Sosyalizmde yaşanan geriye dönüşler ve sosyalizm maskesiyle, bürokratik kapitalist yolcu rejimlerin (Sovyetler birliği ve Doğu Avrupa) çöküşleri gerilerde kalsa da, bu toplumsal sürecin birçok siyasal oluşumda derin izler bıraktığı dönem devam etmektedir. Gerek dünya çapında ve gerekse de, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve ulusal hareketinde, bu toplumsal sürecin ardından, birçok felsefi- teorik karmaşa, ideolojik bulanıklık yaşandığı tartışmasızdır. Sosyalizmde yaşanan geriye dönüşleri, sınıf mücadelesinin bir süreci olduğu gerçeğini kavrayamayan birçok siyasal akım, mutlaklaştırılmış ve tarihin sonu olarak ilan edilmiş kapitalizmi “ehlileştirme- demokratikleştirme” kulvarına kulaç atarken, yaşanan tarihsel koşullarda, sosyalizm maskesi ile emperyalist-kapitalist dünyanın bir parçası haline gelmiş Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa rejimlerini, yanılmaz otorite olarak gören birçok siyasal akım, gerçeklerin su yüzüne çıkmasıyla siyasal-ideolojik-teorik yörüngelerini kaybetmiş durumdadır. Ve yine, sosyalizm adına bürokratik, parti-devlet iktidarlarının gerici pratikleri üzerinden, sosyalizm dışında “alternatif toplumsal kurtuluş” projeleri üreten anlayış ve çizgiler, tarihsel kökleri ile birleşerek yeniden gündemleşmiş durumdadır. Sosyalizmde yaşanan geriye dönüşleri ve özellikle reel sosyalizmin tarihsel çizgisel hataları üzerinden, “sınıflar mücadelesinin sonu”, “kapitalizmin mutlak hâkimiyeti” gibi anlayışlar yeni sürecin politik argümanları olarak gündeme gelirken, bunu başka bir zeminden besleyen, “sosyalizmi-Marksizmi aşma” “yeni alternatif paradigmalar” anlayışı, politik süreçte gündeme gelen başka çizgilerdir. Marksist-Leninist-Maoist politik devrimler çizgisi ve iktisadi-felsefi kuramların aksine, emperyalist-kapitalist dünyaya entegre olma ekseninde “muhalefet” yapan revizyonist-reformist anlayışların varlığı, sadece bugünün sorunu değil, proletaryanın sınıf bilinciyle, örgütlü güç halinde siyasal iktidar mücadelesi verdiği, sınıflar mücadelesinin tarihsel sürecine dayanır. Ve her tarihsel koşulda, Marksizm, bu gibi anlayış ve çizgilerle arasındaki kalın çizgileri koruyarak, bu anlayışlarla keskin mücadele yürüterek, tarihsel gelişimine ve sınıflar mücadelesine yön vermiştir. Bu anlamıyla, bugün, özellikle reel sosyalizmin deneyimleri üzerinden, Sosyalizm ve komünizme, bu dünya görüşünün tüm toplumsal sorunlara dair ortaya çıkardığı çözüm projelerine karşı, “yeni alternatif projeler” ortaya koyan anlayışlarla, keskin bir ideolojik hesaplaşma yapmak, MLM’ler açısından elzemdir. Devrimci-komünist hareketin safları dâhil, proletaryanın politik devriminin toplumsal dinamiklerinin saflarında, kafa karışıklığının, teorik kifayetsizliğin, ideolojik bunalımların, örgütsel-politik zafiyetlerin var olması ve güçlenmesinden öte bir toplumsal rol oynamayan bu gibi anlayışlarla, ideolojik hesaplaşma ötelenemez bir görevdir ve komünist hareket bu görevin merkezi konumundadır. Sınıf mücadelesinin her tarihsel kesitinde, Marksizm dışı bu tür anlayış ve çizgilerle mücadele edip, MLM ‘nin ideolojik-teorik-felsefi mevzilerini savunmak büyük önem taşımaktadır. Bu mücadelenin, kendiliğindenci-ekonomist ve popülist hareketlerin aksine, bizzat sınıf mücadelesinden yalıtık olmayan bir zeminde sürdürülmesi ve teorik kuramların sınıf mücadelesinde proletarya ve ezilenlerin yolunu aydınlatan politik bir öğe haline getirilmesi, MLM’nin ideolojik-teorik mevzilerini savunmanın ana yöntemidir. Emperyalist-kapitalist dünyanın yarattığı kuşatmanın ortamından beslenerek, “muhalefet” sınırlarını son tahlilde, emperyalist-kapitalist sistemin sınırlarına hapsedilmiş “demokrasi” arayışları ile deklere eden ama bunu “alternatif” olarak ortaya koyan her türlü anlayışlarla mücadele, yine sınıflar mücadelesinin canlı pratiğidir.
Bu genel doğru perspektifinde, Marksizm dışı çizgilerin, Marksist teorik kurama eleştiri adı altıda gündeme getirdiği toplumsal gelişim ve toplumlar tarihinin ana öğesi olan sınıflar mücadelesi gerçekliğine aykırı birçok başlık sıralamak mümkündür. Kuşkusuz, İdeolojik-politik ve teorik olarak her başlık bir eleştiri konusudur. Ama yazı konumuz bağlamında “demokratik uygarlık -ulus” ve demokrasi anlayışının, Marksizm’e -ulusal soruna bakış açısı ve eleştirilerini, proletaryanın sınıf bilinci ekseninde ele almaya çalışacağız.
“Demokratik Modernite”, Ve Marksizm’e Yaklaşımı Üzerine!
Genel anlamda ulusal soruna ve özel olarak Kürt uluslaşması ve Kürt ulusal sorununun çözümü konusunda “yeni bir ulus ve devlet teorisi” iddiasını, tarihsel ve toplumsal olarak insanlık tarihinin -sınıflar mücadelesi tarihi- ortaya çıkardığı tüm sorunlara dair belirli ideolojik-teorik yaklaşımlar getiren ve bu yaklaşımlarını Marksizmin “yetersizliklerini aşma üzerinden ifadelendiren bir çizgi olarak, bugün “demokratik modernite” teorisini, unsuru olduğu ideolojik çizgi yönünden daha kapsamlı bir şekilde gündeme getirmiştir.
