Kapitalizm, “üretim ilişki” sürecinde tüm maddi varlıkların potansiyel değerine göz diker ve en kısa yoldan müdahale eder. O, göze aldığı her şeyi son kertesine kadar yararlanmak, kullanmak ve tüketerek yok etme mantığına sahip bir “üretim ilişkisinin” siyasal yapısıdır. Bu nedenle, kapitalizmin ne içinde bulunduğu aşırı üretim yoğunluğunun doğuracağı doğa ve çevre tahribatının sonuçlarını düşünür (!) -ve ne de bunun insan yaşamı üzerindeki olumsuz ve yaşamsal etki ve sonuçlarını ciddiye alır. Kapitalizmin sistem olarak “bir sonrasının” gelecek kaygısı yoktur. Günümüzde her şey 24 saat ekonomisine endeksli bir üretim ilişki zorunluluğuna kilitlenmiştir. Bu “üretim ilişkisi” gerek ileri kapitalist ülkeler boyutunda olsun ve gerekse de en yoksul coğrafyalarda bulunan ülkelerde olsun, değişmez ortak bir yanı vardır; aynı amaç ve hedefi gözetmiş olmasıdır. İşveren bu acımasız rekabette uyum sağlamak ve ayakta kalmanın yol ve yöntemini düşünür. O, işçilerin, emekçilerin ve yoksulların yani “üretim güçlerini” pervasızca ve karşılığını vermeksizin sömürmek ister. Kapitalist üretim ilişkisinde; rekabetin doğası gereği birinin bir diğeri pahasına kıyasıya kâr hırsı endeksli bir mücadelesi hep süregelmiştir. Kâr beklentisiyle daha büyüyebilmek ve saray sofralarında, rezidanslarda nasıl şatafatlı bir yaşam sürdürebileceği içindir. Bu zorlu üretim biçiminin olduğu ülkelerde; emekçilerin kendilerini savunma ve hak arama mücadelesinin enstrümanları engellenmiş ve kısıtlıdır. Örgütlenme hakkının (sendikal çalışmalar vs.ler) ise bir “iktidar karşıtı”, “devlet bayrak edebiyatı” veya “yabancı güçlere çalışanlar” gibi mesnetsiz söylemlerle suni gündemler yaratarak, gerçek anlamda işçi temsilcilerinin varlığı sınırlandırılmış, giderekten yoğun baskılara dayanamaz hale getirilmek istenir. Hak arama mücadelesi, özellikle kapalı toplumlarda en zor ve de dayanılması güç koşulların dayatıldığı bir “üretim ilişkisi” olmuştur.
“(…) Üretim sürecinin sosyal niteliği, üretim araçlarının sosyal mülkiyetini gerektirir. Oysa üretim araçları özel kapitalist mülkiyet olarak kalır ve bu durum üretim sürecinin sosyal niteliğiyle bağdaşmaz”. (1)
Kapitalizmin her aşamadaki temel ekonomik kanunu, artı-değer kanunudur. Dolayısıyla günümüz koşulların kapitalist “üretim ilişkiler” insanca bir yaşama engeldir; geleceği tahrip eden, tüketen ve de iç karartan; harıl harıl akan nehir seslerinin kesildiği, kuşların tükendiği bir alan yaratmanın anlayışına denk düşen bir üretim biçimidir. Kapitalizmin nihaiye hedefinde insan ile doğanın birlikte olmasını kabullenmeyen, o ısrarla doğada elde edilebilecek yeni zenginliklerin peşinde koşar. Doğa ile insan yaşamı arasındaki özgürlük, sonuna dek barışık bir sınırsızlıktır, bu tıpkı su ve hava kadar samimi ve birbirine bağlı vazgeçilmezlik gibidir. Oysa kapitalizm bu ilişkiyi hep bir zenginlik fırsatı olarak kollar, doğayı tahrip etmek için en yakın mesafede pusuda yatar zamanı kollar, müdahale için planlar yapar. Kapitalizm, yaşanan mevcut sorunlardan bir parça değil de bir bütün olarak sorumludur.
Kapitalizm geleceğe dair insan unsuruna bir bariyerdir, insanca yaşamanın ve varoluşuna bir tehdit, onun rekabet ve kar hırsı günümüzde en büyük çözümsüzlüktür. Kapitalizm geçmişte olduğu gibi, gelecekte de insanlığa yaşanır bir dünya yaratma alternatifi değildir. O, savaşlarda, kriz dönemlerinde, salgın ve hastalıklarda (Korona virüs vb. gibi), benzer birçok durumun kaynağı ve de sorumlusu olmuştur. Esasında küresel salgın, kapitalist dünya sisteminin ta kendisidir. Her şeyden önce bu hastalıklara neden ve de sebep olan sadece ve sadece kapitalist “üretim ilişkisinin” ve onun “yönetim” sistemi olmuştur.
