Marksizm’e göre; doğanın, toplumun ve dolayısıyla düşüncenin yapısı tarihsel olduğu için, zamanın okunun bu olguların doğasında nasıl hareket ettiği meselesiyle fizikist ve felsefi manada ilgilenmek gerekiyor. İnsanlık tarihinin zikzaklar çizmesi, durağanlaşması ya da gerilemeler yaşaması toplumsal hareketin esas yönünün komünizme doğru olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir. Karmaşık, düzensizlik ve helezonik dalgalanmadan daha kararlı bir duruma geçiş canlı ya da cansız bütün maddi süreçlerin tarihsel doğasına sirayet etmiş bir hareket biçimidir.
Evrende milyarlarca yıldır kendi başına amaçsızca akan bir enerji biçimi, hayat ve bilinç denen maddenin adeta mucizevi bir kompleksini yaratırken de bu lineer olmayan hareket biçimi içinde deviniyordu. Aslında toplumlar tarihi dediğimiz zaman aklımıza en başta çelişki yasası gelmelidir. Ekonomik ve sosyal hayatın uzlaşmaz çelişkilerinden salımlanan sınıf mücadeleleri nedeniyle tarih denilen bir olgu ortaya çıkmaktadır. Nasıl ki atomlar ve moleküller doğada kendi haline bırakılmış gibi hareket etmiyorlarsa aynı şekilde toplumsal tarihin içerisindeki kategorilerde kendi haline bırakılmış şeyler gibi hareket etmemektedirler. Yani bir şeyin basitten karmaşığa doğru gelişen varlık biçimini belirleyen olgu, her şeyin birbiriyle olan ilişki biçiminden yansımaktadır. Bizim içinde bulunduğumuz yılların aynı zamanda yenilgi sonrası epistomolojisinin her şeyin içine sirayet ettiği yıllar olduğunu okuyucularımıza tekrar hatırlatmak isteriz.
Teknolojik paradigmaların tanrısal yenilmezliğini ilan ettiği bu dönemde militan bir örgütlenmenin, devrimin ve nihayet komünizmin bir hayalden ibaret olduğu yönündeki bir inancın dinsel bağnazlık düzeyinde revaçta olduğu bir gerçekliktir. Ama nesnesi ters dönmüş bir tarih anlayışından türeyen yapay gerçeklik algısının sürdürülebilinir bir tarafı yoktur. Evet bu felsefi ve ideolojik yenilgi altında kıvranan devrimci hareketin örgütsel sosyolojisi esasta bir likidasyona eğilimli olsa da bunun esas sebebinin son yıllarda oldukça düşük seyreden siyasi bilinç seviyesiyle de alakalı olduğunu burada belirtmek gerekiyor. Mesela reformlar için mücadele eden devrimci amaçlı bir siyasetle reformizmin aynı şeyler olmadığını biliyoruz. Ama siyasal bilinç düşük olduğu zaman bu iki zıt kutup arasındaki ayrım çizgilerini fark etmek zorlaşacaktır.
Bütün bilimsel kategorilerin proletaryanın yenilgi sonrası dönemi için üretilmiş biçimine mal bulmuş mağribi gibi rahatlıkla tapınan sözde bazı devrimci kadro yapılanması böyle bir tarihsel kesitte gerçeğe dönüşmektedir. Çünkü dönemin devrimci çoğunluğunun kendisini kuşatan nesnel dünya gerçekliği ile yeterli bir diyalektik ilişkileniş içerisinde olmadığı anlaşılmaktadır. Her şeyden önce bilgiyi kavrama ve değiştirme yeteneği kazanmamış bir kadronun doğru bir pratik içerisinde konumlanması beklenmemelidir. Bilgiyi parçalara ayırmanın, onu tanımanın ve değiştirmenin, dünyayı değiştirmeye başlamanın ilk adımı olmaya doğru gittiği bir çağın içerisinde bulunmaktayız.
