Bizimle iletişime geçin

Makale

Kemal Ekinönü Yazdı: Birlik İsteğinden Önce Ayrılıkçılığın Maddi Temeline Yönelmek

Şimdi en ileri olandan başlayarak, en yakın duranın omuzuna dokunarak güçleri birleştirmek ve en gerinin bağrına bilinçli bölükleri seferber ederek onları kendi kurtuluşları hedefinde birleştirmenin acil zilinin çaldığı eşikteyiz

Patika ailesine “birlik” sorununa ilişkin makaleyle giriş yaptım.  Bu başlığı kapatmak üzere, eksik kaldığını düşündüğüm önemli birkaç noktanın da işlenmesi gerekti.

Türkiye devrimci hareketinin mücadele tarihinde güç biriktirme; devrimin güçleriyle birleşme yönünde değil de ayrılıklar yönünde gösterdiği eğilim ve/veya zaaflı yaklaşımının iki noktada özetlenebilecek tarihsel “şanssızlığı” oldu. Bu gerçekliği anlamak ve önümüzü daha aydınlık görmek için, geriye dönüp ezilenlerin ve devrimcilerin birbirine ulaşmasını sınırlayan bu zincirlerimizi ne zaman ve nasıl ördüğümüze bakmakta fayda var.

Bunlardan ilki, 71 kopuşunu gerçekleştiren THKO, THKP-C ve TKP/ML ile ete kemiğe bürünen üç siyasal çıkışın, önderlik kadrolarının, kimisinin henüz teorik formatını, kimisinin de örgütsel süreçlerini tamamlayamadan imha edilmeleri oldu.  Reformizmden ve sistemden kopuşun heyecanını henüz kendileri bile dolu dolu yaşayamamış bu önderliklerin peş peşe imhası, onların bıraktığı mirası devam ettirenlerde sadece büyük bir öfke yaratmadı, etki travmatik de oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez duyulan sözler, kurulan cümleler ve ayağa kaldıran dönüştürücü pratikler ortaya koyan bu üç örgütün önderliklerinin imhası, ezilenlerin aklı ve zekasının kolay kabul edeceği bir durum değildi.  Doğrulmaların ve kırılmaların bu keskinliğinin mirasçılarında tetiklediği ilk tepki, bu önderliklerin söz ve eylemlerinin, teori ve pratiklerinin “olduğu gibi” savunulması ve geride bıraktıkları değer adına ne varsa onların olduğu gibi korunması oldu.

İkincisi, çıkışı örgütsel olgunlaşma durumuna getiren süreç yoğun bir araştırma, inceleme ve birbirleriyle yoğun tartışmalarla ulaşılan bir düzey olduğu halde, yukarda izah edilen sahipleniş biçimi mantık üzerinde kör bir etki yarattı. Her üç örgütte mirasçıları oldukları önderliklerin sıçrayışını sağlayan bu gerçekliği unutarak, örgütlerinin ve önderliklerinin imha edilirken ki zamana taşıyabildikleri siyasal teorik dokümanı ‘tamamlanmış’ kabul etiler. Tam da bu noktada olan şey birincisi, örgütlerin değerlerini “eleştirisiz” sahiplenmesinin düşünce biçimine etkisi olarak dogmatizme sapma, İkincisi de komünizm için mücadelede Marks’tan Mao’ya ulaşan birikimin incelenmesinin önemsizleşmesi oldu.

Kuşkusuz Marksizm dokümanının bir tarafa atıldığı anlamında olmadı bu. Aksine, özellikle 75-80 yılları arası dönem Türkiye- Kuzey Kürdistan’da Marksist kaynakların okunması ile gerçekleşen politikleşme tüm zamanların doruğunu gördü.  Ancak bu okumalar, Marksizm’in yol göstericiliğine duyulan ihtiyaçtan çok, yukarda sözü edilen savunma tarzı nedeniyle, 71 önderliklerinin bıraktıkları doküman ve tecrübeleri geliştirmek, sıçrayışı ve kopuşu ileri taşımak, zamanın ve koşulların ortaya çıkardığı olguların “eskimiş” olarak gösterdiklerinden vazgeçmek, eksik ve tamamlanamamış olanları tamamlamak yerine, elde kalmış ve “eksiksiz” olarak kabul edilenin “eksiksizliğini ve hatasızlığını” doğrulamak maksatlıydı.

Toparlanma sürecinde ise bir yandan, bu katliamların hesabını sorma öncelenirken, paralel süreçte içerden ya da dışardan dillenen her eleştiri de On’ların görüşlerine ve anılarına saldırı gibi algılandı. Bu savunma biçiminin bilinçlerde inşa ettiği şey ise, bilinçlerde sarsıcı etki yapan önderliklerimizin bıraktığı mirasın, “tam ve eksiksiz oldukları” inancını yerleştirmek oldu. Hal böyle olunca, özellikle yetmişli yıllar boyunca Marksizm okumaları da sadece bu ön kabullerimizi doğrulayan alıntıları bulup onları bu iddiamıza kanıt olarak sunmakla işlev gördü.