Tüm bunları zorunlu kılan ve de tek alternatif olması düşüncesiyle yeni bir yaşama kültürünü yaratmıştır. Dolayısıyla, yeni bir “tüketici toplum” anlayışın büyük bir özentiyle yaratılmasındaki önem ve istek baki kalmıştır. Bu sayede yeni “kültür devşirmesi” ile, çok daha üretim çeşitliliği artırmış, mevcut üretim anlayışı ile rekabet yoğunlaşırken, yukarıdaki alıntıda da anlaşılacağı üzere “üretim sürecinin sosyal niteliği” yok olmuştur
Kapitalist sistemin doğası gereği ve ona bağlı olarak yeni “yaşam kültürünün” zorlamasıyla bir beklenti hep süregelmiştir. Bu dayatma arz ve talep ilişkisine yansıyarak kendini ifade ettiğini görüyoruz. Özetle, aşırı üretim ve daha fazla karın hedef alındığı anlayışın adı da kapitalist sistemdir. Bu anlayıştan hareketle, yoğun ve eşitsiz oranda üretimin sürdürülmesi, talebin üstünde üretim ve kâr endeksli stoklamaya yönelme mantığı belirleyici bir etken olmuştur. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren yoğun üretim ve aşırı kâr mantığı, kapitalist üretimde “Fordizm” anlayışı ile dünyadaki “üretim ilişkisiyle” tanıştı ve sürece entegre oldu, daha doğrusu dünyadaki kapitalist “üretim ilişkisi” bu anlayışa uyum sağladı. Ekmeğimizi, suyumuzu, yaşamak için teneffüs ettiğimiz havayı kirleterek yaşama hakkımızı hep tehdit altında tutanda kapitalizmin bu üretim mantığı oldu.
İnsanların sosyoekonomik ilişki ve yaşam alanı kapitalist sistemce tehdit edilirken, insan varlığı “kara paranın aktığı ekonomilerin” insafına terkedilir olmuştur, çünkü o bir kapitalizmdir. Milyonların yaşadığı Rio de Janeiro’dan Cakarta’ya, İstanbul’dan Afrika’ya, Bağdat’tan Hindistan’a, Filipinler’e ve dünyanın dört bir yerinde yılın 12 ayı ve 365 günü çöplükler yanarken; o zehir saçan duman çoktan gök maviyi karartırmış yıldızları, güneşi ve ay ışığını yerinden kovmuş ve insan yaşamını zehirletmiştir. Yaşamı tehdit eden bu kara zehir içinde bir parça umut arayanlarda yoksullardır, yani insanlar vardır.
Yanan o çöplüklerden ekmek ekmek diye yükselirken çığlık sesleri, kara parayı bu çöplükler üzerinden ceplerine indirenlerde kapitalist sistemin kendisidir ve yandaşları olmuştur. Şu bir gerçek ki, yanan çöplükler kapitalizmin işe yaramayan artıkdeğeri ve kendi deyimleriyle kullanılmayan, eskimiş demode olmuş kültür artıklarıdır. İç karartıcı olanda, insanlığın bundan beslenmeye mecbur bırakıldığı bir dünyada yaşamaya terkedilmiş olmaları, işte bu kapitalizmdir.
İnsanlar yaşarken bazı şeyleri unutarak görmezden gelmiş olsalar bile, hayatın maddi gerçekliği bunu asla ama asla affetmiyor. Konuya “doğa bilimleri” (2) noktasında anlamaya ve baktığımızda görülecek ki, doğanın insanüstü etkisi yadsınamayacak kadar güçlüdür. Bu yaklaşım özünde diyalektik bir etkileşim olmakla birlikte, doğa kuralıdır. İlk olarak 10 Aralık 2019 tarihinde Çin’in Wuhan şehrinde Korona olarak adlandırılan COVİD-19 virüsünün insanlara bulaştığı ilan edildi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) bunun küresel bulaşıcı bir hastalık olduğunu duyurdu. COVİD-19 virüsün SARS-CoV-2 ile tetiklendiği ve bununda hayvanlardan insanlara geçtiği tezi üzerinde hemfikir oldular. (3) Korona salgının boyutu, etkisi ve verdiği zarar küresel boyutta olmuş olması, sistemi açıkça tartışır hale getirdi. Yazılı ve görsel medyada insanlar biran tereddütsüzce şu sorular üzerinde yoğunlaşarak sisteme kol kanat gerdiler:
– Kapitalist sistem nerede hata yaptı?
– Acaba kapitalist sistemin deforme olması mı gerek?
– Sosyal demokrasi mi güçlendirilmeli?
– Sosyal devleti mi öncelemek gerek?
