Bizimle iletişime geçin

Makale

Kolektif Histerinin Trajedisi ve Yıldızlara Bakarak Yürümek

Eşit ve özgür bir gelecek tasavvuru iddiasındaki demokratik dinamiklerin aşıp geçmeye çalıştıkları yozlaşmış bir dünyanın “değer”lerine, yöntemlerine tenezzül etmeleri bir hayli sorunludur. Bunda ısrar etmek, sahiplerini kaçınılmaz olarak siyasal ve kültürel bir şizofreniye sürükler, gericileştirir ve onları giderek düşman bildiklerine benzetir. Eleştirel aklın öğretici, onarıcı kıymetiyle, tahripkâr yol ve yöntemler kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır

“Sözün kısası, burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratmaktadır.”
Komünist Manifesto

“İnsanı insanın kurdu” haline getirmenin ve giderek toplumsal yaşamı da “herkesin herkese karşı savaşı”na dönüştürmenin bir tarihi, çoklu nedenleri vardır kuşkusuz.

Şimdilerde insanlık çoğunluğunun başına yeni çuvallar geçirmenin hazırlığında olan dünya kapitalizminin 500 yıllık ömrü içinde yapmayı başardığı kötülükleri, insana ve doğaya karşı işlediği mega suçları, 10 bin yıllık sınıflı toplum geçmişi yapmayı başaramamıştı.

İnsanlığı adeta rehin alan kartelleşmiş birkaç bin tekelin ve onların kapı kulu emperyalist dünya devletlerinin özellikle de son otuz yılda sebep oldukları çok boyutlu yıkımın trajik bilançosu bugün çok daha berrak görülebiliyor. Baktığını görebilme yetisini büsbütün kaybetmeyenlerce tabii ki…

Dünya kapitalizminin, özellikle de neoliberal versiyonunun son otuz yılda yarattığı tahribatın asıl vahameti, baskı ve zulüm meselesinden daha çok, insanı diplere doğru çeken yabancılaşma anaforunun çapına bakılarak daha net görülebilir.

Gününümüz kapitalizminin en önemli “başarıları”larından biri de hiç kuşkusuz, ruhen lime lime edilmiş, yanlış hedefleri parçalamak üzere dişi tırnağı bilenmiş, ahlaki sofuluk/selefilik ile her türlü ahlaksızlığı, tüketim çılgınlığını, medya maymunluğunu bir arada yaşayan, eşyalaşan kalabalıklar ve taşı atan eli tutmak yerine, tam bir yanılsamayla, atılan taşın peşinden koşan insan türünün sayısını çoğaltmak olmuştur.

Ne acıdır ki, bir dram olan bu durum; cinsiyetler, renkler, etnik ve inanç bazlı, sağ ve sol kimlikler üstü bir olgudur. 

Ve yine ne hazindir ki, söz konusu  yabancılaşma halleri, eşitlik arzusuyla ayağa kalkan, “bir başka dünya mümkün” diyen yerel kültür ve kimliklere özgürlük talebini dillendiren demokratik dinamiklerin iç dünyasına da sıklıkla sirayet etmeyi başarmıştır.

Aşmaya çalıştıkları köhne bir uygarlığın politik, sosyokültürel modellerini taklit etmek; onun ikiyüzlü norm ve standartlarını, araç ve yöntemlerini bir başka tarzda yeniden üretmekten radikal bir atılımla kurtulamamak demokratik dinamiklerin en temel zaaflarından biri haline gelebilmiştir.

Yeryüzünün her parçasında görülen ve dalgalar halinde yükselip geri çekilen kitle hareketleri yönünü aramaya devam ediyor. Onun dünya ölçeğinde radikal bir çıkış yolu ve bunun örgütsel formlarını bulup bulamayacağını zaman gösterecek.

Ama geçmiş zaman, ağır bedeller pahasına deneyimlenen kimi çıkmazları yeterince gösterdi.

Tarihi salt dinler,  medeniyetler, milletler, cinsler arası bir mücadele ve boğazlaşmadan ibaret görüp göstermek muktedirler katında kabul gören, hatta teşvik edilen bir açmazdır.

Kadın egemenliği  erkek egemenliğinin seçeneği değildir. Margaret Thatcher, Tansu Çiller, Meral Akşener ve Marine Le Pen gibi kadınlar ile erkek meslektaşları arasında fark aramak bir yanılsamadan öteye gitmedi/gitmeyecektir.

