“Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor, hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor?”
*Rousseau
Her yıl dünyada yaşanan insan ölümleri içinde intihar sebebiyle ölümler onuncu sırada yer almaktadır. En kaba tanımıyla intihar için “kişinin yaşamına bilinçli şekilde uzun bir sürece yaymadan ani bir eylemle son vermesidir” diyebiliriz.. Geçmişten günümüze dinler, felsefe, bilim, ideolojiler intihar konusunda tartışmış ve fikirsel bir sistematik ortaya koymuştur. Kendi varlığının farkında olan insan dışında, kendinin farkındalığı konusunda görüş birliği olmayan hayvanlar dünyasında da “intihar” olarak nitelendirilebilecek pratikler öne sürülmüştür. İntihar, yaşam ve ölüm olgusunun bilinçli farkındalığı ile doğrudan bir ilişki içindedir. Avcılara yakalanmamak için uçurumdan atlayan geyikler, hayvanat bahçesindeki doğal ortamından farklı yaşama dayanamadığı için yavrusunu ve kendini öldüren ayılar ve insan kaynaklı stresten kıyılara vurup intihar eden balinalara günlük gazetelerde karşılaştığımız haberlerdir. Hayvanlar için yaşam ve ölüm konusundaki farkındalık üzerinde fazla araştırma yapılmamış ve yeterince kaynak bulunmayan yeni bir alandır. Bundandır ki bu örnekler üzerinden kesin bir yargıya varmak meseleye yüzeysel yaklaşmak olur. Bizim bu yazıda üzerinde duracağımız konu yazılı tarih boyunca insan ve intihar olacaktır. Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre dünyada her üç saniyede bir intihar girişimi olurken her kırk saniye bir ölümlü bir intihar gerçekleşiyor. Ülkemizde de yakın dönemde siyanürle dört kardeşin toplu intiharı ve ağırlıklı ekonomik sebeplerle yaşanan intiharlar sonrası bu konu belli yönleriyle tartışılmış olsa da devrimci hareketin konuya bakışı yüzeysel bir bilinç oluşturmaktan uzak kalmıştı. Gelişmiş kapitalist toplumlarda yaşanan duyarsızlaşma ve derinleşen yabancılaşma sonrası bireyin intihar günlük bir rutin haline getirirken bazı ülkelerde bir hak kapsamında tartışmaya açılmış ve belli ülkelerde Ötenazi Hakkı olarak yasalaşmıştır. Fakat meseleyi “tamam ölmek istiyorsan öl, bu senin özgürlüğün” diye modernite olarak pazarlayan burjuva ahlak esasen intihara yol açan sebebi gizlemeyi amaçlar.
Kabile Toplumlarında İntihar Olgusu
Bireyin yaşamına son verme eylemi olan intiharı sınıfsal farklılaşmaların kapitalist topluma göre çok daha zayıf olduğu avcı-toplayıcı kabile gruplarında da farklı biçim ve yoğunlukta görmekteyiz. İnsanın öteki dünyaya bu dünyadaki bedeni ne durumda ise o şekil gidebileceğine inanan bazı kabile toplulukları bedeni sakat ve yaşlı olmadan yaşamını sonlandırmayı tercih etmiştir. Vikingler’de ise doğal yollardan ölüm aşağılayıcı görülmüş ve yaşlıların uçurumdan atlayarak intihar etmesi yaygın yaşanmıştır. Yeni Gine Trobrian adası yerlileri için intihar yasal ve faziletli bir davranıştır. Zehirli bir balığın kesesini yutma ya da yüksek bir ağaçtan atlama şeklinde ritüelleri belirlenen intihar, kendini cezalandırma, eski saygınlığına kavuşma acıdan kaçmak gibi sebeplerle yapılırdı.Uganda ve Kenya’da yaşayan Gisu Kabilesi içinse intihar kötü ruhların işi bulaşıcı bir hastalıktır. Bundan dolayı intihar eden kişinin yakınlarını korumak için dokunduğu her şey yok edilir. Yeni Zelanda yerlileri Maoriler intiharı onursuz ve utanılacak bir davranış olarak görürken, Eskimolar ve Kızılderili kabilelerinde bu dünyadan daha iyi olduğuna inanılan öte dünya inancı, ölümü küçümseyip daha güçlü bir bedenle yeniden dünyaya gelme, onurunun zedelenmesi haksızlığa uğrama vb. sebeplerle yapılan intihar yaşamın doğal bir parçası olarak ele alınmıştır.