Her şeyden önce, “demokratik modernite” paradigması, ideolojik dokusuna göre birçok konuda “yeni teoriler” detaylandırmaya çalışırken, insanlığın tarihsel ve toplumsal serüvenini, gelişim süreçlerini, bu gelişimi belirleyen sınıflar çatışmasını ve sınıfların varlığının iktisadi zemini olan toplumsal sistemleri, koşulları dışında anlatıp tanımlıyor ve “zihinsel” kurgulamayı, maddi-toplumsal gerçeklerin yerine, kendi öznelciliği ile ele alıyor. Bu bakış açısı öyle üstünden es geçilecek bir bakış açısı değil, tamda diyalektik-tarihsel materyalizm ile idealizm arasındaki kalın çizgiyi ifade etmektedir. Lakin bu idealist irdeleme ve teorik-politik sentezlere ulaşma yöntemi, insan ve toplumsal yaşamının tarihsel gelişim seyrini bilim ve aklın doğru kullanımı ile irdeleyen materyalist diyalektiğe, insanlığın toplumsal kurtuluşunun, insanın kendi öz değerleriyle özgürleşmesinin, sömürünün-sınıfların ve sınıf farklılıklarına dayalı her türlü toplumsal kurumsallaşmanın ortadan kaldırılması için, ideolojik-teorik-politik kuram olan Marksist devrimci- Sosyalizm ve onun önderliğindeki politik devrimler çizgisine karşı bir tutum almaktadır. Mevcut gerici sistemlerle hesaplaşmada, ayağını sağlam bir şekilde, Marksizm-Leninizm-Maoizmin evrensel bilimsel kuramları üzerine basma yerine, “Marksizmi” aşma iddiasıyla, “yeni” paradigmalar oluşturmakta, ara “çözümlerle” politik sürecini örgütlemektedir. Yani teorik olarak Marksizm’den uzaklaşma, politikaya da aynı düzlemde yansıyor.
Marksizm’in “Yetersizliklerini Aşmak mı?”, Marksizmi Ehlileştirmek mi?
Kürt Ulusunu ve Kürt Ulusunun özgürleşme mücadelesini, “demokratik modernite” paradigmasına uygun bir ideolojik hata ve bu ideolojik hattın politikasına göre ele alan Kürt Ulusal hareketi ve önderliği Öcalan, hatırlanacağı gibi, bu paradigmasını, Marksizm-Leninizm eleştirisi üzerinden ifade etmişti. Öcalan’ın “Demokratik Modernite” kitabı referans alınarak, Özgür Halk ve Demokratik Modernite çevresi yazarları, reel Kürt Ulusal Hareketi politikasında pratik karşılığını bulan bu çizgi konusunda yığınlarca açılımlar- değerlendirmeler yaparak, bu “yeni” paradigmayı işlemişlerdir. Tüm bu açılımlarda ilk öğe, “Kuramsal Marksizmin tıkanıklıkları ve çözüm arayışları (bu aynı zamanda Demokratik Modernite dergisinde çıkan bir yazının başlığıdır) dır. Gündemleşen iddialar, sınıf mücadelesi tarihinden ve Marksizm’in abc’sinden bihaber yaklaşımlardır. Çünkü Marksizm ve onun toplumsal gelişim evrelerinin nitel aşamaları olan Leninizm ve Maoizm konusunda, ideolojik tercihleri dışında bihaber olmayan bir anlayış, Marksist paradigmanın “devletçi”, “pozitivist”, “aydınlanmacı”, “ilerlemeci” ve “indirgemeci” olduğu, bundan dolayı “kapitalist moderniteye” soldan destek sunduğu iddiasını gündeme getirmez. Kürt Ulusal Hareketi önderliği Öcalan’ın “açtığı yeni ufkun”, yani, “demokratik uygarlık paradigmasının” Ulus-toplum-sınıf tanımı konusunda yeni bir çığır, devletçi uygarlıklardan “demokratik uygarlığa” geçişin manifestosu olduğu tartışmasını bütün bunlardan ayrı tutarak, bir tarihsel hakikat bağlamında Marksizm’e böyle bir eleştiri getirmek, toplumlar tarihini, proletaryanın politik devrimler çizgisini, sosyalizm ve son tahlilde ulaşılacak komünist dünya ilerleyişini ters yüz ve inkâr etmektir.
“Kapitalizmin Döl Yatağı: Ziggurat” başlıklı makalede, Öcalan, bunu daha açık ilan ederek, “demokratik modernite” paradigmasının teorik ve ideolojik çerçevesini tayin etmektedir. Öcalan, “çok zıddı geçinse de, Marksist-Leninist geleneğin, kapitalizme azımsanmayacak düzeyde materyal sunduğu ve anlam hediye ettiğini, “modernitenin” sınırlarını aşamadığını, kapitalizmin “Sümerlerden beri varlığına rastlanan bir birikim tarzı” olduğunu göremediğini, “kapitalist modernite’nin diğer iki temel ayağından biri olan “endüstriyalizmin övüldüğünü”, diğerini, yani “ulus-devleti yeğleyerek” “ulusal ve sosyal-şovenizme kapı aralandığını” iddia etmektedir. Devamında Öcalan Marks’a eleştirisini, “ekonomik altyapıyı, tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmenin, sosyalizmin başarılı olamayışının nedenlerinin başında geldiği ve bundan dolayı kapitalist sistemin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamadığını, bu “ekonomik indirgemeciliğin “ “eski uygarlık zihniyetinin devamı” anlamına geldiğini tezleriyle sürdürmektedir. Yani Öcalan’a göre, sosyalizmin başarılı olmamasının nedenleri Marks’tadır. Kapitalist iktisadi ilişkileri tanımlamadaki karmaşalık ve klasik kapitalist uygarlık çizgisini devam ettirme, Sosyalizmde geriye dönüşlerin temel sebebi olarak izah edilmektedir.
Aynı çizgideki eleştiriyi, felsefe-yöntem konusunda da ifade eden Öcalan, Marksizm’in “pozitivizmin en kaba materyalist biçimini bilimsellik olarak kabul ettiğini, kaba bir Darwincilikten öteye gidemediğini ve katı bir determinizme kapıyı açık bıraktığını ve bunun kapitalizme en büyük katkısı olduğu” tespitinin ardından, ideolojik-çizgisel yol haritasını “Marks’ın görüşlerinden esinlenen muazzam boyutlardaki toplumsal değişim hareketlerinin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Bu anlamda aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.” İdeolojik çizgi ve tercihini deklere etmektedir.