Bir diğerine karşı tanımlanmış ayniyet/aidiyet temelli inanç ve etnik kimlikleri egemen/resmi kimliklerin seçeneği olarak görmek, modern insanı çıkmaz labirentlerde anlamsızca dolaştıran bir zaman kaybıdır.

Kişi kültü ve gösterişe dayalı anarko-liberal pazar solculuğunu “yeni komünizm” sanmak ya da 20. yüzyıl sosyalist devrimlerini birebir tekrar etme çabasını 21. yüzyıl kapitalizmine seçenek olarak  sunmak da bir başka yanılsama halidir.

Sanal ortamlarda cepheden cepheye koştuğu yanılsamasıyla kılıç sallayan yeni türeme “samuraylar”ın gerçek hayatta bir karşılığı yoktur.

İki eğriden bir doğru elde etme çabası, maalesef insanın en kadim açmazlarından, entelektüel sefilliklerinden biridir ve sahiden dramatiktir.

“Az anlamak, ters anlamaktan iyidir”

Yaftalama, kollektif histeri ve linç kültürünün özellikle de semavi dinlere hayat veren Ortadoğu’ya mahsus derin tarihsel kökleri vardır.

Semavi dinlerin “ilahi” ve mutlak doğruları, “tanrı buyruğu” ahlak ve namus normları farklı formlarda yeniden üretilerek yeni zaman nesillerine kadar taşınabilmiştir maalesef.

Bin yıllar boyunca toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşama yön vermiş din-mülk damgalı kültürel kodların, dogmaların sol/sosyalist entelektüel yaşama sirayet etmemesi ise mümkün değildir.

Bizler açısından sorun, bilimsel ve modern komünal düşünüş tarzıyla, dinlerin, mülkiyet uygarlıklarının mirası bu zihinsel çoraklığa karşı mücadele etmektir. Zira söz konusu entelektüel sefalet “şişede durduğu gibi durmuyor”; otel, kitap ve düşünür yakma edimlerini, modern cehaleti ve yeni tipte linç güruhlarının oluşumunda “besleyici” bir işlev görüyor.

Her türlü toptancı, yaftalayıcı dinsel düşünüş tarzı, önyargılarla koşullanma, birey ve toplulukların olguları diyalektik bütünlüğü içinde doğru anlamayı ve  kavrama kapasitesini kaçınılmaz olarak daraltır, dumura uğratır, hatta bu kapasitenin oluşmasına olanak dahi vermez.

Sonuç; tüm yanılsamalara karşın düşünsel planda sığ, derin sorgulama yetisi ve rasyonel eleştiri yeteneği yeterince gelişmemiş; uç davranışlar arasında gidip-gelen, kolay manipüle edilebilen, aynı kolaylıkla yanlış hedeflere saldırabilen  insan nesillerinin yetiştirilmesi olur.

Thales, Bruno, Rosa Luxemburg ve Rosa Parks Olmak

Dalgın bilim insanları soyunun en ünlülerinden biri olarak kabul edilen Thales (Millet M.O. 640-550), rivayete göre yıldızlara bakarak yürürken arada bir önündeki küçük çukurlara düşermiş. Bu nedenle kimi zaman haline acınır, kimileyin de alay konusu olurmuş.

Gök cisimlerinin hareketini inceleyen ve gölge boylarının nesnelerle olan orantısal ilişkilerinden hareketle piramitlerin boylarını hesaplamış, ama önündeki bostan çukuruna düşmekten kurtulamamış. Peki bu durum onun bilgeliğinden neyi alıp götürebilir ki ?

İtalyan filozof, astronom, matematikçi ve okültist Giordano Bruno (1548-1600), geleneksel dünya-merkezli astronomiyi reddettiği ve sezgisel olarak güneş merkezli teorisinin ötesine geçtiği için, Roma katolik kilisesi ve onun engizisyonuyla karşı karşıya gelmişti. Kilisenin resmî teolojik doğmalarına aykırı görüşlerini geri alması istenmişti ondan. Yaşadığı şehirlerden birer birer sınır dışı edilen Bruno, Oxford Üniversitesi’nden gelen “ders verme” teklifi üzerine İngiltere’ye gider, ama orada da beklediğini bulamaz. Ülkesine döner ve  onu bekleyen, günümüze dahi ışık tutan destansı akıbeti ile karşılaşır.

Kilise aristokrasisine göre, “deli”, “şeytan”, “ateist” ve “kafir”dir o. Sekiz yıl boyunca Roma engizisyonunun işkencelerine tabi tutulur ve sonunda, kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine karar kılınır. Cezası, 17 Şubat 1600 tarihinde Roma’nın Campo dei Fiori meydanında diri diri yakılarak  yerine getirilir.