İlk Çağ Yunan Felsefesi Ve İntihar
Antik Yunan’da intihar hasta, aciz ve yaşlı soylular arasında sıkça yaşanan bir durum olmasından dolayı pek çok filozof bu konuya ilişkin fikir yürütmüştür. Yaşamın amacını zevk ve mutluluk olarak gören Hedonist Kirene Okulu, Kuşkucu ve minimalist bir yaşamı savunan Kinik Okulu ile mutlu ve doğaya uygun bir yaşamı savunan Stocacılar insanın kendine özgür diyebilmesi için yaşamı ve ölümü üzerinden tam hak sahibi olması gerektiğini savunmuş ve intiharı bir fazilet olarak görmüşlerdir. Hatta Kinikler: “insan doğasına uygun olmayan bir yaşama sahip değilse intihar etmelidir” tarzı öğütlerinden ölümlere yol açmakla suçlanarak pek çok şehirden kovulmuşlardır. Kinizm’in bilinen temsilcilerinden Sinop’lu Diyojen’de “Ölümden korkmanın manasız olduğu ve kötü bir yaşam sürdüren kişi açısından intiharın çözüm olacağını” savunmuştur.
Öte yanda aksi fikirde olanlar ve intihara karşı çıkanlar da azımsanmayacak kadar çoktur. Pisagor’a göre bu dünyada yaşamak tanrının insanlara verdiği bir cezadır. İnsan yaşamını bilim ve felsefe ile ruhunu arındırmak için harcamalı ve sonsuz yaşama sahip ölümsüz insan ruhunu esas almalıdır. Tanrının insana buyruğu budur ve buna karşı çıkan insan tanrıya da karşı çıkmış olur. Pisagor’dan etkilenen Platon’un da tavrı benzer şekilde olmuştur. Devlet ve Yasalar isimli kitaplarında intihara açıkça karşı çıkan Platon intihar eden kişilerin halk mezarlığına gömülmemesi gerektiğini savunmuştur. Aristo’da intihara katı bir şekilde karşı çıkmış onu devlete karşı işlenmiş bir suç aynı zamanda korkaklık olarak görmüştür.
Özetle Antik Yunan’da egemen sınıflarla olan yakın ilişkileri olan ruhun ölümsüzlüğünü, halkın filozoflar ve soylular tarafından yönetilmesi gerektiğini savunan idealist filozoflar genel olarak intihara karşı çıkarken hazcı ve hedonistler bu konuda aksi fikirde olmuşlardır. Antik Yunan’da toplumsal hayatı düzenleyen ve M.Ö 7.yy da yazılan Drakon ve Solon kanunları ise önceden devlete bildirilmesi şartı ile intiharı bir suç olarak görmemiştir.
Tek Tanrılı Dinler ve İntihar
Tek tanrıcı dinlerin ilki olan Yahudilik’te intihar kişisel cinayet olarak görülmüştür. Yahudi inancına göre tanrının, Musa vasıtasıyla gönderdiği 10 Emir’den “ öldürmeyeceksin” ve intihar zıtlık içerisindedir. Bundan dolayı bu kişisel cinayet tanrının iradesine açıktan bir meydan okuma olarak görülür. Bu kişilerin arkasından defin öncesi onu öven kasideler okunmaz ve mezarlık içinde gözden uzak bir mezar yerine defnedilirler. Ancak geleneksel İbrani hukuku bu meseleye “İnsan aklı başında iken böyle bir fiili işleyemez, bundan dolayı da bu fiilden sorumlu tutulamaz” gibi intihar edenlerin ailelerini rencide olmaktan kurtaran ara çözüm yaratmıştır.
