Bizim gerçekte sahip olduğumuz değerlerimizin bir resmi gibi durmaktadır itirazımızı yönelttiğimiz olgular. İnsan kimi, neyi ve nasıl eleştirdiğiyle aslında kendisini biçimlendirmektedir. Dünyayı değiştirme çabasının ilk adımı kendini değiştirme eylemidir. Dış dünya dair eleştirel etkinlik, aynı zamanda kendini değiştirmenin bir özgün biçimine bürünemiyorsa devrimci değildir. Çünkü kişi her şeyden önce kendisini değiştirdiğinde, dünyadan bir parçayı değiştirmiş olacaktır. Devrimcilerde dahil olmak üzere kim diyebilir ki biz bu dünyanın ürünleri değiliz? Bu dünyaya olan itirazlarımızda sonuçta yine aynı bu dünyanın ürünlerine karşı gelişmedi mi? Burada enteresan olan kavgaya tutuştuğumuz çarpık toplumsal sonuçların her geçen gün bizi kuşatıp daha fazla ele geçirmek istemeleridir.
Biz çoğunlukla mülk dünyasının militarist, siyasi, kültürel ve akademik bürokrasinin etkinliğine karşı savaşırken bile onlarla yüzlerce ideolojik bağımız devam ediyor. Değiştiricilerin hala değişemediği bir dünyanın değişmesini beklemek ahmakçadır. Küçücük muhtariyet koltuğuna oturan devrimci birey, kendisini kaynağı belirsiz bir şekilde değme bir tarihsel yıkıcı ve kurucu olarak ilan eder. Bu oldukça ben merkezci bir tarih anlayışıdır. Halbuki birey ya da grup, eşyalaşan tarihin önceden ilan edilmiş sahibi değil, aksine tarihsel koşulların ürünüdürler. Bilincin tarih alanı ile arasındaki bu bölünmeyi, küçük iktidarlara indirgenen yabancılaşmış kavramlar hızlandırmaktadır. Son dönemlerde kendisini sınıflı toplum etkinliğinin bütünü olarak ilan eden, tarihselciliğin tinsel bağlamda izahı sonucunda mantar gibi türeyen örgüt sirkülasyonunun beslendiği paradigmalar önemli oranda hastalıklı iktidar anlayışında yatmaktadır. Kararlaşmalara ve ilan edilmiş küçük iktidarlara aşırı tarihselci rol biçilmesi, daha başından baş aşağı duran hatalı bir tarih bilincini doğurmaktadır.
Gelenek saflarında yabancılaşmaya dair en büyük yarılma tarih alanında yaşanmaktadır. Aslında bu durum diyalektik açıdan beklenmesi gereken doğal bir süreçtir. Doğru müdahale edilebilirse sonuçları oldukça devrimci olabilir. Öznel kurgucu tarih anlayışı üzerinden iki büyük yabancılaşma alanı daha ortaya çıkmaktadır. Bunlar ise; kavram ve kültür/değer örüntüsünde gerçekleşen başkalaşım şeklinde gözlemlenmektedir. Bu süreç niceliksel olarak uzun bir tarihi dönemi kapsamakla birlikte, üretici güçlerin nispeten gelişimi ile beraber yaşanan toplumsal değişim ve geçiş süreçlerinin kaotik yapısından önemli oranda beslenen bir krizdir. İki bin yıllık “İnsan nedir?” sorusunun cevabı, ürettiğimiz ve aynı zamanda ürünü olduğumuz maddi ilişkilerde saklıdır. İnsan sınıflarının düşünce değer ve kültürü boşlukta ya da saksıda oluşmaz. Bizzat içinde olduğu maddi dünyanın ilişkileri içinde oluşur. Bu öz yaşam etkinliklerinin toplamı, bize kim olduğumuzun ve düşüncelerimizin epistemolojik kaynağının ne olduğunun cevabını verir. İyi veya kötü devrimci olma halinin arzulara ve sanrılara bağlı bir alanı yoktur. Kim der ki benim ayranım ekşi diye?
