleri”, “tarihi aşma” iddiasıyla gündeme getirmek, demokratik modernite çizgisinin tarihsel gerçekleri, insanlığın ileriyi temsil eden değerleri bağlamında inkâr çizgisidir.

İkinci olarak, ”devletsiz, komünal-ekolojik-ahlaki politik” toplum projesinin (bu tanımlamadaki paradoks ayrı bir eleştiri konusudur) yönetimi dolaysız halka yayacak bir proje olarak, sınıfsal sorunlar dâhil ulusal ve diğer toplumsal sorunlara bir çözüm olabilir mi? Emperyalist kapitalist koşullar ve onun egemenlik kurumları altında bu nasıl olanaklı olabilir? Ki bu yaklaşımlarla mesele ulusal sorunun “çözümünü” aşarak, sosyal sorunların “çözümü” misyonu ile ele alınmaktadır. Bu niteliğe uygun olup olmamasının sorusu açıktır. “devletsiz, komünal, ekolojik-ahlaki politik toplum” projesi, sınıflar ve sömürü meselesini nasıl çözmektedir. “Komün” iddiasıyla, sömürü ve sınıflar olmayacaksa, bunun için öncelikle, sömürünün ve sınıflı toplumların günümüz biçimi olan kapitalizmi tasfiye etmekle sınırlı kalmayıp, üretim araçlarının kolektif mülkiyeti temelinde, sosyalist aşamada var olan tüm devrim sorunlarını, komün örgütlenmesi ve kitlelere dayanan politik devrimler çizgisi ile geliştirip, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan komünizme ulaşmak gerekir. Teorik tezlerinde, bırakalım bu iddiaya, demokratik modernite çizgisi, sınıf ilişkilerine, sınıf mücadelesine bile değinmeden, kapitalizm koşullarında hangi “komünlerle” bunu gerçekleştirecektir. Belirsiz bir “ahlaki toplum “ projesi ile “zihinsel” ve “ahlaki” yargılar üzerinden ortaya atılan “komün” fikri ile ulusal sorun dâhil, bir çok toplumsal-sosyal sorunu çözmeye kalkışmak, sadece burjuva sistem içi “çözümlerin” arka planını oluşturan siyasetin teorik kuramları olabilir.

Çünkü demokratik modernite çizgisinin, Marksizm’e eleştirileri dâhil, ulus tanımı ve ulusal sorunun çözümüne dair ortaya koyduğu fikirler, içindeki yığınlarca paradoksun yanında, “kapitalizm sonrası ve burjuva gerici iktidarların olmayacağı” bir toplumsal aşamayı görerek ortaya konulmuş fikirler değildir. Emperyalist-kapitalist sistem ve onun burjuva iktidarları koşullarında ve bu gerici iktidarların hâkimiyetinde, ulusal sorun dâhil, ekolojik ve sosyal sorunları “çözme” olanağının olduğunu topluma salık vererek, bazı iddialar formülleştirmektedir. Bunu Marksist teorik kurama, Marksizm’in politik devrimler çizgisine, sosyalist devrim ve sosyalist programlara karşı içeriklendirmesi ve tüm toplumsal formlara alternatif olarak en ileri düzeymiş gibi sunması, bir iddiadır, ama sınıflı toplumlar gerçeğini inkâr eden bir iddiadır. Burjuvazi, sermayesinin dizginsiz hareketi için, öncelikle burjuva ulus devleti kullanarak, işçi sınıfı ve sömürülen halklara, ezilen uluslara karşı saldırılar gerçekleştirdiği, şoven milliyetçi ideolojisi ile halkları ve mazlum ulusları katliam-soykırımlarla baskı altına aldığı, pazar rekabeti için giriştiği rekabette, avantajlı hale gelmek için işgal-sömürge ve ilhakları gerçekleştirdiği, “ulusal çıkarlar” adı altında savaşlar çıkardığı, toplumsal-tarihsel bir gerçektir. Ezilen ulusların kurtuluşu dâhil, işçi sınıfı ve tüm sömürülen halkların yegâne kurtuluşu, köklü olarak emperyalist-kapitalist sistem ve onun burjuva devlet egemenliği ile devrimci savaşla köklü olarak hesaplaşmadır. Başka bir dünyanın mümkün olduğu siyasetinin somut toplumsal karşılığı, sosyalist devrim ve sosyalist programdır. Bunu aşma iddiası ile ortaya atılan burjuva “çözümler”, tüm ezilenlerin kaderini kapitalist dünyanın sömürü-işgal ve ilhak cenderesine hapsetmektir. Gazetemiz sayfalarında defalarca ifade ettiğimiz gibi, tarihsel gelişmeler ve ortaya çıkan fırsatlar, birleşik Kürdistan trendini öngörmektedir. Bu tarihsel gelişmeyi görerek, Birleşik Sosyalist Kürdistan perspektifi, tüm ezilenlerin kurtuluş mücadelesinde, yeni bir mevzi olacaktır.

Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü dergisi 18.sayısında yayınlanmıştır



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Makale Haberler