Ortadoğu’da tarih boyu siyasal güç erkini elinde tutan, kişisel veya küçük bir zümreye dayalı elit olmuştur. İktidar(lar) yıllar boyu bu gücün siyasal temsilcisi olarak süregelmiştir. Yönetimde ki güçler temsil ettikleri sınıfı olabildiğince ön planda tutarken, “korku” ve “itaat” etkisi üzerinde durmayı ısrarla işlemiş ve halkı pasifize etmenin yolunu tercih etmiştir. Görünürde halkın “güvenliğini” sağlamakla mükellef olduklarını hep lanse edegelmişlerdir. Ortadoğu’da ki güç yöneticileri, tüm baskılarla toplumu boğazlarken, bunları halkların “çıkarı” için iddiasıyla – siyasal iktidarlar ve yöneticiler kişisel hırslara heba edilmiştir. Tüm bunlar, kendi deyimleriyle; “Allahlın bir lütfu”dur diyerek, halka hesap vermekten kaçmışlardır. Onlar için ve zihinlerinde toplumun kolektif bir değer olduğu anlayışı pek önemli değildir. Güç tekelini elinde tutan bu yöneticiler, daha da ileri giderek; “Tanrı – Kral” ve “Emir- itaat” birlikteliği anlayışı, güvensizlik ve parçalanmışlık ulus kavramına dayalı bir devlet oluşumunun önünü kesmiştir. 1945 sonrası dönemde bağımsızlıklarını ilan eden Araplar (Ortadoğu), sosyalist ülkelerden ve düşünden etkilenerek bir uluslaşma modeline yöneldiler. Yine de “Emir – itaat” ve “Tanrı – Kral”ın toplum üzerinde ki etki gücünü kıramadılar…
Geçmişten günümüze uluslararası çatışmaların odak noktası olup -ve kanayan bir yara durumunda ki birçok ülke ve bölge halkalarının dramatik süreçlere evrilmeleri olmuştur. Özellikle 1989’dan sonra ortaya çıkan yeni uluslararası dengelerin; “tek kutupluluğu” gerekçeli olarak dayatması, işgal tehdidi, sermayenin uluslararası bazdaki etkinliği, ulus devlet denilen olguyu revize ederek sermaye gücünü, yasama, yürütme ve yargının ana merkezine oturtarak devlet üstünlüğünü tümden sağlamış durumda olduğu bir süreç vardır. Bu oluşum, bugün küreselleşmenin sınır tanımaz müdahale gücünü olağanüstü bir biçimde etkili kılmıştır ve korumasını her tür imtiyazla perçinlemiş durumdadır.
Küresel “değişim” kendi demokrasilerine (rejimlerine) yönelirken, onları rahatlıkla rehabilite ederek, ya satar ya da satın alır konuma gelmiş ve de getirilmiştir. İşte bu çerçevede ‘işgal demokrasisi’ denilen siyasal oluşum günümüz kriz ve çatışma alanlarına sunulan ‘çözüm’ reçetesi olmuştur!..
Küreselleşmeye eş anlamlı olarak sıkça dile getirilen ve piyasada tutulan diğer önemli söylemler ise; demokrasi, hukukun üstünlüğü, neoliberalizm ve serbest pazardır. İşte tüm bu söylemler gerekçe gösterilerek, günümüzdeki işgal, tehdit, müdahale ve diğer tüm yaptırımlar meşru gösterilmek istenmektedir. Son 30 yılda, demokrasiyi satmak ve satın almak için yürütülen savaş projeleri, örneğin 1997’den beri sıkça sözü edilen BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) veya bugünkü adıyla GOP (Geniṣletilmiṣ Ortadoğu Projesi) gibi “küresel projelerin” parametresini özünde bu kavramlar oluşturmaktadır. Bölgede yaşanan ve de yaşatılan olağanüstü (krizler, savaşlar, tehditler vs’ler) süreçlerin ana nedeni; ülkelerin ciddi bir oranda ‘jeostratejik’ ve ‘jeopolitik’ önemde olmuş olmalarıdır. Uluslararası emperyalist güçler; sözü edilen ülkelerin önem ve zenginliklerini