Hareketlenen tarihsel devlet siyasasının mezarlık terörünü anlamak için, onun tarihsel şifrelerinin felsefesini aydınlatmak gerekiyor. Bu çaba, faşist doktrinlerin zihin köreltmesine karşın, devrimci bir aydınlanmaya hizmet eder. Kilyos kaldırımlarından fışkıran kemikler, tarihsel yıkıcı Faşist doktrinin, yeniden kararlı bir siyasi praksis yeteneği kazandığını gösteriyor. Mesele mezarların, “Anayasal düzen dışı” örgütlerin söz ve motiflerini taşıması argümanı değildir. Garzan da söndürülmek istenen tarih kültürü anlamın da, “Medli Cemşit”,in güneşidir. Kilyos da betona gömülmek istenen bütün bir mazlum ulustur aslında. Kolektif olarak bilinçaltlarına tarihsel mesajlar verilmek isteniyor. Ağrı’nın, Zilan’ın kanlı tarihinden öykünülerek, “Kürtlerin makus talihi bu mezarda yatıyor.” mesajıdır bunlar…
Mesele oldukça bütünlüklü, tarihsel, dehşetli ve derindir. Bu geleneksel negatif devlet doktrinini kökten yadsıma temelinde kavramlaştırmak ve anti-faşist siyasal mücadelenin etkili bir aracına koşullamak için onu, tarihsel felsefi arka planından başlayarak kuşatmak gerekiyor. Kendisi Yahudi kökenli olan, Fransız oryantalist yazar, David Leon Cahun, 1876 da, “Gök bayrak” adli romanı ve 1896 da ki ” Türkler ve Moğollar” adlı araştırma kitabı Türkçeye çevrilmesinden sonra, “İttihat ve Terâkî” hareketinin kadrolarına ilham kaynağı olduğu görülüyor. Daha sonraları, M. Kemal Atatürk’ün, bu eseri okuyup çok etkilendiği, hatta bazı kaynaklara göre, gözyaşları içinde bu eserlerin altını çizerek okuduğu söyleniyor… Aynı zamanda Türkçülük esaslarının ağa babalarından ve devlet resmi ideolojisinin kurucu entelektüellerinden Ziya Gökalp’ın, ilk okuyup etkilendiği kitaplar arasında sayılıyor. Bu yapıtlara bazı Türk milliyetçisi tarih ve düşün insanlarının, “Türk milliyetçiliğinin Kur’an- ı Kerimi” dedikleri de biliniyor…
Türk resmi tarih kuramını, klasik burjuva tarih biliminin ahlak ve yasalarıyla izah etmek zordur. Türk tarih tezleri, kendi fetişe edilmiş nesnesinin tarihini sadece çarpıtmakla kalmamış, aynı zaman da kendi tarihinin fetişe edilmiş nesnesini bütün gerçek nesne ilan etmiştir. En genel ifadeyle, Burjuva idealist tarih felsefesinin fanatik sağ çizgisi ile tarihin nesnesinin kendisine ait koparılmış küçük parçasından dahi maddesel uzaklaşma yaşayan bir çizgisi arasında ilerleyen özgünlüktedir. Tarihsel olarak “Sparta” gibi antik savaşçı devlet ve toplum olgularına öykünen doktrin felsefesi, yüksek ahlak ile asil kan bağı arasında kesinleşmiş güçlü bağlar kurar. Ahlakı korumanın tek yolunun, durmadan savaşmak olduğu felsefesini yaparak savaşı kutsar ve bir ülkü olarak ilan eder. Savaş kültleri ve tanrıları devrededir. Devlet ve savaş öğretisinin harcını, açıktan erkek/eril çamurla karmaktan çekinmez… Kadını, bu kutsal öğreti yolunda ahlaklı askerler veren bir bakir toprak gibi ilan eder ve tarihsel olarak dışlamadan önce iyice bir kutsar… Bu devlet doktrininin kimyası için, “Kürtlük, Ermenilik ve Rumluk” gibi orjinler birer zehir gibidirler… Devlet aklı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hak ve eğilimlerine karşı, bu derin askeri doktrinin ışığında bakmaktadır… Kürt demokratik özerklik deneyimi olan ” Hendek direnişleri” sürecinin kanla bastırılmasında, bu askeri doktrin ilkelerinin tayin edici etkisi olmuştur. Turancı askeri doktrin ilkeleri içinde “Barış zamanları” felsefi tarzı da mevcuttur… Bu özel dönem, ölümcül militarist planların yapıldığı aşama olarak formüle edilmiştir… Bahsettiğimiz askeri felsefi betimlemelerin mirasçısı olan stratejik devlet aklı, “Demokratik çözüm sürecini” bu esaslar üzerinden algılayıp yürütmüştür… Bu süreç de topluma barış umudu verip, İHA endüstrisi ve kalekol yapımına hız vermesinin sebebini böyle okumak gerekir. Amed/Sur direnişin de, operasyon güçlerinin eski taş evlerin duvar yazılamalarında bu faşist öğretilerin izlerine rastlamak mümkündür. Biz simdi bu doktrinin tarihsel felsefi köklerine doğru ilerleyelim…