Dönemin bütün burjuva mühendislik üretimi olan bilimsel kuşatılmışlığı yaramayan bir devrimci modelin bağımsız kalması mümkün değildir. Saflarımızdaki burjuva reformizminin bir orta sınıf hareketi olduğunu biliyoruz. Ama Proudhon, Fabian, Bernstein ve Kautsky’den geriye kalan miladı geçmiş tarihsel artıklara büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına sevinç ve coşkuyla sarılan belli bir kesimin bunu siyasi cehaletten yaptığı ortadadır. Peki bu yenilgi dönemi sonrası yeniden üretilen bilimsel bilgilerin zehirli niteliği nelerdir? Mesela en basitinden günümüzdeki siyaset, edebiyat, felsefe ve psikolojinin beslendiği bir alan olarak termodinamik kanunlarının ikinci yasasının Boltzmanncı yorumunu örnek olarak gösterebiliriz.
İşçilerin, köylülerin ve devrimcilerin çoğunun, hayatını atomlar arası iletişime adamış olan mekanik istatiksel denkleminin kurucusu Profesör Ludwig Boltzmann’dan yeterince haberi olmayabilir belki. Ama onun günümüzde piyasaya sunulmuş post modern felsefi yorumunun yaşamdaki başka zorunlu kategoriler üzerinden etkisi altındadırlar. Bilimsel sosyalizmin artık alternatif bir toplumsal model olarak içeriğinin kalmadığı yönündeki inanışlar çoğunlukla bu türden doğa yorumlarının etkisi altındadır. Boltzmann’ın 1870’lerde atom modelini kullanarak “Entropi” yasasını keşfetmesi yenilgi sonrası epistemolojisinin parlatılan en önemli yapı taşına dönüşmüş bulunmaktadır.
Doğadaki bütün kapalı sistemlerin enerjisinin düşerek düzensizliğe doğru kaydığı ve bu deforme gidişatın önlenemez bir evren yasası olduğuna dair önerme son zamanlarda evrenin tamamına, edebiyata, sanata, felsefeye ve siyasete uygulanmaya başlanmıştır. Toplumsal alanda Marksizm’i ve evrenin genelini kapalı bir sistem içerisinde hareket eden bir daire gibi kavrayan bu anlayışlar maddenin ve dolayısıyla Marksizm’in kaçınılmaz ölümünü ilan etmişlerdir. Evet evrende düzenin karşıtı olarak düzensizlik, ya da simetrinin karşıtı olarak asimetrik değerler vardır ama asimetrik olan simetrik olana ve düzensiz olan yeniden düzensizleşmek için bir düzene doğru eğilim içerisindedir. Örneğin doğaya baktığımız zaman anlamsız ve düzensiz dekorların yanında doğa harikası olan dekorlarda görürüz. Ama doğada bir lazer ışınının fotonu bile diğer foton demetçikleriyle bir araya gelerek bir örgütsel model oluşturmaya eğilim gösterirler. Kuşkusuz bunun nedeni; maddi varlıklar arasındaki sonsuzluktan gelerek sonsuzluğa doğru giden çelişkisel birliktir.
Entropi yasası ya da doğadaki düzensizlik eğilimi eğer Boltzmann’ın dediği gibi bir zaman oku gibi asla tersinemez bir şey olsaydı dünyadaki canlıların milyonlarca yıllık evrim yolculuğunun daha yolun başındayken toplu bir felaketle sonuçlanmış olması gerekirdi. Dünya dış etkilere açık, güneşten enerji alan ve izole bir sistem olmadığı için zaman okunun esas yönü entropinin artmasına doğru eğilimli değildir. Mesela bir ağacın kuruması olayının enerjinin korunumu yasasını ihlal etmediğini biliyoruz. Madde başka bir enerji formuna geçmekle kalmaz yine başka maddelerle kimyasal tepkimelere girerek baharda kuruyan ağacın yaprağı olarak geri dönebilmektedir. Yani doğadaki kütle değişimi kütle artışına engel değildir. Şayet kütlesini kaybeden maddenin enerji hali gittiği yerde yeni bir iş yapmaya isteksiz olsaydı biz burada bir entropi artışından veyahut enerjinin iş yapma kabiliyetinde bir düşüşten bahsedebilirdik.