“Demokratik Modernite” kavramı ile Marksistlerin “aptal müritliğinden”, “kapitalizmin ufkunu aşamamış” Marksizm değerlendirmesine, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf ilişkisi ve kapitalizmin sömürü çarkını ikincil gören ve devlet iktidarını merkez alan kapitalizm ve özel mülkiyet dünyası yorumundan, kapitalist-emperyalist süreçte sınıf ve sınıf çatışmasının devam ettiği toplumsal koşullarda, kapitalizmin aşıldığı iddiasına kadar, ifade edilen tüm değerlendirme ve yorumlar, bu görüşlerin sınıf mücadelesi tarihi açısından yeni olmasından kaynaklı değil, ama süreç özgünlüğü ve Kürt Ulusal Hareketinde reel olarak pratik bulmasından kaynaklı, eleştirilmeye değer konulardır.
Bu ve benzer fikirler ekseninde, proletaryanın dünya görüşü ve insanlığı özgürleştirmenin teorik-ideolojik-politik eylem kılavuzu olan Marksist-Leninist – Maoist çizgiye yönelen eleştirilerin kökeni, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihine dayanmaktadır. Bu bağlamı ile her tarihsel dönemde farklı kavramlarla formüle edilse de, içerik olarak yeni değillerdir. Ve “demokratik modernite” paradigmasının, Marksizm’e eleştiriyi temel alan teorik-ideolojik tezleri, somut olarak 1980’li yıllarda yoğunlaşan ve tarihsel olarak kendi köklerinden feyiz alan fikirlere dayanmaktadır. Bu eleştiri cephesi, kendi içinde birçok farklılık gösteren, Keynesçi, varoluşçu, post-pozitivist, post-modernist, anarşist- otonomcu- demokratik-kültürel özyönetimci, liberal burjuva, vb. gibi tanımlanacak kesimlerden oluşmaktadır. Ve bu karmaşık kesimlerin fikir harmanlamasından oluşturulan çizgi, dikkat çekici bir şekilde Kürt Ulusal Hareketinin içinde dolaysız bir şekilde var olması, önemli bir husustur. Anlatmak istediğimizi, somutlamak için birkaç örnek yerinde olacaktır. “Demokratik modernite” çizgisi, Kapitalizme ilişkin tahlillerine, öz olarak kapitalizmi, “ekonomi değil iktidar” olarak gören Fernand Braudel’i referans yapmaktadır. Anarşist- post-yapısalcı Foucault, Deleuze, Negri gibi düşünürleri, devlet tezleri ve Marksizm eleştirilerinde dayanak olarak almaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem sınırları içinde, “özyönetimciliği” Negri ve Hardt gibi düşünürlerden güncellerken, yine özel mülkiyet dünyası sınırları içinde komün topluluklar fikrinde, Murray Bookchin’i esas almaktadır. Özel mülkiyet dünyasının niteliği, emperyalist-kapitalist aşama ile özel mülkiyetin devlet dâhil tüm üst yapısal kurumlarda yarattığı özgün biçimler, üretim ilişkileri, sınıf-sınıflar çatışması, ezilen halklar, uluslar-azınlıklar ve inanç gurupları ve bu toplumsal kesimler üzerinden var olan baskı ve sömürünün, özel mülkiyet dünyasının bugünkü halkası olan kapitalist-burjuva sistemle olan direkt bağı görülmeden, 1990’lı yılların başında popüler kavram olarak ifade edilen “post-modern çağ” zırvasının ardından yapılan bu yorumlar ve siyasal tercihler, iddia edildiği gibi kapitalizmin sınırlarını aşan bir ideolojik-teorik-siyasal çizgiler değil, aksine kapitalist-burjuva sistemin sınırlarına esir olan çizgiler ve anlayışlardır.
“Demokratik modernitenin” görüşlerine temel oluşturan, yukarıda kısaca vurgusunu yaptığımız, post-modernist, idealist, kapitalist piyasaya uyumlu referanslar, toplumsal süreçleri tek yanlı somutlayarak, tarihsel birikimi ve nesnelliği göz ardı eden sonuçlardır ve Marksizm’e ilişkin çok iddialı sonuçlara buradan hareket ederek ulaşmaktadır. Öcalan, post modern-yapısalcı çizgiye ayaklarını basarak, ezilen Kürt ulusal siyasal hareketinin, güncel-politik ihtiyaçlarını merkez alarak, Marksizm’e karşı zorlama eleştirilerle bu formüle ulaşmaktadır. Marksizm’e ilişkin eleştirilere cevap vermeden önce, Kürt ulusunun KKTH ve kendi devletini kurma hakkını, temelden reddeden anlayışını temellendirdiği gerekçelere bakmamız, benimsenen yöntem- analiz ve sentez ilişkisini anlamamızda yarar sağlayacaktır. Kürt ulusunun devletini kurma hakkını reddeden anlayış, her türlü devleti, kapitalist modernitenin bir parçası, bir zulüm ve baskı aygıtı olarak görmekten hareket ediyor. Burada sosyalist bir devlet-iktidarla, burjuva devlet yapısı arasındaki kalın çizgileri ortadan kaldırması başlı başına bir eleştiri konusudur. Biz bu eleştiriden de feragat ederek, bu anlayışın kendi içindeki paradoksları ve çıkmazlarına değinmek istiyoruz. Bir yandan her türlü devleti, baskı ve zulüm aygıtı olarak değerlendirip reddedeceksin, ama diğer yandan, kapitalist devletin varlık temellerine dokunmadan ve varlığını koruyarak “demokratik özerk” topluluklar biçiminde, bu devletle bir arada “barış” içinde yaşamayı savunacaksın. Bir ulusal hareketin, ulusal soruna kendi ideolojik dokusuna göre böyle bir “çözüm” arayışında olması ve savunması anlaşılır bir durumdur. Ulusal sorunun çözümü konusunda bu siyasal çizginin çözüm iradesi olmaması ve komünistlerin buna yaklaşımı meselesi ayrı bir tartışma konusudur. Ama herhangi bir ulusal hareket böyle bir “çözüm” projesi ile kendisini ifade edebilir. Fakat bu anlayışı, Kapitalizmi aştığı iddiasıyla ortaya atmak, başka bir konudur. Hem kapitalist-burjuva devlet dâhil, her türlü devletleşmeyi reddedeceksin, ama aynı zamanda, kapitalist burjuva devletin-sistemin sınırları içinde özerk bir yapı olarak barış içinde yaşamayı savunacaksın. Politika-bilimle azami düzeyde alaka duyan herkesin görebileceği bu teorik-siyasal paradoksu, “demokratik modernite” çizgisinin savunucularının görmediğini söylemek, ikna edici olmaz. Meselenin özü, ideolojik-siyasal bir tercihin, güncel siyasal-politik ihtiyaçların baskılanması altında göz ardı edilerek, egemenler sistemi ile bir uzlaşma çizgisinin teorize edilmesidir. Ki hemen bu anlayışın daha da güçlendirilmesi için, diyalektik-materyalist felsefenin reddi, idealist felsefenin formülasyonu olan “ karşıtların yapıcı birliği” tezinin geliştirilmesi, bunun çeşitli dönemlerde gündeme gelmiş “çözüm” süreçlerinde “Kürt özerkliği-ulusal devlet-demokratik özerklik” kavramları bağlamında “yapıcı ve uyumlu bir birlik” olarak savunulması, kapitalist devleti aşma iddiasından öte, kapitalizmle bütünleşme politikalarının teorik zemine kavuşturulmasıdır.