Kuşkusuz burada, Marks’ın, “Bütün genellemeler yanlıştır, bu dediğimde öyle” veciz sözünü unutuyor değiliz.  Yenilgi sonrası, toparlama süreci boyunca her üç örgütte de teorik politik yetkinliğe ulaşmış, Marksist metodolojiyi kullanarak, hareketi bulunduğu koşulların şartlarına müdahale üzerinden yürütmeye çalışan tek tek bireylerin olduğunu kabul etmek gerekir. Ne var ki THKP-C ve THKO için detaylara “haddin” kendini hatırlatması nedeniyle giremesek de Kaypakkayacı hattın bütün bir süreci ve kesimleri için bu genellemenin elle tutulur verilerinin fazlasıyla var olduğunu söylemek abartı olmaz.

En iyi bilinen iki örnek yeterlidir. Örneklerden biri 1. konferansta alınan karar gereği olarak sosyo ekonomik yapı incelenmesi görevi alan SB’nin  1980’de tamamladığı 90 sayfalık raporda gösterdiği tüm verilerin Marksist yöntemle sentez halinde Türkiye’nin esas olarak kapitalist olduğunu ortaya koyuyorken, metodun değil, örgüt kamuoyunun “beklentisine” uygun olarak araştırma sonucunun  “yarı feodal, yarı sömürge” olarak  tanımlanması; diğeri de, Kuzey Kürdistan’daki çelişmelerin  Türkiye’den farklı özellikler gösterdiği gerçeğini dile getiren kadroların her süreçte lanetlenir gibi “seksiyoncular” tanımlamasıyla baskı altına tutulmasıdır.

En tartışmasız kanıt da Kaypakkaya’nın sistemden siyasal ideolojik kopuşunun kanıtı olan görüşlerine TKP/ML’nin kırk beş yıl hiç dokunmamasıdır. TKP/ML’nin mirasçıları, Kaypakkaya’nın bilinen görüşleriyle gerçekleştirdiği kopuşu, onun ulaştığı sınırda çerçevelemiş, önder olarak Kappakkaya’yı da “ulaşılmaz seviye” olarak idealize etmiştir. MKP’nin yirmi yıl önce gösterdiği özgüveni dışarda tutarsak, TKP/ML’nin her iki kanadının iki yıl öncesine kadar kongreye cesaret edememesinin bilinçaltı kilidi bu olmuştur.  Ki, iki yıl öncesinde yapabildikleri “kongrelere rağmen bile, hala, Kaypakkaya’nın dokümanını yaşadığımız zamana taşıyacak irade göstermemiş olmaları da başka bir sorun.

Kuşkusuz ki, komünizm adına, komünizm teorisi ve yöntemi ile bu uzun çelişme hali, keyfi bir tasarruf olarak okunamaz. Okunamaz çünkü, Türkiye- Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin bu düşünme tarzında tarihsel, kültürel özgünlüğün ağır, etkileyici payı, yani sosyal kaynağı vardır. Bu kaynağı, sanayi toplumu aşamasını yakalayamamış, bilgi, kültür ve deneyimi köylü toplumuna has doğaçlama yoluyla kuşaktan kuşağa aktarmakla hafıza edinmiş olmakta tanımlayabiliriz. Hatta bu tanımlamayı, bir İslam toplumu olması nedeniyle asırlardır ‘varlık’la, doğayla ve birbirleriyle ilişkileri doğma ve kutsallıklarla iğdiş edilmiş bireylerin toplamından oluşmuş bir toplum olduğumuz kertesine taşıyabiliriz.

Bu kültürel şekillenişin sonucu olarak yaşanan uzun tarihsel süreç boyunca düşünme yapılanmasını kutsallıklar üzerine kurmuş bir toplumun bağrından çıkan ve ‘mevcudu’ reddetmeye azmetmiş birey ve örgütlerin eski toplumun kendilerindeki etkilerini, elbiseyi çıkarır gibi çıkarıp atacağı olanaklı değildir. Sorunumuzun sosyal kültürel temeli budur. Bulduğumuz her “yeniye” biçtiğimiz ilk değer hep kutsallık kapsamında algılandığı için, geliştirmek yerine “korumak” esas alındı. Haliyle geleneksel algı ile bilimsel ‘miras’ çelişmesinde çıkarılan şey, sisteme karşı, sistemin ezdikleriyle hızla birleşmek yerine, eldekini olduğu gibi korumak ile, onu uygulama aşamasında sosyal hayatın dayattığı gerçeklerle sürekli deştirmek ve tahkim etmek arasında cereyan edince, ürettiği şey bölünmeler oldu.