Bunun yanında MS 70 yılında Romalı Komutan Titus tarafından bugün İsrail topraklarından yer alan Masada Kalesinde*(Sağdaki resim) üç yıl süreyle kuşatma altında kalan ve kurtulma umutları kalmayınca teslim olmak yerine intihar etmeyi seçen 967 Yahudi bugün İsrail tarihinde gurur verici bir öğe olarak ele alınmaktadır. Din ve ulus kimlik inşaa etme arasındaki olası çelişme durumunda bu olay özgülünde en katı görünen din verisyonlarının bile göründüğü kadar katı olmadığı ve egemen sınıfın çıkarları için nasıl eğilip bükülebildiğini görebiliriz.
Hristiyanlık çıkışı itibariyle Roma köleciliğine karşı ezilen geniş bir kesimin savunuculuğuna soyunmuştu. Bundandır ki köleler, fahişeler, yoksullar ve Yahudilerin bir kısmı bu yeni dine sempatiyle yaklaşmıştı. Ağır baskı altında olan bu kesimler içinde intihar o dönem oldukça yaygındı. Bundan dolayı ilk dönem Hristiyanlık için intihar olumlu karşılanmasa bile cennete gitmeye bir engel olarak görülmemişti fakat bu “hoşgörü” uzun sürmeyecekti. Her ne kadar İncil’de ”Eminim ki, ne ölüm, ne yaşam, ne melekler, ne yönetimler, ne şimdiki ne gelecek zaman, ne güçler, ne yükseklik, ne derinlik, ne de yaratılmış başka bir şey bizi Rabbimiz Mesih İsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir.” denilerek hiç bir şeyin İsa’ya iman edenleri tanrının sevgisinde ayıramayacağı açıkça ifade edilmiş olsa da Hristiyanlığın 379’da Roma İmparatoluğu’nun resmi dinine dönüşmesi sonrası Aziz Agustinus (354-430)tarafından intiharın her çeşidi günahkarlık olarak tanımlanmış ve cennetten tanrının sevgisinden mahrum olacakları ve sonsuz bir azabın onları beklediği ifade edilmiştir. Bu farklılaşma kendini her ne kadar “İnsan hayatı tanrıya aittir” diye açıklasa da esasta amaç insanın köleci ve feodal devletler açısından bir üretim ve değişim aracı olması ve bu aracın kendini yok etmesinin önüne geçme ihtiyacıydı. Bugün “her aileden beş çocuk istiyorum” diyen modern zorbalar da aynı mantık içinde öncellerinin yolunu takip etmektedir. Ortaçağ boyunca Hristiyan dünyasında intihar edenlere karşı kilisenin tavrı sertleşerek sürmüştür. Bu dönem İngiltere ve Fransa’da intihar edenlerin cenazeleri yakılıyor, fıçı içinde nehre atılıyor ya da kazığa geçirilip sergileniyordu. İngiliz ve Fransız Devrimlerine paralel gelişen Aydınlanma felsefesi ile bu katılık büyük oranda kırılmış olsa da, Katolik Hristiyanlar için bugün hala intihar eden biri Katolik mezarlığına gömülmediği gibi cenazesinde de bir din görevlisi bulunmaz.