Reel sosyalizmin yetmezlikleri ve parti içine çöreklenmiş “yeni tipte burjuvazinin” sosyalizm adına, bürokratik-devletçi yönetimlerini eleştirirken ve bunları reddederken, proletarya ve ezilen halkları nihai kurtuluşa götürecek komünizm davasında, sosyalist devlet ve proletarya iktidarını reddetmek, burjuva kapitalist sistem karşısında geleceği temsil eden proletarya ve kurtuluşu bu dünya görüşünün devrimci yürüyüşünde olan ezilen halkları silahsızlandırmaktır. Aynı biçimde, UKKTH’nı, bağımsız devletlerini kurma hakkından koparmak, ezilen bir ulusu, ezen egemenler sisteminin sömürge-ilhak ilişkisine farklı “çözüm” projeleri adı altında hapsetmektir. Bu konuyu yazımızın ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı ele alacağımızdan, şimdilik bu temel vurgu ile yetiniyoruz.
Ekonomik İndirgemecilik-Determinizm ve Marksizm!
Post-modern, ilerlemeci-kalkınmacı- burjuva cumhuriyetçi dalganın Marksizm’e ilişkin iddialarından biri, “ekonomik indirgemeci-kaba determinist ve “ilahi” güç haline getirilmiş üretici güçlerin insanı piyon haline getirdiği, toplumsal gelişim sürecinde, insanlığın üstyapısal olarak ürettiği birçok zenginliği görmeyip tek yönlü analizlerle sentezlere ulaştığı iddiasıdır. Demokratik Modernite çizgisi de, bu iddiayı, tarihsel ve toplumsal gelişmeleri kötürüm hale getirerek, ortaya bir Marks şeması çıkarmakta ve eleştirilerini karikatürize edilmiş bu Marks şeması üzerinden yapmaktadır. “Kapitalizmin Döl Yatağı” adlı eserinde, Öcalan’dan yapacağımız alıntı bu konuda çarpıcıdır. “Ahlak ve politikanın temelinde beslenme ihtiyacı yatar’ demek bana anlamsız gelmektedir. Şüphesiz tek hücreli bir canlı olan amiplerin de beslenme ihtiyacı vardır. Ama amiplerin ahlakı ve politikasından bahsedemeyiz. İnsanın amipten farkı, beslenme ihtiyacını sürekli farklı ahlaki ve politik yaklaşımlarla karşılamasıdır. Bu anlamda Marksist öğretideki ‘ekonomi her şeyi belirler’ ifadesi pek açıklayıcı değildir. Önemli olan ekonominin nasıl belirlendiğidir. Marks’ın ekonomik altyapıyı tüm hukuki, siyasi ve ideolojik formların izahının kaynağına yerleştirmesi, belki de uğruna çok büyük savaşlar verilen sosyalizmin başarılı olamayışının temel nedenlerinin başında gelmektedir. İyi bilmek gerekir ki, hiçbir insan topluluğu zihniyet formunu uzun süre tanımadan ve denemeden, maddi hayat (ekonomik yaşam) tarzını inşa edip sistemleştiremez. Zihniyet gelişimini karanlıkta bırakarak yapılan sistem analizleri, bizzat bu sistemlerin hegemonyasına hizmet etmekten kurtulamaz. Zihniyet çok karşıt temelde oluşturulsa da bu böyledir.”
“Demokratik Modernite” çizgisinin tüm savunucularının fikir birliğinde olduğu Öcalan’ın bu tespitleri konusunda, hemen belirtelim ki; Marksist literatürde ve Marks’ın klasiklerinde, “her şeyi ekonomi belirler” diye bir tespit yoktur. Yani Marks, düşünce ve madde ilişkisini böyle yüzeysel ve kaba bir şekilde ele almamaktadır. Böyle kaba ve indirgemeci bir ele alışla, Marks ve Marksizm ne doğru bir zeminde eleştirilir ne de anlaşılır. Marks’ın, üretim ilişkileri ve ekonominin toplumsal gelişimde, toplumsal sınıf farklılaşmalarındaki özel konumuna ilişkin yaptığı analizler ve ulaştığı sentezler, “her şeyi ekonomi belirler” tarzındaki bir indirgemecilikle bağdaşmaz. Ayrıca, Öcalan’ın ifade ettiği gibi, “ideoloji ekonominin basit bir yansımasıdır, kültür-din-felsefe önemsiz, ekonominin basit uzantılarıdır, ahlak ve politikanın temelinde beslenme ihtiyacı yatar” gibi, Marksist düşünce grameri ile alakası olmayan tespitlerin, Mark ve Marksizm’le uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Yani, Öcalan ve “demokratik modernite” çizgisi, kendi öznel dünyalarında Marksizm’e yakıştırdıkları “her şeyi ekonomi belirler” “Marksist” tezini eleştirme adına, sadece Marks’ı tahrif etmemekte, aynı zamanda, tarihsel toplumsal koşulları, üretim- değişim ilişkilerini ve bu öğelerin toplumların gelişimi ve şekillenmesinde belirleyici rolünü reddederek, idealizmin kulvarına kulaç atmaktadırlar.