Politik dünyada bir kısım İnsan mutsuzluktan yakınıp geçmişin ruhlarını yardıma çağırıyor. Ama kimse, aslında insanı acılar içerisinde bırakan mutsuzluğun kaynağının birazda kendisinde olduğunu göremiyor. Tarih ve siyaset bilimi, kendi öngörüsünü, ayaklarının altından elektronik bir çorba gibi akıp giden madde ve zaman ilişkisine göre şekillendiremeyenlerin çektiği ruh acılarına karşı oldukça kayıtsızdır. Herkes iyi ve dürüst olduğunu iddia ediyor. Peki neden bu kadar çok kötülük ve kirlenme var? Bütün bunlar nereden geliyor? Nankörlüğün, ihanetin ve gafilliğin sahipleri nerelerde? Hayat ın böyle maskeli baloya dönüşmesinin maddi sebepleri var. Tarihin bir aşamasında insan öz etkinliği bozunuma uğrayarak bilinci parçaladı çünkü. Hayatı boyunca yeterince devrimci değer üretemeyen bir örgütlü erkek memeliyi, kadın ve doğa sorununda romantik bir oyuncuya dönüştüren iki yüzlü yasalar nereden geliyor?
İnsan artık günümüzde, ilk çağ filozoflarının geçmişte iddia ettikleri şekliyle düşünen bir hayvan olmaktan uzaklaşmaktadır. Bilakis kendisi, olmayı arzu ettiği ama asla olamayacağı ideal birisinin suretinde hayal eden kopyalara dönüşmektedir. İnsan bu anlamda artık taklit eden bir hayvan durumundadır. Bir maymun sevgi nesnesine ancak bir tutam muzu sevdiği gibi yönelebilir. Ve bir maymunun sevgi eylemi taklitten başka ne olabilir ki? Örgütün bireye bilinç ve farkındalılık kazandırması ile yabancılaşmanın son bulacağını düşünmek, Hegelci ya da Feurbachcı idealizmin ruh merkezli yabancılaşma öğretisine farkında olmadan atıfta bulunma eylemi ile eş değerdedir.
İnsanlar devrimci bir örgüt vasıtası ile kendi öz bilinçlerinin farkına vardıklarında ve kendi çevre ve kültürlerinin eski ruh halinden kaynaklandığını anladıklarında yabancılaşmanın maddi zemini son bulmayacaktır. Bu durumun aksi halini iddia eden görüşler, yabancılaşmanın Marx’dan önceki laikçi tarifinin hala etkisi altında kalmışlardır. Marks, Kapitalizmin insanların duygu ve benlik imgeleri üzerinde yarattığı olumsuz etkileri, sanayi devrimi sonrası hayatın ekonomik üretim koşullarında aradı ve anlaşılmasını kavramlaştırdı. Özel mülkiyet ve iş bölümünün ortaya çıkmasını hazırlayan toplumsal sürecin bağrında, insan giderek kendi doğasının edinimi olan bilinç, hayal etme gücü ve çevreye dair farkındalıktan uzaklaştı. Bu bağlamda mülk kavramı örgüt içerisinde şahsi özellikleri zayıflayarak kolektif bir nitelik kazanır. Ayriyeten örgütün iş bölümü ve hiyerarşiye dair mülki dünyanın fenomenlerini çağrıştıran yapısal dünyası, yabancılaşmanın maddi zemininin henüz kurumadığının ve hatta canlı olduğunun bir göstergesidir. Bütün bu işaretler, bireyin bölünmesine dair sorunların hala devam edebileceğini göstermektedir. Örgüt sosyolojisinde tavanın tabandan daha yaygın yozlaşmaya uğrama ihtimalinin sebebi bu özgün yapısallıkta yatmaktadır. Bu ihtimali besleyen form bürokrasiden başka bir şey değildir. Çünkü hiyerarşi, kafa ve kol emeğini bölen dik bir açısallıkta yükselmektedir. Gerekli ve desteklenmesi gereken profesyonelleşme ise önemli bir devrimci rol oynamasına karşın uzmanlaşmanın farklı bir formunu ürettiği için mutlak bir tekillik hali değildir. Henüz dönüştürülmemiş toplumsal alt yapı, bazı ışığın savaşçısı olmaya aday bireyleri yutan tarihsel bariyerlere dönüşmektedir. Bahsettiğimiz toplumsal yaşam dizgeleri, klan ilişkisine eğilimli kültür taşıyıcısı bireylerin, Sosyo-psikolojik dokusunun üretmeye devam ettiği bir zemine de işaret eder
Devam edecek…