İslam intihara diğer tek tanrılı dinlerden daha net bir şekilde hiçbir muğlaklık bırakmadan kesinkes karşı olmuştur. Kuran Nisa suresinde “Kendinizi öldürmeyiniz” derken Hadisçi Buhari Muhammed’in “İple boğazını sıkarak intihar eden, boğazı sıkılarak azap görür. Herhangi bir bıçakla intihar eden, cehennemde bıçaklanarak azap görür” dediğini yazar. Fakat diğer tek tanrılı dinler nasıl yasaklar ve korkutmalarla bir çözüm üretemediyse, İslam için de durum farklı olmadı. Bundan dolayı İslam intiharı zina, içki gibi haram kılınmış bir günah olarak gördü. İntihar edenleri dinden çıkmış (Kafir) değil günahkar olarak görüp islami cenaze ritüelleri uygularken bu kişinin cehenneme gideceğini söylemekten de geri durmadı.
Evrim, Psikoloji ve İntihar
Canlıların hayatta kalmak için koşullara uyum sağlama süreçlerini inceleyen ve 1856’da yayınlanan Türlerin Kökeni isimli eseri ile evrimin babası olarak anılan Charles Darwin bu eserde “Doğal seçilim asla kendine zarar veren bir canlıyı üretmez” diye yazıyordu. Elbette bu belirleme ile intihar eylemi arasında ciddi bir tezatlık vardır. Harward Üniversitesinde çalışmalarını yürüten Nörolog ve Psikoterapist Clifford Soper İntihar üzerine hazırladığı doktora tezinde insanın kendini öldürmesine sebep olarak insanın zihinsel evrimini gösteriyordu. Özetle Soper için intihar zihinsel gelişmişliğimizin bizlere çıkan faturasıydı. İstatistikler zihinsel gelişimini tamamlamamış yedi yaş altı çocuklarda intihar vakalarına hiç rastlanmadığını 8-10 yaş arasında nadiren görülen bu durumun 15-24 yaş arası benliğin tam olarak farkına varıldığı dönemde ise tüm intiharlar arasında ilk sırada olmasından hareketle Soper akıl hastalıkları ve dinin intihara karşı geliştirmiş olabileceğimiz savunma mekanizmaları olabileceğini iddia etmiştir. Öte yandan bunun doğal bir eylem olmadığını savunan evrim bilimciler de vardır. Bu tezi destekleyen İntihar Bilimci Thomas Joiner intiharı kişinin kendini ya da sevdiklerini acıdan koruması ve psikolojik rahatsızlıklar üzerinden açıklamaktadır. Evrimsel Psikiyatrist Randolph Resse ise intiharın birleştirici tek bir evrimsel teori ile açıklanmasının mümkün olmadığına buna pek çok etkenin sebep olabileceğini savunmuştur. Evrimbilimin intihara ilişkin tezleri tam bir sonuca varmamış olsa bile bilimsel bir bakış açısının kapısını aralamada oldukça faydalı olmuşlardır.
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud ise intihara ilk başlarda depresif sorunlar üzerinden bir açıklama getirmiş olsa da sonraları varlığı bugün hala psikoloji çevrelerince tartışılan “ölüm içgüdüsü” kavramını öne sürmüştür. Thanatos olarak adlandırdığı bu içgüdü her insanda yaşam içgüdüsü Eros’la dengeli halde olduğunu öne süren Freud intiharı “Zalim ya da katı süperegonun egoyu yaşamaya layık bulmayacak kadar aşağılaması ya da süperegonun baskısı altında kalan egonun vaktiyle ihtiyaçlarını karşılamayarak kendisini sürekli engelleyen ebeveynin temsilcisi olan süperegoyu yok edişi, bir bakıma egonun süperegodan intikam almasıdır” şeklinde bir yaklaşım getirmiştir. Belli yönleri ile Marx’ın Yabancılaşma’sından etkilenen Erich Fromm ise Freud’dan farklı olarak bunun doğuştan bir içgüdü olmadığını doğa ve diğer insanlarla doğru şekilde ilişkilenememenin kişiyi sakatladığını ekonomik gelişme ve mutluluğun beraber olamayacağı ve bundan dolayı ilerde intihar vakalarının çok daha fazla görüleceğini söyler. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adlı eserinde Fromm “insan, fincanla atılan zar gibi salt bir nesneymişcesine yaşayamaz. Yiyip içen ya da üreyip çoğalan bir makine düzeyine indirgendiğinde, gereksinme duyduğu bütün güvenceye kavuşmuş olsa bile, çok acı çeker, insan canlı, hareketli bir yaşam ve heyecan arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi için kendi yaratır” der ve bu sıradanlığın varabileceği intiharların içgüdülerden farklı olarak tutku ve arzuların (cinsellik, sevgi, güç, ün, öç) gerçekleşmesi aşılabileceğini söyler. Bunun yanında Psikoloji alanında öne çıkmış bilim insanları intiharı: Saldırganlık, cezalandırma, güçlüklerden kaçınma, başka birini öldürme istediğinin kendine yönelmesi, tehdit, intikam metodu, yardım çağrısı, mesaj vb. vb. pek çok farklı başlıkla tanımlamaya çalışmaktadır.