Tarihsel hakikatler çıplak ve açıktır. Devrimci olan hakikatin çıplak gerçekliğidir. Marks ve Engels, tarihsel ve diyalektik materyalist bilimsel anahtarla, toplumların gelişimini, statüsünü, hareketini ve bütün bunları koşullayan temel öğeleri ve belirleyici olan eğilimleri analiz etmek için, çok kapsamlı çalışmalar yapmışlardır. Kuşkusuz, kendi tarihsel koşullarında ulaştıkları her teorik sentez, dinamik olan toplumsal gelişimin her evresinde bir doğru olması beklenmemeli. Bu bakış açısı ve ele alış, başından Marksizm’in ruhunu anlamamaktır. Örneğin, Marks’ın serbest rekabetçi kapitalist sürece dair yaptığı bazı teorik tespitler üzerinden, emperyalizmi açıklamaya çalışmak, teorik sentezler uyumsuz olduğunda ise, Marks’ı mahkûm etmeye çalışmak, ne kadar anti-bilimsel bir bakış açısı ise, ulaşılan her teorik sentez üzerinden, Marksizm’in ana gövdesini, evrensel değerlerini sorgulamakta, bir o kadar anti-bilimsel, idealist bir yöntemdir. Marks kendi tarihsel koşullarında, toplumlar tarihinin derin tahlili ile belirlenen sacayakları üzerinden, Marksist felsefeyi geliştirdi. Ve hiçbir gelişimi, bilimi, mutlak ve statik kılmadı. Toplumların gelişim çizgisine dair bazı öngörülerde bulunsa da, emperyalizm gibi bir aşamayı somut olarak tahlil etmesini beklenemezdi. Bu tarihsel görevi, Marksist çizgiyi yaşadığı koşullara taşıyan Lenin omuzlamıştır. Bu Marksist diyalektik çizgisinin, tarihsel koşulları irdeleyerek, ilerlemesinin bir sonucudur. Bu gelişim ve devrimlerle ilerleme çizgisini görmezden gelen anlayışlarla hesaplaşmak meselenin bir yanı iken, Marksizm’in temel değerlerini tahrif ederek eleştiriye tabi tutan anlayışların, ideolojik renginin ortaya çıkarılması açısından, Marksizm’in öğretici değerleriyle hesaplaşmak sorunun bir diğer yanıdır.
Marksist teori, sağa-sola esnetilmeyecek kadar açık bir şekilde, uhrevi olandan değil, bizzat gerçeklikten yola çıkılması gerektiğini ısrarla vurgular. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisinde ifade ettiği gibi, “Öyleyse tarihin görevi, gerçeğin öteki dünyasının yitip gitmesinden sonra, bu dünyanın gerçeğini ortaya koymak oluyor.” Henüz derinlemesine politik ekonomi çalışmalarını yapmadığı ve Feuerbach’ın etkilerinin hissedildiği 25 yaşındaki Marks, baş aşağı duran Hegel’in felsefesi ile uğraşıyor ve toplumsal olay ve olguların nedenlerini gökyüzünde arayanlara, toplumsal gerçekliklerin temellerini işaret ediyordu. Engels’le birlikte ilk ortak çalışması olan Kutsal Aile’de, toplumsal gerçekliği değiştirmeden, toplumsal zihniyeti değiştirme adına Hristiyanlığa savaş açan Bauer kardeşlere de, tıpkı Hegel’e karşı olduğu gibi, tarihsel-toplumsal materyalizmin öğreticiliğini-değiştirici gücünü sunması, hakikate doğru yöntem ve bilimle bakış açısının gücü vardır. Toplumsal yaşam ve ilişkilerle temellenmiş, din gibi, ideolojik alanda insanları etkisi altına almış diğer tüm ahlaki-kültürel değer yargıları ile mücadele, teorik ve ideolojik planda verilecek mücadele ile sınırlandırılamaz. Pratik toplumsal bir güç ile onu yaratan koşulları değiştirmek, ancak ki bu zihinsel değişimi gerçekleştirebilir. Bir zihniyeti yaratan, besleyen ve koşullayan maddi ilişkiler değişmeden, fikirlerle iyi sonuçlar yaratmak, daha doğrusu mevcut sistemi-zihniyeti köklü değiştiren sonuçlar yaratmak olanaksızdır. Yani Marks, toplumun ideolojik ve siyasal ilişki biçimlenmesinin temellerini, zihinde aramadığı, buna karşı mücadeleyi de “zihniyet” değiştirme mücadelesi ile sınırlamadığı doğrudur. Asıl olan zihniyeti biçimlendiren toplumsal temellerdir. Feurbach’ın kaba mekanik materyalizmini kapsamlı olarak mahkûm ettiği Alman İdeolojisinde, Marks bu durumu özel olarak açıklar. “belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, bu belirli toplumsal ve siyasal ilişkilerin içine girerler. Her ayrı durumda, ampirik gözlemin toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki bağı, ampirik olarak ve herhangi bir kurgu ve aldatmaca olmaksızın ortaya koyması gerekir. Toplumsal yapı ve devlet, durmadan belirli bireylerin yaşam süreçlerinin sonucu olarak meydana gelmektedir; ama bu bireyler kendilerinin ya da başkalarının kafalarında canlandırdıkları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan maddi üretim yapan, dolayısıyla belirli maddi ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıklar, verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir.”( Alman ideolojisi)
“Gerçek birey”, onun toplumsal sınıfsal konumu ve bu konumunu kavrama çabasıdır. Bu konumu vurgulamak, bireyin siyasi-kültürel-ideolojik yanını, yani düşündüklerini yok saymaz. Ancak bireyin, gerek toplumsal sınıfsal konumuna göre gerekse de, sınıfsal konumuna yabancı olan siyasal-ideolojik-kültürel yanı, son tahlilde gerçek hayatla girdiği-girmek zorunda kaldığı, üretim ilişkileriyle, sınıfsal konumuyla bağ içinde ele alınmalıdır. Bu yaklaşım mekanik olarak ele alınırsa, mesele doğru anlaşılmaz. Yani her işçinin proletaryanın sınıf bilincine göre zihni şekillenmeli, her köylü kendi sınıfsal-toplumsal kategorisine göre düşünmeli yaklaşımı kaba bir indirgemeciliktir. Toplumsal üretim biçimi ve ilişkileri içinde, egemen olan iktisadi erk, üst yapı kurumları aracılığıyla tüm toplumsal bireyler üzerinde bir egemenlik kurar ve bu egemenlik kurumlarıyla topluma bir biçim vermeye çalışır. Ezilen toplumsal yığınların kendi sınıf bilincine göre konumlanması, kendiliğinden olmaz ve bu proletaryanın sınıf bilincine göre aydınlanmış-örgütlenmiş bir güç ile gerçekleşir. Somut olarak Komünist partisi bu sürecin ana aktörüdür. Yani proletaryanın ve ezilenlerin kendi sınıf bilincine göre örgütlenmesi farklı bir durumdur, bu geniş yığınların içinde bulundukları üretim ilişkisi içinde sahip oldukları bilinç başka bir durumdur. Üretim ilişkileri sürecinde, toplumsal bireylerin kendisine yabancı sınıfın üstyapısal değerlerine göre bir düşünceye sahip olmaları, bilincin şekillenmesinde üretim ilişkilerinin belirleyici olmadığı sonucunu doğurmaz. Egemen olan üretim tarzının, üretim ilişkileri içinde, bilime, toplumsal gelişime ve sınıfsal çatışmalara, üstyapısal kurumlar kanalıyla koşulladığı yabancılaşma, toplumsal bireyin üretim ilişkileri içinde yaşadığı yabancılaşma, geniş ezilen yığınların kendi sınıf bilinciyle buluşmasını engeller veya geciktirebilir. Bunun böyle olması, düşünceyle maddi varlık arasındaki, düşünceyle toplumsal gerçeklik arasındaki diyalektik ilişkiyi yadsımaz. Son tahlilde, fikirler, maddi gerçeğin tezahürüdür. Bu genel doğru bakış açısını referans alarak, Marks, daha sonraki çalışmalarında toplumun ekonomik yapısının rolüne özel vurgular yaparak çalışmalarını politik-ekonomiye yoğunlaştırmış ve, üretici güçler, üretim ilişkileri, sınıflar, son tahlilde insanlığı kurtuluşa götürecek, ideolojik-teorik- felsefi dünya görüşünü ve toplumsal sınıfsal dinamikleri ortaya koymuştur.