kendi halkları için kullanmak değil de, yerli işbirlikçi güçlerin desteğiyle işgal güçler tarafından sömürülmesine açık kapı görevini yapmıştır ve de yapmaktadır. Bu bağlamda sermayenin küresel hegemonyası, anti-demokratik ülke ve bölgelerde tam anlamıyla bir işgal demokrasisi rolünü oynamaktadır… 21. Yüzyılı Amerikan yüzyılı yapma planının gerçekleşebilmesi için dünya enerji kaynaklarının denetimini ele geçirmek bir olmazsa olmazdır. Dünya ve “büyük” Ortadoğu ölçeğinde en büyük ve en etkili emperyalist güç olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), bölgedeki devletlerarası ve devletler-içi ilişkileri kendi emperyalist tekelci sermaye katmanın, özellikle petrol ve silah tekellerini kontrol eden sermaye gruplarının sınıfsal çıkarları ve kendi öz devlet çıkarlar için her zaman “düzene” sokmaya çalışmıştır. ABD yönetiminin kontrolünü elinde tuttuğu; Fas’tan başlayan Ortadoğu ve Afganistan’ı da içine alan büyük bir coğrafyanın politik, ekonomik ve kültürel yeniden yapılandırılmasını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Dünyanın en büyük enerji kaynaklarının bulunduğu son derece geniş bir coğrafyanın politik haritasını yeniden çizmek istiyorlar. ABD, demokratikleşme maskesine sığınarak Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya dek uzanan bölgenin petrol ve doğal gaz zenginliği ve pazarları üzerindeki hakimiyetini güçlendirmek, askeri üs ve tesisler ağını genişletmektedir. Ortadoğu genelinde istatistiksel bir göz atıṣ bölgenin sahip olduğu önemi ve bölge üzerindeki emperyalist-kapitalist rekabetin nedenlerini anlamak için yeterli olacaktır. Bölgenin yüzölçümü 16,909 kilometrekaredir. 2001 istatistiklerine göre nüfusu 575 milyondur. Her 30 yılda ikiye katlanan bölgenin nüfusu 2030 yılında 1 milyarı bulacaktır. Varlığı saptanmış petrol rezervlerinin %65’i Suudi Arabistan da dahil, Körfez ülkelerinde bulunmaktadır.
İşgal demokrasisi meşru kılınmıştır
“Dünyada Ortadoğu’dan daha stratejik öneme sahip bir bölge yoktur”(1) görüşü; özünde ABD’nin BOP, GOP veya ‘yeni’ demokrasi gibi proje iddialarının olmazsa olmazlarıdır. Esas itibarıyla emperyalist güçlerin bölgeye ‘zorun’ dayatılmasından başka bir şey değildir.
Öteden beri emperyalist güçler; Ortadoğu’da ki enerji kaynaklarını ele geçirmek, bölgeyi yeniden biçimlendirmek amacıyla, Irak ‘ı 2003’te işgal ederken – ABD ve yandaşları Suriye üzerinde hesaplar yapmaya başlamışlardır. Zira, İsrail ABD’nin dış politikasının köşe taşlarını oluştururken; İsrail’in 1947’de ki kuruluşundan sonra gerek uluslararası güçlerin ve gereksede Batı güçleri Ortadoğu’da ki çıkarlarının savunulmasını hep İsrail üzerinden (askeri, politik, ekonomik destek vs’lerle) yaptılar. ABD, Irak işgalinden sonra, Ortadoğu’da önemini daha da artırmak adına bölgesel uzantılarıyla Suriye’deki muhalif güçleri desteklemiştir –ve etkisini bölgeye yaymak istemiştir. 15 Mart 2011’de ABD, İsrail ve bölgesel uzantılarının desteğiyle Suriye savaş ortamına dahil edilmiş, kan ve gözyaşı halkların bir kaderi olmuştur. Bu bölgesel dönüşümlerle, bugün artık bütün Ortadoğu’yu kapsayan ve Suriye topraklarında da bir ABD varlığı kalıcı hale gelmiştir.