Panik bir duruma düşen kapitalist sistemin savunucuları, bu ve benzeri sorularla bir çözüm arayışında olduğunu gözlemliyoruz. Burada en büyük çelişki, sistemi korumaya alarak yapılan büyük hatalara rağmen kapitalizmi aklamak istemiş olmalarıdır. Sosyal Devlet çözüm mü? Elbette hayır. Çünkü, her şeyden önce Sosyal Devlet denilen yapı, özünde kapitalist sistemin birer koltuk değneği olarak hep işlev görmüştür. Daha doğrusu zor durumlarda sistemin birer sigortası ve de kurtarıcısı olarak ona ısrarla alternatif bir rol verilmek istenmiştir. Bunun en bariz örneği; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (1939 – 1945) sonrasında kapitalizmin ‘savaş suçu’ affedilirken, uzun bir dönem Sosyal Devlet yükselişte kalmıştır. Buna öncülüğü de sosyal demokratlar yapmıştır.
Bundan böyle kapitalist sistemin sömürü ve tahribatlarını en iyi şekilde kamufle eden ve onu övgüyle pazarlayanda Sosyal Devlet anlayışı olmuştur. Bu noktada Sosyal Devlet birçok kriz dönemlerinde ileri sürdüğü söylemleriyle (bir olmazsa olmaz olarak) daha inandırıcı olmak için yoğun çaba harcamıştır.
Onlarda iyi biliyorlar ki, sömürünün tümüne hükmetmek ve elde tutma kararı aleyhine olacak, açık vermeye de bire bir vesile olacaktır. Bu duruma düşmemek içinde, sömürü oranının önemli bir bölümünü devleti yüceltmek adına, halka dağıtmak gerek mantığı sosyal devlette bir önceliktir, bu önemli bir tez ve de uygulama olmuştur. Sermaye, devlet ilişkisinin toplumla yakınlaştırmak ve onları mümkün olduğunca bir arada olduğu imajını vermek, tipik Sosyal Devlet anlayışıyla örtüşen bir yaklaşımdır bu. Bu noktada kapitalizm, zor yoluyla sağ iktidarları kullanarak sermaye gücünü pekiştirmek isterken, sosyal demokrasinin eseri olan Sosyal Devleti de sivil toplum ve devlet ilişkisinde sürekliliği muhafaza etmek için kullanır. Mevcut uzlaşmazlıkların açıktan topluma yansımasından yana değiller. Çünkü içinde bulunan ilerici ve sol muhalefetin karşı tepkilerine uzun vadeli dayanamadığındandır. Aksi taktirde, partide ya dağılmalar veya küçülmenin olacağı kaygısı hep taşınmıştır. Bunun örneği hemen hemen Avrupa kıtasının tümünde Sosyal Demokrat veya İşçi Partisi adıyla siyaset yapan yapılanmalarda görmek mümkündür…
Halk can derdinde olurken, kapitalist sistem ise ısrarla mal, mülk, sermaye ve kâr derdinde olmuştur. Bu her dönem böyle olmuş ve böyle devam edecektir. Dolayısıyla bu ilişki bütününden hareketle, birçok ülke Sosyal Devlet algısına hapsolurken, gelecek ve yaşanabilir bir dünya için öngörüleri yoktur. “Şanslı insanlarız ki, Afrika’da veya başka bir yoksul ülkede yaşamıyoruz” söylemi hemen hemen her gün Avrupa basınından dillendirilen bir manşet ve manipülasyon yöntemine dönüştürüldü. Bu söylemle özünde halk sağlığı; yaşanan küresel sorunun (Korona virüsü) çözüm önerisi (bugün DSÖ çabalarına rağmen) “biz” ve “onlar” şeklinde kategorize edilmemeli. İçinde ayrımcılığı besleyen böyle bir yaklaşımın dillendirilmesi “onlar” ve “bizim” dünyamız şeklindeki ayrışmalarla sorunların izahı, olsa olsa kapitalist dünya sisteminin ruhuna uygun bir mantıkla olabilir.
Temennimiz, kapitalist sömürünün olmadığı bir dünyada, insanlığın özgürce varlığını sürdürdüğü, din, dil ve ırk ayrımının anlamsız kaldığı; dünyanın insanlar için “bir” sınır belirleme coğrafyası olarak değil de kardeşliğin önem arz ettiği bir buluşmanın ortak alanı olma dileğiyle!
Yararlanılan ve kullanılan kaynaklar
1- Stalin, J., “Diyalektik ve Tarihi Materyalizm” Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara 1979, sayfa 30-38.
2- Lenin, V.İ., “Materyalizm ve Ampiriokritisizm”, 2. Baskı, İnter Yayınları, Ankara 1995, sayfa 86-88, 178-195.
3- NRC, 21 maart 2020 Nederland. https://www.rivm.nl/coronavirus-covid-1