Onun dile getirdiği görüşleri elbette beğenmeyenler, eleştirenler olabilir. Bu anlaşılır bir durumdur. Ama sonuçta ona reva görülenlerin anlaşılır/affedilir bir tarafı asla olamaz.

Son sözleri şöyledir Giordano Bruno’nun: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra, kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Zamanın -bugün adı sanı hatırlanmayan- ünlü engizisyon yargıçları ise şöyle diyeceklerdi ona dair:  “Bu zındık, tam sekiz yıl boyunca dünyanın eziyetini gördü, ama yine de sapkın fikirlerinden ve bizimle alay etmekten vazgeçmedi.”

Günümüzün sosyal medya ağlarında yalın kılıç boy gösteren ahlak ve fikir zabıtalarının, otel ve mahalle yakmaya hazır histerik kalabalıkların başına geçen “kahramanlar”a, Rosa Luxemburg ve Rosa Parks’ı; Nazi kamplarında kurşuna dizilen komünist direnişçi Slovakyalı Katja ve benzer akibeti paylaşan Hollanda’nın ‘Kızıl Saçlı Kız’ı Hannie Schaft’ı; çocuk yaşta yazdığı günlüklerle Nazi zulmünü tüm dünyaya duyuran Anne Frank’ı ve faşist/teolojik diktatörlüklere kafa tutarak canını feda eden nice isimsiz kadın kahramanın abideleşen itirazlarını hatırlatmak gerekir. Belki bir faydası olur umuduyla…

“Hakiki iyilik kötülüğe karşı konumlanmaz. Onu aşar ve siler.”
Simone Weil

Yerleşik/egemen ahlak ve namus normlarının  şeriatına çarpan düşünce ve eylemlerin linç ile cezalandırılmasının geri dünyada politik ve sosyokültürel bir nedenler karşılığı vardır şüphesiz.  Eşit ve özgür bir gelecek tasavvuru iddiasındaki demokratik dinamiklerin aşıp geçmeye çalıştıkları yozlaşmış bir dünyanın “değer”lerine, yöntemlerine tenezzül etmeleri bir hayli sorunludur. Bunda ısrar etmek, sahiplerini kaçınılmaz olarak siyasal ve kültürel bir şizofreniye sürükler, gericileştirir ve onları giderek  düşman bildiklerine benzetir. Eleştirel aklın öğretici, onarıcı kıymetiyle, tahripkâr yol ve yöntemler kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır.

Biçimi, dildeki imgesel ve metaforik kimi anlatımları; indirgemeciliği, mecaz ve hicivle süslenmiş ifade tarzlarında düşülen hataları özün karşısına dikmenin, ardından da bunun üzerine düşmanca kampanyalar inşa etmenin kendisi ne kadar adil ve alternatif bir bakış olabilir?

Mevcut dünyanın eşitsizliklerine itiraz eden ve bu eşitsizliklerin bir daha üremeyeceği bir gelecek tasavvuruyla mücadele yürüten düş yoldaşları ve dost güçlerin kendi aralarındaki ilişki ve çelişkilerin, iletişim(sizlik) sorunlarının ele alınış yöntemi her zamankinden daha önemlidir.

Zira sosyal medya ağları; onu yaratan, denetleyen, orada biriken devasa boyutlardaki bilgi ve görsel veri havuzunu  diledikleri gibi kullanan güçlerin, istihbarat odaklarının her türlü manipülasyonuna açık alanlardır.

Özgürlük arzusundaki kadın hareketlerinin ve komünizm ufkuna sahip anti-kapitalist dinamiklerin tarihsel meşruiyetlerine ve saygınlıklarına gölge düşürecek, dostluk ilişkilerine zarar verecek yanlışlardan uzak durmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.

Beğenmediğimiz, olur vermediğimiz, hatalı bulduğumuz fikirlere karşı bizim kullanabileceğimiz yol, kara propoganda ve linç olamaz.

Çürütülerek işlevsiz kılınmak istenen devrimci eleştirinin yerine eşitsizlikler dünyasının silahlarını kullanmak bizim işimiz olamaz.

Daha da önemlisi, Simon Weil’in işaret ettiği derin hakikate uygun yeni tipte bir komünal kültürün inşası için omuz omuza yürümektir.

Ama gözü de yıldızlardan ayırmadan…



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Makale Haberler