Politik ve Kültürel Anlamda İntihar
İnsanın ölmek amacıyla kasten kendine yönelik bir saldırganlığa girişmesinin intihar olduğu konusunda genel bir fikir birliği bulunmasına karşın insanın bir başkası ya da bir amaç için böylesi bir eyleme girişmesinin intihar olup olmadığı sıkça gündeme gelen ve tartışılan bir konudur. Kültürel intiharların en bilinenleri için Japonya’da feodal dönemde savaşçıların efendisinin ölümü ya da savaşta yenilgi sonrası gerçekleştirdiği Seppuku (Harakiri) ve Kamikaze Pilotlarını söyleyebiliriz .2.Emperyalist paylaşım savaşı boyunca 3843 Japon pilotu patlayıcı ve yakıt yüklü uçaklarla intihar dalışı yaparak yaşamını yitirmişti. Militarizmin tüm dünya da zirve yaptı bu dönemde esasta egemenler tarafından geçmiş kültürel öğeler üzerinden orduya saygı ve halkın savaş yüküne tahammülü yükseltilmeye çalışılmıştır. Ölümle içli dışlı olmayan batı toplumlarına ise gözü karalık mesajı verilirken içte de kültürel ve ideolojik bir şekilleniş amaçlanmıştır. Kamikaze pilotluğunda daha önce değindiğimiz psikolojik, felsefi öğelerden çok farklı bir motivasyon üzerinden bireyin kendini acılardan kaçınmanın aksine İmparator için öldürmesi sistematiği yaratılmıştır. Kamikaze saldırılarının ABD güçlerine verdiği zarar savaş boyunca 7000 asker gibi oldukça sınırlı bir düzeyde kalmış olmasına karşın yarattığı şekilleniş ile savaş tutsaklığı oranı batı ordularında her 4 askerden 1 iken bu durum Japon Ordusunda her 170 askerden 1 oranında gerçekleşmiştir. Savaş sonrası hayatta kalan Pilotlardan Osamu Yamada ruh halini şöyle açıklıyordu : “Yönümü kaybetmiş, gücümü yitirmiş hissettim. Kendime inancımı yitirmiştim. Sanki ruhum içimden çekilip alınmıştı” Gönüllük esasına göre seçilen pilotlar için bazı tarihçiler bir odaya toplanan Pilotlara “gönüllü olmayanlar elini kaldırsın” diye soruluyordu, böyle bir ortamda kişinin özgür iradesini ortaya koymasının çok gerçekçi olmadığı teziyle yaklaşmışlardır. Savaş sonrası Japonya’da ekonomik ve siyasi değişime paralel mantalite de ciddi değişiklikler yaşanmıştır. 2015 yılında Win/Gallup şirketince yapılan ve “Ülkeniz için savaşır mısınız” anketine Evet diyen ülkeler anketindeki oranlar bunu kanıtlar niteliktedir; Pakistan: %89,Hindistan: %75 ,Türkiye: %73,Çin: %71,Rusya: %59,ABD: %44,Britanya: %27,Japonya: %11. Bu sonuçlar bize kültürün nasıl değişken olabileceğini de en çarpıcı biçimde göstermektedir. Elbette ki militarizm konusunda değişen intihar kültürü Japon toplumu için hala baskın karakterde farklı sebeplerle yaşam devam etmektedir.