Konunun daha anlaşılır olması için Marks’tan birkaç alıntı yerinde olacaktır.“Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. (…) Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Ekonomi politiğin eleştirisine katkı. K. Marks)
Yani Marks’ın ve Engels’in anlayış ifadesi ile insanların üretim süreci içinde, içine girdikleri üretim ilişkileri, toplumun genel görünümü ve toplumsal ilişkileri açısından belirleyici-koşullayıcı rol oynamaktadır. Daha da detaylı anlaşılması açısından, sözü yine erbabına bırakalım.
“Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. (Alman ideolojisi Marks-Engels)
Üstyapısal kurumlar bağlamında hukuk-ideoloji-ahlak-kültürel edinimler zorunlu girilen üretim ilişkileriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu konuda yığınlarca örnek verilebilinir. Tabii ki verilecek her örnek, doğma formüller olmayacaktır. Her şey kendi özgün işleyişi temelinde ele alınmalı- toplumsal yaşamın maddi temeliyle ilişkilendirilmelidir. Marks’ın belirlemesi ile “Her ayrı durumda, ampirik gözlemin toplumsal ve siyasal yapı ile üretim arasındaki bağı, ampirik olarak ve herhangi bir kurgu ve aldatmaca olmaksızın ortaya koyması gerekir.” (Alman ideolojisi Marks-Engels)
Tarihi ve toplumsal gelişmeleri, mekanik-kaba indirgemeci bir şekilde ele alan, “Demokratik Modernite” çizgisi ve savunucuları, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Marksizm’e (ve O’nun toplumsal gelişmeler bağlamında nitel aşamalarını ifade eden Leninizm ve Maoizme-Ulusal sorun, devrim ve devlet meselelerinde buna daha ayrıntılı değineceğiz) karşı geliştirdiği eleştirilerinde de, indirgemeci değerlendirmeler yaparak, üzerinden yükseldiği ideolojik zemini ve duruşu gerekçelendirmeye çalışmaktadırlar. Bundan dolayı, Marks’a, hiçbir bilimsel temeli olmayan tarzda, “iktisadi determinist” yaftasını yapıştırmanın, eleştiri adına hiçbir izahatı yoktur. Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi adlı eserinde, Croix, Demokratik Modernite çizgisinin öncellerine verdiği cevap konumuz açısından açıklayıcıdır. “Marx’ın sözde “iktisadi determinizmi”, bu yafta bütünüyle yanlıştır. Marx’ın tasavvur ettiği diyalektik süreç, onun tamamıyla iktisadi olanlar dışındaki diğer etkenlere, ister toplumsal, isterse siyasi, hukuki, felsefi ya da dinî olsunlar, neredeyse Marxist olmayan tarihçiler kadar ağırlık vermesini mümkün kılar. Marks’ın sözde “ekonomizmi”, tarihsel sürece yön veren etkenler arasında, insan yaşamı açısından en fazla önem taşıyanın ve uzun vadede diğer etkenleri de belirleme eğiliminde olanın (Marx’ın adlandırmasıyla) “üretim ilişkileri”, yani üretim süreci sırasında insanların içine girdikleri toplumsal ilişkiler olduğuna ilişkin bir analizdir. Tabii ki bu, diğer etkenlerin, hatta tamamıyla ideolojik olanların bile, sıraları geldiğinde, bazen tüm toplumsal ilişkiler üzerinde güçlü etkilerde bulunduğunu reddetmez. Engels 1890 ve 1894 yılları arasında yazdığı mektupların beşinde, kendisinin ve Marx’ın tarihin iktisadi veçhesine yönelik kaçınılmaz aşırı-vurguları nedeniyle suçlanabileceklerini kısmen kabul ederken, hiçbir zaman, hatta iktisadi etkenlerin birincil olduğuna inanırlarken bile, siyasi, dinî ve diğer ideolojik etkenlerin bağımsızlığını küçümseme niyetinde olmadıklarının altını çizer.”
Marks, nesne-özne ilişkisinde, öznenin nesne üzerindeki etkisi konusunda, mekanik materyalist çizgiye karşı geliştirdiği kapsamlı eleştiriler, tarihin hafızasındadır. Marks, özne ile nesne, düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi diyalektik bir bakış açısı ile ele almıştır. Feurbach üzerine tezler eserinde mekanik materyalistleri, “başlıca kusurları, nesnenin, gerçekliğin, duyumluluğun, duyumsal insan faaliyetini, pratik olarak değil, öznel olarak değil, yalnızca nesne ya da sezgisel biçimde kavranmasıdır” biçiminde eleştirirken, nesne, hakikat, duyum, “insanın duyumsal faaliyeti” olarak, sübjektif olarak kavranmalıdır anlayışını ortaya koymaktadır.
Bu konuda son sözü Engels’e bırakmak, yerinde olacaktır. “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri – sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları – savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb. – hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri – hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler. Bütün bu öğeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler (accidents) (yani, aralarındaki iç bağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var-değil sayıp göz ardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim, sonunda kendisini olurlamak zorundadır. Yoksa teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.” Devamla Engels, “Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar, vb., ve hatta insanların beyinlerine musallat olan gelenekler bile, kesin belirleyici olmasalar da, bir rol oynarlar. Prusya devletini oluşturan ve onun gelişmesini sürdüren, tarihsel ve son kertede, ekonomik nedenlerdir.” (Seçme Yazışmalar, Engels)
Mevcut anti MLM fikriyat dünyası Ulusal Hareketin burjuva demokratik sınıfsal karekterinin bir sonucudur!