Bir burjuva tarih ilkesi olarak, “geçmiş(in) herkese farklı bir ışık altında görünür.” olduğu doğrudur ama bu geçmişin nesnesinin “bin bir suratlı” olmasından değil, onu gözlemleyen ve yorumlayan tarihçinin ideolojisinden kaynaklanır. Tarih boşlukta değil sosyo-kültürel bir ortamda oluştuğu gibi, Sosyal gerçeklik de katıksız bir şekilde tarihin içinde oluşur. Mesela doğa tarihi açısından ele alırsak, Ağaçkakanların doğasal tarihini ağaç metaforundan kopararak ele almak mümkün mü? En azından ön evrimin belli bir aşamasından sonra Ağaçkakanlar ile ağaçları diyalektik ilişkiye zorunlu kılan özgün koşullar ve bu yeni ilişkinin evrimde ki yönetici rolü, doğanın en genel diyalektik yasalarından koparılarak anlaşılabilinir mi?. Tıpkı karıncaların doğasının milyonlarca yıllık hikayesinin, Karınca Kapan türleri, Kertenkele ve bazı kuş türleriyle diyalektik ilişkisinden koparılamayacağı gibi.
İnsan ve toplum tarihine gelince “hükümdarlık tarihini”, görüp, “baldırı çıplakların” tarihini görmezlikten gelerek yazabilir miyiz? 1240’lar da Kırşehir/Manya ovasında, Selçuklu sultanı tarafından, paralı Frenk askerlerine kırdırtılan yüzbinlerce “baldırı çıplak” Babaîler ordusunun Sosyo-iktisadi çelişkilenme ve hareketlenme sebeplerini görmezlikten gelerek bilim yapılabilinir mi? Ezilen sınıfların etkinliklerinin tarihin dışına itimlenmesi üzerinden bir Tarih Bilimi kurgulamasıdır özünde… Alman Nasyonal Sosyalizmin Grek andık felsefesi ve Hristiyanlık diniyle bütün faşist hareketlerde olduğu gibi kurduğu tanrısal bir ilişki vardı. Bu durum Siyonistlerin, Tevrat ile kurduğu ilişki gibi kaba mekanik değildi belki ama inceden inceye yığınları manipüle edecek kurnaz tekniklerle donatılmıştı…
Bütün bunlara karşın Pan Türkizmin, tarih, mitoloji, efsane ve tanrıyla kurduğu zihinsel ilişki miktarı oldukça abartılıdır. Kuramın Irkçılık ve Teoloji ilişkisi AKP döneminde yeniden dizayn edilmiştir. Siyasal İslam, ırkçı tezlerin ikinci temel bileşenidir. Böylece bahsettiğimiz bütün sakatlanmış fenomenlerin katılımıyla bir senteze ulaşılır. Orta Asya’nın hayvancı bozkır toplumlarının efsaneleri ve az miktarda ki yazıtları, bu hastalıklı tezlerin emrindedir artık. Afrin’e işgal ve talana giderken, doksan bin cami de Hûtbe okutulmasının tarih felsefesinin altında, böyle bir hastalıklı zihin ve dumura uğramış tarihsel bilinç yatmaktadır. “Fetih duası” bura da, orta-çağ askeri felsefesinin yeniden sembolleştirilmesidir. “İlelebet tek dil, tek bayrak ve tek ulus” şiarının dayandığı öğretiler, Türk ırkçılığının ideoloğu Hüseyin Nihal Atsız ve Yusuf Akçura gibileri tarafından daha önce dillendirilmişti. Türklük ve Türkçülüğün ebedi olduğuna dair ve ahlağın kan ilkesine bağlandığı bir üst ahlak dinozoru oluşturma yönünde ki ifadeler, kendi tarihinin nesnesini tanrı düzeyinde fetişistlestirmenin ilanıdır… Rojava’yı işgale giderken, “Kızıl elmaya” gidiyoruz diye demeçler verilmişti basına. Tarihte Moğollar, fethettikleri Azerbaycan otlaklarında kurdukları ana karargahından vergi ve haraç işlerini yönetiyorlardı. Toprak artı ürününden ağır paylar alan bu Asyatik despotizminde, dini ve ırki esaslar devrede olmadığı gibi, toprağın mülkleştirilmesine dair emareler oluşmadı. Gelecek bölümde, “Kızıl elma” üzerinden nesneleştirilen saldırgan tarihsel öğelerin kapitalizmin şafağıyla nasıl bir siyasanın silahına dönüştüğünü çözümlemeye çalışacağız…