Politik “intihar” kategorisinde ise ölüm oruçları ve canlı bomba eylemleri farklı çevrelerce çoğu kez intihar kapsamında ele alınmaktadır. Ülkemiz özgülünde geniş kesimlerin pek çok kez nereye koyacağını ve nasıl tavır alacağını bilemediği bu tarz eylemlere son otuz yıl içinde pek çok kez tanık olduk. Tarihte bilinen ilk açlık grevi Roma’da yaygın uygulanan devlet vahşetine karşı aynı zamanda İmparator Tiberius’un yakın arkadaşı olan Avukat Nerva’nın vahşetin durması için yaptığı ve ölümle sona eren eylemdir.20.YY’da kadın hakları için mücadele eden Süfrajetler ve İngiliz sömürgeciliğine karşı Gandhi açlık grevi yapmıştır.Açlık grevleri İrlanda, Türkiye, Kürdistan, İsrail, İran, Fransa hapishaneleride ki yaşanan eylemlerle kitlesel bir direniş halini almıştır. Bu yeni eylem biçimine karşı Dünya Tıp Birliği 1975 Tokyo Bildirgesi ile Hekimlere müdahale hakkı tanımış olsa Hekim Örgütleri bugüne kadar konunun etik boyutu konusunda tam bir fikir birliği içinde sağlayamamıştır. ABD Sağlık Bakanı Sekrekeri 2006 yılında Guantanomo Hapishanesinde süren açlık grevlerine müdahale konusunda sorulan soruya :”Bir kişinin intiharına izin verir misiniz? Yoksa sağlığını koruması için gerekli önlemleri alır ve hayatını mı korursunuz? diye cevap veriyordu. 1991 Dünya Tıp Birliği Malta Bildirgesi ile açlık grevleri açıkça yazılmasa bile intihar olarak görülmüş ve “Açlık grevcisi bilinci bozulup bu nedenle karar verme yeteneği ortadan kalktığında ya da komaya girdiğinde, hekim hastası ile açlık grevi sürecindeki görüşmeleri ve bu dönemde oluşan karar doğrultusunda hastasının tedavisi için tedavi konusunda onun yararına olacak en doğru kararı vermekte serbesttir” maddesi ile inisiyatif hekime bırakılmıştır. Politik bir eylem ve direniş biçimi olan açlık grevleri genel olarak Emperyalist-Kapitalist Devletler ve onların güdümündeki Tıp Kongrelerince zorla müdahaleye zemin oluşturmak için intihar biçiminde ele alınmaktadır. Ancak esasen açlık grevleri insan onuruna aykırı yaşam koşullarının düzeltilmesi üzerinden gelişen amaç ölmek olmamakla birlikte ölümlerin gerçekleşebildiği eylemlerdir. Bundan dolayı intihardan farklı bir kategoride ele alınmaları gerekir. Ülkemiz şartlarında pek çok örneği bulunan bu eylem biçimini devrimci hareket içinde rasyonel bir biçimde tartışmak çoğu zaman ne yazık ki mümkün olmamaktadır. Buna engel bazen eylem içinde eylemi tartışıp eylemi zayıflatma kaygısı iken bazen de meseleyi şehit, gazi, bedel, hain, kaçkın vb. fanatizm biçiminde ele alan dogmatik-popülist anlayışla çatışmaktan kaçınma kaygısı olmaktadır. Bu da çoğu zaman hakim sınıfların aleyhte yarattığı bilgi kirliliği ve algı yönetimine zemin hazırlamaktadır. Ülkemizin yakıcı bir gerçeği olan açlık grevi ve intihar saldırısı gibi eylem biçimlerinin toptan reddetme ya da her koşulda meşru görme kaygısına düşmeden tüm tabu ve komplekslerden uzak, amasız ve fakatsız, birey-örgüt ilişkisi, gönüllük-mahalle baskısı gibi karşıtlıklar içinde geniş bir konu olarak ele alınması gereklidir.