Yani, “demokratik modernite” çizgisinin iddia ettiği gibi, Marks, farklı sınıflardan oluşan bir toplum içinde, insanlar ve sınıflar arasındaki ilişkileri, basit bir determinizm ilişkisi ile ele almadı. Engels’in ifade ettiği gibi “tarihin neredeyse otomatik bir şekilde, insanın müdahalesi olmadan tahakkuk ettiği ve insanların satranç tahtasında piyon gibi iktisadi koşullar tarafından harekete geçirildiği saçmadır’’ anlayışıyla, toplum-toplumsal sosyal ilişkileri irdeledi. Yani Marks’ı Marks yapan diyalektik yöntem, toplumların gelişim yasası açısından, özne-nesne ilişkisi açısından, düşünce-madde ilişkisi açısından, son tahlilde doğa ve toplumun genel-özel yasalarını kavrama açısından, çok yönlü-kapsayıcı olarak determinizme bir cevaptır. Marks ve Engels, tarihsel-diyalektik materyalist yöntemle, tarihsel bir çığır olarak Marksist aydınlanma çizgisinin kuramcıları olmuşlardır. Bu bilimsel kuramın içeriğinde, insandan farklı ve insanla alakası olmayan, kendi başına bir “üretim ilişkisi” yoktur. Ve üretim ilişkilerini belirleyen her ekonomik yapı, ne değiştirilemez bir erktir, nede insanları bir piyon gibi sürükleyen bir doğaüstü güçtür. Eğer Demokratik Modernite çizgi sahiplerinin iddia ettiği gibi, “ekonomi her şeyi belirler” deseydi Marks, bu kuramdan, işçi sınıfının eylem ve örgütlü irade birliğinden kapitalist üretim ilişkilerini köklü olarak değiştirme manifestosunu çıkaramazdı. Önemle vurgulanması gerekir ki, doğa-insanlık tarihi-felsefi-ideolojik-iktisadi olarak, Marks ve Marksizm, kapitalist dünya başta olmak üzere tüm özel mülkiyet ilişkileri ile geri dönüşümsüz köklü bir hesaplaşmadır. Böylesine geri dönüşümsüz köklü bir hesaplaşma çizgisine, “kapitalizme soldan destek sunduğu” eleştirisi getirmek, ya Marksizm’in ABC sinden bihaber olmaktır, ya da (kanımızca esas sebep budur), burjuva ideolojiye bulaşık fikirlerin, kendisine alan açması için, Marksizm’i, Marksizm’le alakası olmayan düşünceleri referans yaparak saldırmasıdır.
“Devletçi”, “pozitivist”, “aydınlanmacı”, “ilerlemeci”, “determinist”, gibi eleştiriler, aynı ideolojik kaynaktan beslenmektedir. Bu konuyu (Devlet, ulusal sorun ve demokrasi) bir sonraki bölümde daha ayrıntılı ele alacağımız için, şimdilik ayrıntıya girmeyeceğiz. Ama Marks ve Engels, Marksizm’in temel kuramlarını oluşturma süreçleri, aynı zamanda, aydınlanmacı, pozitivist, kaba materyalist ve metafizik anlayışlarla hesaplaşma süreçleridir. İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizm eleştirisi, Felsefi anlamda idealizmden, iktisadi anlamda kapitalizmden (ve tüm özel mülkiyet dünyasından), toplumların gerçekliğini, sınıflar mücadelesini ve sınıflar mücadelesinde, geleceği temsil eden toplumun en dinamik sınıfı olan proletaryanın, sınıf mücadelesinde burjuvaziye karşı oynayacağı tarihsel rolü görmeyen ütopik sosyalistlerden köklü kopuştur. Bu kopuş, aynı zamanda “aydınlanmacı,” “ilerlemeci”- “kalkınmacı cumhuriyetçi” çizgilere de tarihsel bir darbe vurmuştur. “Felsefenin Sefaleti “ eserinde Proudhon’un sefaletine karşı köklü eleştirileri, bu konuda yeniden incelemeye değer bir kaynaktır.
Marks’ın özel mülkiyet dünyası ve onun tüm üstyapısal kurumlarını, toplumlar tarihinin eskiyen yanı olarak, köklü bir biçimde mahkûm etmesi ve bunun üzerinden gelecek özgür insanın toplumsal yaşam manifestosunu tarihsel bir çığır olarak deklere etmesi, insanlık ve sınıflar mücadelesi açısından, yeni bir süreci başlatmıştır. Ve bu süreçle birlikte, Marksizm, içte ve dışta, burjuva ideolojiden beslenen yığınlarca saldırıya maruz kalmış, yığınlarca saldırıya göğüs gererek bugünlere gelmiştir. Bu anlamı ile Marksist dünya görüşü içinde, O’nun kimliği ile pozitivist-aydınlanmacı-kalkınmacı-ilerlemeci, demokratik modernite çizgisinin iddiasıyla “kapitalizme soldan destek olan” birçok anlayış ve sapma olmuştur. II. Enternasyonal partilerinin tutumu, bu ideolojik özün, en örgütlü ve kuramsal dışa vurumudur. Bu anti-Marksist burjuva ideolojik çizgiler Marksizm’in bünyesindeki virüslerdir. Ve Marksizm bünyesinde, eski toplumsal ideolojik çizgiden gücünü alan bu virüslerle mücadele ederek gelişmiştir. Yani Marksist politik devrimler çizgisi, sadece kapitalist (özel mülkiyet) dünyanın tüm kurumlarını yıkarak gelişmedi. Aynı zamanda, her hangi bir tarihsel kesitte adına kurulan paradigmaları da yıkarak gelişti. Batı medeniyetçi, aydınlanmacı, ilerlemeci-kalkınmacı II. Enternasyonalin tüm günahlarına, gelişen toplumsal koşulların ikinci nitel aşaması olan Lenin, Leninizm bayrağı ile son verirken, bu aynı zamanda Marksist çizginin, politik devrimler çığırıyla tüm bu burjuva anlayışlara cevabıydı. Bu Marksizm içinde bu virüsün, tüm tarihler boyu silineceği anlamına gelmiyordu. 1917 Ekim devrimi ile ideolojik ve örgütsel olarak bu anlayışların beli kırılsa da, III. Enternasyonalin son aşamaları ve Sovyet devriminin Stalin sonrası süreci, bu virüsün yeniden canlanması süreci olacaktı. Hem de tarihte ilk olarak “devletli” idi. Sosyalist iktidarın inşası ve Komünizm hedefi ile bu iktidarın sönümlenmesi mi? Yoksa iktidarın güçlü devlet-parti-ordu denkleminde mutlaklaştırılması mı? Bürokratizm mi?