İronik olan, bugün uluslararası emperyalist güçler Ortadoğu’da ekonomik reformlar, daha çok istikrar ve güvenlikle birleşecek biçimde “demokrasi ve özgürlüğe” kavuşturulması amaçladıklarını açıklıyor-lar. Irak’ta ki savaşın hararetli savunucularından biri olan İsrail devletinin koşulsuz destekçilerinden biri olan gerici düşün kuruluşu American Enterprise Institute (Amerikan Girişimi Enstitüsü)’nün örgütlediği bir toplantıda İkinci Bush şöyle diyordu: “Özgür bir Irak, milyonların yaşamında umut yaratarak ve gelişme sağlayarak bu önemli bölgenin reformdan geçirilmesi konusunda özgürlüğe ilişkin gücümüzü gösterebilir.(…) Irak’ta yeni bir rejim bölgede diğer uluslar için dramatik ve esin kaynağı olan bir örnek olabilir”.(2)
ABD her fırsatta bölge üzerinde ki hegemonyasını pekiştirmek istiyor. Kah devlet yönetimindeki temsilcileri kah bilim düşünürleri – ülke çıkarları söz konusu olunca. “Büyük Ortadoğu” kavramının babası olan ve Ortadoğu tarihi üzerine önde gelen uzmanlardan biri olarak kabul edilen tarihçi Bernard Lewis bunlardan biridir. ABD dış politikasının ateşli destekçilerinden biri olan Lewis’e göre, “İslam coğrafyası” demokratikleştirilmeli ve yeniden yapılandırılmalıdır. Emperyalist politika oluṣturu-cuları ve Lewis’e göre, askeri müdahale, diplomatik/politik baskı ve ekonomik “yardım” yoluyla bütün bir uygarlığın (İslam uygarlığı) yönü belirlenebilir. Lewis için asıl olan İslam dünyasındaki iç gelişmeler değil (!), İslam ile Batı’nın çatışmasıdır.(3)
Emperyalist güçler ve işbirlikçileri (bölgesel uzantıları= emirler, krallar, feodal güçle ve anti-demokratik yapılar vb’ler) aldıkları çok kapsamlı siyasi, askeri ve politik destekle – önlerindeki tüm engelleri aşarak birçok anti-demokratik durum ve uygulamalar üzerine bina olmuştur. Bu çerçevede 19-20 Kasım 2010’da ki Lizbon’da (Portekiz) onaylanarak imzalanan “NATO Üyelerinin Savunma ve Güvenliği İçin İşbirliği-Stratejik Görüşler” anlaşmasını konunun bütünlüğü noktasında anımsamakta yarar var. Çünkü uluslararası sistemin bir askeri kanadı, bir de siyasi gücü olmuştur. Bu iki gücün istisnasız ortaklığı, söz konusu müdahale planlarını daha da kolaylaştırmış ve sorunsuz olarak istediği bölge veya ülkeyi denetlemesini sağlamıştır. Bu proje(ler) hiçte sanıldığı gibi kansız ve sorunsuz bir tarih hatırlamasında değildir – Ortadoğu, Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Kafkasları her düşündüğümüzde. Bu çerçevede Lizbon Anlaşması işgal demokrasisini meşru kılmıştır. Lizbon Deklarasyonun ‘Geleceğe doğru ittifak’ bölümünde uluslararası sisteme karşı muhtemel tehditlere atıfta bulunurken; 11 Eylül terörist saldırılarından beri güvenlik ortamının değiştiği, ve ortak güç birliği çağrısı yapılır (4) Öyle anlaşılıyor ki, Lizbon zirvesinde alınan kararlarla – NATO ile Rusya arasında “zorunlu” bir işbirliğinin önemine vurgu yapılır. ABD önderliğinde ki NATO ve Rusya arasında ki işbirliği, uluslararası jeostratejik ve jeopolitik çıkarların gözetleme ve paydaş olma noktasında ki birlikteliktir. Bu birlikteliğin ölçütü şüphesiz “çıkarların” korunmasıdır.
Emperyalizm, küreselleşme politikasıyla dünyayı adeta parselleyerek sömürü çarkına dahil etmiştir. Günümüzde temelde ki baş çelişki; emperyalizm ile ezilen mazlum halklar arasındaki çelişkidir. Şu bir gerçektir ki, demokrasi meselesinin çözümlenmesi, baş çelişkinin çözümüne bağlıdır. Dolayısıyla emperyalizme ve bölgesel uzantı/işbirlikçilerine karşı mücadele ve ‘mücadele’ çözümün olmazsa olmaz şartıdır.
Yararlanılan ve kullanılan kaynaklar:
- (Rostow, D.A., “Defense of the Near East”, FRUS, CXXXIV, No. 2, Ocak 1956, sayfa 273.)
- whitehous.gov/news/releases/2003.
- dr. Sabra, Adam, “What Is Wrong with What Went Wrong”? MER, August 2003. http://www.merip.org (Yanlıṣ Giden Neydi de Yanlıṣ Olan Nedir?)
- NATO Public Diplomacy Division, Brussel 2011, Sayfa 8.