Marks ve İntihar
Karl Marks’ın az bilinen yazıtlarından birisi de Paris Polis Arşiv Müdürü Jacques Peuchet’in anılarından bazı kısımların çevirileri ile 1846 yılında yazılmış makalesidir. Bu makalede Marks kendi görüşlerinden daha ziyade Fransa’da yaşanan kadın intihar vakaları ile Kapitalist Toplumun kadın üzerinde kurduğu çok yönlü baskı yarattığı yıkımı yaşanmış vakalar üzerinden ortaya koyar. Marks metni çevirirken yaptığı renklendirmeler seçtiği paragraflar ile sublimal bir yorum içinde olmuştur. Marks, Polis müdürü tarafından anlatılan ve intiharla sonuçlanan bir vaka için şu yorumu yapar : “Talihsiz kadın katlanılmaz bir köleliğe mahkum edildi ve bu köleliği dayatan Monseur de M .. ‘ den başkası değildi. Üstelik bunu bir yanda medeni kanuna ve mülkiyet hakkına, bir yandan da aşkı sevgililerin özgür duygularından koparan ve cimrinin hazinesine yaptığı gibi kıskanç kocaya karısını kilit altında tutma izni veren toplumsal şartlara dayandırmıştı; çünkü kadın, sadece adamın mülkiyetinin bir parçasıydı”. 1844 El Yazmalarında Marks kapitalizmin bireyi kendine ve topluma yabancılaştırması konusunu geniş olarak işler. Marks için intihar, dönüşüm isteyen hasta bir toplumun göstermiş olduğu semptomlardır. Bundan dolayıdır ki yaşamı boyunca esas yoğunlaşmasını bu “hastalığa” yol açan sistem yani Kapitalizm üzerine yapmıştır.
Kadın intiharları, İşçi intiharları, Ergen İntiharları, Sanatçı intiharları vb. pek çok kesimde gözlemlenen bu eylemi Sosyolojik, Psikolojik ve Fizyolojik pek açıdan ele almadan doğru değerlendiremeyiz. Emperyalist ideologların Sosyalist Devletlere karşı uzun yıllar kullandığı argümanlardan biri “İnsanı temel ihtiyaçların karşılanması derecesine indirgeyen mekanik bir sistem insanın doğasına terstir” oldu. İnsanın en temel ihtiyaçlarını (iş, eğitim, sağlık, barınma) dahi karşılamayan Kapitalizm için ne kadar da “iddialı” sözler.. Sovyet Film Yönetmeni Sergei Ayzenstein’a Paris’te 1929 yılında 3000 seyircinin bulunduğu konuşmacı olarak katıldığı bir etkinlikte “SSCB’de gülmek yasak mı ?” diye sorulur. Ayzenstein bu soruya tüm salona bulaşan kahkahası ile yanıt verir. Sosyalizm insanı metalaştıran, onu kendine, topluma ve emeğine yabancılaştıran alınan ve satılan bir mala dönüştüren Kapitalizm karşısında insanlığın ekonomi, bilim, sanat, felsefe ve insanlaşma da vardığı en ileri aşamasını temsil eder. Karmaşık alet yapımına paralel ortaya çıkan doğaya yabancılaşma ve sınıfsal farklılaşma ile derinleşerek on binlerce yıla yayılan intihar, yaşam, ölüm, sevgi, acı, mutluluk, haz vb. pek çok şeyi anlamada daha yolun başındayız ve daha yüzlerce devrime ihtiyacımız var belki ama diyalektik materyalist metot ile buz kırılmış yol açılmıştır.