- Kitleler mi? Uzmanlaşma mı?- Kızıllaşma mı? Üretici güçler teorisi mi? -Sosyalist iktidar altında politik devrimler çizgisi mi? Kalkınmacı- ilerlemeci ve üretici güçler teorisi ile bürokratik devlet-parti mekanizması ile kapitalizme dümen kıran bu “yeni” tipte burjuvaziye karşı, Marksizm’ in kalesi, doğu da gelişmekteydi. Mao önderliğinde Çin devrimi ve BPKD ile somut tecrübeye dönüşen Marksizm’in üçüncü nitel aşaması, “doğu rüzgârı ile batı rüzgârını” alt ediyordu. Kısa vurgularla anlatmaya çalıştığımız ve tarihsel-ideolojik-politik-felsefi arka planıyla her başlığının ayrı bir anlatım konusu olan bu süreç, Marksist-Leninist-Maoist çizgi ile burjuva ideolojinin farklı versiyonlarda tezahürü olan “pozitivist”, “aydınlanmacı”, “kalkınmacı”, “üretici güçler teorisi” anlayışlarıyla, bir çatışma sürecidir. Proletaryanın eylem-siyasal iktidarı ele geçirme, nihayetinde yüce komünizme yürüme kılavuzu olan Marksist-Leninist-Maoist bilimsel dünya görüşünün içinde sınıf mücadelesinin pratiği sürecince gündeme gelmiş bu burjuva anlayış ve çizgileri, indirgemeci bir biçimde Marksizm’e mal etmek, hem Marksistlerin bu anlayışlara karşı sürdürdüğü tarihsel önemdeki mücadeleleri yadsımaktır, hem de Marksizm’i doğru ele almamaktır. Bu zeminde geliştirilen “eleştiriler”, Marksizm’i değil, bu “eleştiri” sahiplerini zayıflatmaktadır. Çünkü bu tip yaklaşımlar eleştiriden öte, “Marksizm’i aşma- yeni toplumsal çözüm paradigmaları” adı altında, kapitalist dünyanın içinde kendilerine bir yer arayanların ideolojik tercihlerini deşifre etmektedir.
Sınıflar mücadelesi tarihinde tüm bu gerçekler çıplak iken, Demokratik Modernite (Öcalan) çizgisinin, Marks’ın, üretim ilişkileri ve daha genel anlatımla, iktisadi yapının belirleyici- koşullayıcı etkisinden hareketle, diyalektik yöntemle yaptığı analizleri, Marksist anlayıştan kopararak bir eleştiri zemini yaratması ve buradan “indirgemeci-kaderci-determinist sonucuna gitmesi, tabi ki nedensiz değildir. Eleştiri konusu yaptığımız bu çizgi ve bu çizgiye göre politika belirlemeye çalışan Ulusal hareketin burjuva-demokratik sınıfsal karakteri ekseninde yaptığı bazı tercihler, emperyalist-kapitalist sistemin dünya çapında kurduğu hegemonya, tarihsel süreç bağlamında sosyalizm- devrimci komünist hareket ve sınıf hareketinin göreceli geriliği vb. gibi birçok etken, bu çizginin gelişmesinde başat rol oynamaktadır. Ama esas sebep Ulusal hareketin sınıfsal karakteri ile alakalıdır. Kürt ulusal sorununu, gerçek bir kurtuluş olan sosyalist programla çözme tercihi olmayan Kürt Ulusal Hareketi önderliği Öcalan, tüm ulusal eşitsizliğin, ezilen uluslar üzerindeki milli zulmün temel sebebi olan “devletli-sınıflı kapitalist” uygarlığı aşma iddiasıyla, burjuva ideolojinin kaynağından beslenen “demokratik modernite” paradigmasını öneriyor. Bu burjuva “çözümde”, doğal olarak Marks ve Marksizm’i hedef tahtasına koymaktadır. Aksi, daha köklü bir ulusal (ya da sosyal) bir devrim programını zorunlu kılmaktadır. Çünkü toplumsal ilişki biçimlerini doğru ele alan ve üretim ilişkilerinin belirleyici rolünü kabul eden bir anlayış, emperyalist-kapitalist sistemin egemeni olan burjuvazinin, işçi sınıfını sömürme bağlamında artı-değer gaspını biçimindeki sömürü sistemini, ezilen ulusların zenginlik kaynaklara el koyma bağlamında sömürge-ilhak ve işgalleri, ezilen halk sınıf ve katmanları üzerindeki tüm baskı-şiddeti, egemenlik aracı olan burjuva devlet kanalıyla uygulayarak ayakta kaldığını kabul etmek durumundadır. Ve tüm bu ulusal eşitsizliklerin, sömürü biçimlerinin köklü olarak çözülmesi, kapitalist sistemin temel sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılması, üretim biçiminin toplumsal temelde değiştirilmesi ile olanaklıdır. Oysa “demokratik özerklik- kültürel özerklik-federatif sistem” gibi projeler, sömürü ilişkilerinde köklü bir değişimi-devrimi- öngörmediğinden, üretim biçimi, üretim ilişkileri ve sömürüden çok “zihniyet” algısı ile uğraşmakta, kurumsallaşmış burjuva devlet mekanizmalarına, “demokratik modernite” gibi sosyal projelerle dâhil olmaya çalışmaktadır. Sosyalist iktidarı da, aynı kefeye koyarak, tüm devletçi zihniyetlerle, zihniyet zemininde bir hesaplaşma çizgisinin temel ekseni budur. Üretim biçimi, üretim ilişkisi ve devletin niteliğine dokunmadan, “zihniyet” alanında değişim ne kadar olanaklıdır, ya da böyle bir “zihniyet” değişiminin, sınıflar mücadelesi açısından sosyal karşılığı nedir? Sözü edilen, sınıflar mücadelesinin aktif pratiğinde, birey ve sosyal grupların, ezilen ulus mensuplarının, eski burjuva anlayışlardan koparak, devrimci “zihniyetle” donanması meselesinden öte, bir ulusun kaderinin “zihniyet” devrimi ile tayin edilmesidir. Bu anlamıyla, demokratik modernitenin, “ulusal sorun”, “demokrasi anlayışı” ve “zihniyet devrimi” anlayışını ayrı bir yazı konusu olarak ele almak gerekmektedir. Bir sonraki sayımızda bunu ele alacağız.
Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü’nde yayınlanmıştır