Gerçek açmazı da burada isimlendirebiliriz: 71 kopuşunun diğer iki örgütünde olduğu gibi, TKP/ML’de de yaşanan ayrılıkların esası diyalektik değil, mekanik ayrılıklardır. Ancak bu mekaniklik sadece örgütleri ayrılıklarla teslim almadı, devrimci hareket birbirine karşı ilişkilerde de aynı kabalık tarafından teslim alındı. Birbirleri arasındaki çelişmeler eşyanın doğası gereği, halk arasındaki çelişmelerin bilinçteki tanımı olarak ideolojik farklılıklarken, bu farklılıkların ele alınışı esasta siyasal mücadelenin yöntemleriyle gerçekleşti. Başka bir ifadeyle, devrimci hareketin birbirlerinden ‘uzaklığı’ ideolojik farklılıkların sonucuyken, bu durum, bazı örgütlerde birbirlerini siyasal hasım olarak karşılıklı konumlama durumuna götürdü.  Ölçü bu olunca, değil birbirlerine yakınlaşmayı düşünmek, birbirlerini bulundukları ortak faaliyet alanlarında dışlamak, mahalleleri, platformları, okulları birbirlerine yasaklamak gibi akıldışı tutumlarla hırpaladılar.

Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin (ve Kürt politik örgütlerinden PKK nin 1994’e kadarki pratiğinin daha kötü olduğunu hatırlamakla yetinelim) bu olumsuz süreci bize, onun daha genel bir zaafının bulunduğunu gösterir. O da şudur, devrimci hareket sadece kendine miras kalan 71 çıkışını doğru anlamamakla kalmadı, bu tarihsel toplumsal kültürün sonucu olarak Marks’tan Mao’ya biriken teorik pratik tecrübeyi de doğru okuyamadı.

 Marksizm teorisindeki ardışık gelişme ve sıçramaların onun etkide bulunmaya giriştiği koşulların tanımı üzerinde gerçekleştiği kavrayışından yoksunluk, Deniz, Mahir ve Kaypakkaya’dan kalmış her ne ise, onları geliştirerek kopuşu, sistemden tümden kurtulmaya taşıyamadı. Marksizm’i kavramaktaki bu yetersizliği detaylara girmeksizin de anlatmak mümkün.  71 çıkışının mirasçıları komünistler ve sosyalistler, Komünist Manifesto’nun son cümlesinde ete kemiğe bürünen “dünyanın bütün işçileri birleşin” çağrısına dikkat kesilseydi Alman yurttaşları olan Marks ve Engels’in neden Alman işçilerini örgütlemekle yetinmediklerini, aksine pratik çabalarının esasını Avrupa çapında bir örgütlemeyi önceleyerek enternasyonalin temelini atmakta yoğunlaştıklarından anlayabilirdi.

Çünkü, komünizmin hedefine uygun düşen öncelikli örgütleme enternasyonaldi. Yani dünyanın bütün işçi ve emekçilerinin enerjilerinin birleştirilmesiydi. Devrim kitlelerin eseriydi, işçi ve emekçileri kapitalist sömürü ve baskıya karşı birleştirerek devrime sevk etmek de komünist ve devrimcilerin göreviydi. Ve bu hala böyledir çünkü, daha manifestonun yazıldığı zamanda, “kendi suretinde bir dünya yaratmış” olan kapitalizm, dünya çapında bir komünist devrim ile zorlanmaksızın yıkılamaz ve proletarya kapitalizmin yayılma ve örgütlenme düzeyine koşut olarak, o’nu karşılayan bir örgütlülükle hareket edemez ise, kapitalizme karşı nihai zaferi gömeside zorlaşır.

Devrimci hareket, yarım yüzyıllık zaman tüketiminde hapsolduğu küçük dünyalardan, büyük sorular sormaya zaman bulamadı belki ama hiç olmazsa şimdi, “istediğimiz devrimin  sosyal gücü ve enerjisini birleştirmek yoluyla mı yoksa bölmek yoluyla mı kapitalist sistemi aşarız, sorusuna, işçi sınıfı henüz ciddi bir hareket göstermemiş ve hatta henüz ‘kendisi olduğu’ bilincini yeni edinmişken manifestonun “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” çağrısıyla verdiği cevabı kendi pratiğine dönüştürebilir. 

Çünkü bu çağrı hareket kılavuzumuz olmakla sınırlı olmayan, aynı zamanda komünist devrimler için gerekli olan şeyin ne olduğunun da en net fotoğrafı niteliğindedir. Bizim pratiğimiz, o resmi oluşturacak süreçlerdeki muhtemel parçalardan birinin hayalini kuracak yeteneği göstermedi. Tarihsel, geleneksel düşünme biçimimiz ve kültürel kodlarımız sayesinde ayrılıklarla sergilediğimiz mahir tutumun götürdüklerinden bile öğrenmemiz mümkün olmalı artık.

Şimdi en ileri olandan başlayarak, en yakın duranın omuzuna dokunarak güçleri birleştirmek ve en gerinin bağrına bilinçli bölükleri seferber ederek onları kendi kurtuluşları hedefinde birleştirmenin acil zilinin çaldığı eşikteyiz. Ya çıkışını tarihsel materyalizmin sonuçlarından alarak “dünyanın bütün işçileri birleşin” çağrısını yapan manifestonun rehberliği, ya da küçük mülk dünyasının durmaksızın ürettiği “amalar’ın benliği ve bencilliği…



Kasım 2024
PSÇPCCP
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
252627282930 

Daha Fazla Makale Haberler