Emperyalist haydut sistemin kâr ve talan hırsıyla bu dengeyi sarsması entropi yasasının konusu değildir. Çünkü doğa kendi haline bırakıldığında dengesini tekrar bulabilmektedir. Mesela kapitalist endüstrinin bacalarını kapattığınızda ozon tabakasının tekrar kendisini tamir etmesi örneğinde olduğu gibi. Eğer düzen ile düzensizlik arasındaki çelişkide üst düzeyde örgütlenmiş madde başarılı gelmeseydi beyin ve bilinç denen maddenin şaşırtıcı parlak halleri ortaya çıkmayacaktı. Beyin olgusu evrenin üst düzeyde örgütlenmiş en karmaşık maddesidir belki ama bu bir kozmik düzeni de ifade eder. Üst düzeye sıçramış bir düzenin kendisine karmaşık yollar araması anlaşılır bir durumdur. Bilinç dediğimiz şey, yani doğanın insan suretinde düşünme yeteneği kazanma süreci kaba mekanik yollardan sonsuza kadar gerçekleşemezdi.
Her şeyden önce doğa eşeysiz üreyen hayvan ve bitki türlerinin ortaya çıkışı kadar bekleyebildiyse biz burada Boltzmann’ın ömrünü adayarak bir uzmanı haline geldiği bu tekil konuyu tümel ile ilişkisini kuramayacak kadar bir diyalektik bilgisinden yoksun olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Evrenin termodinamik bir dengeye gelerek ısı ölümünün gerçekleşeceğini ve dolayısıyla materyallerin enerji bulamayarak kendisini yeniden üretemeyeceği yönündeki bu burjuva nihilist görüşlere Peru Komünist Partisi’nin genel sekreteri Başkan Gonzalo’da kesin ifadelerle karşı çıkmıştı. Evrenin konsantrasyon aşamasına gelmesine maddenin sonsuzluğu ilkesini ihlal edeceği gerekçesiyle şiddetle karşı çıkan enternasyonal proletaryanın önderlerinden felsefe profesörü Başkan Gonzalo, doğanın küçük bir bölümünde beliren düzensizlik halinin evrenin tamamına uygulanmasına itiraz eder. Benzer ifadeler Engels’in “Doğanın Diyalektiği” adlı ölümsüz eserinde de rastlanılmaktadır. Engels burada evreni işleten fizik yasalarını yorumlarken; her şeyin karşıtlık ilişkisi nedeniyle birbirlerinden etkilenerek bir sistemi oluşturduğunu ama bu sistemin milyonlarca kez hatta sonsuza kadar tekrar bozunmasına rağmen tekrar bir benzerini ürettiğini söylemektedir. Mesela Engels yoldaş organik yaşam yok olsa bile maddenin yine bilindik sebeplerle bir araya gelerek sonsuza kadar yok olan bir organik düzeni tekrar yaratacağını ön görmüştür. Bu durum gerçekten de komünist ideolojinin içinde hareket eden zaman okunun yönünün neden hep umuda, başarıya, yaşama ve zafere doğru olduğuna dair epeyce felsefi kanıtlar taşımaktadır.
Doğaya nasıl bakarsan topluma ve tarihe öyle bakarsın esprisi bu örnekte yakıcı bir gerçeğe dönüşmektedir. Aynı şekilde sosyalist bir toplum deneyimi fırsatının tarihte kaçırılmış olması, bu fırsatın daha güçlü uluslararası bir dalga olarak geri dönmesi önünde engel olmadığı anlaşılıyor. Tabii ki hatalarından arınmış daha ileri bir devrim uygarlığı modeliyle. “Her şey artık bitti!” diyenler rüya görmeye devam edebilirler, ama tarih enternasyonal proletaryayı uyandıracak öncülerini mayalamaktadır. Nasıl ki entropi yasası elektronların ölümsüzlüğüne baskın gelemeyecekse hiçbir sayısız yenilgide insanlık tarihi içinde hareket eden komünizm mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü ne doğadaki elektronlar eskir nede tarih var olduğu sürece tarih içerisinde bir karşı tarih olarak şahlanan komünist hareket eskir. Komünizmi olanaklı kılan tarihsel koşulları belirleyen yasalar küçük burjuvazinin pişmanlık göz yaşlarına karşı kayıtsızdır. Bunun nedeni; tarihin toplumsal kurtuluşun tek gerçekçi yolu olan komünizm ile buluşma ereğini tek tek insanların seçimine bırakmamış olmasından ileri gelir.
Komünizmi olanaklı yapan objektif ve subjektif olmak üzere iki tane esas neden vardır. Bunlar tarihin nesnel yasaları ve ezilen insanlığın örgütlü müdahalesidir. Bu tarihsel belirleme, işçi sınıfı hareketi içerisindeki burjuva akımların ürettiği tasfiyecilik, yılgınlık ve pişmanlık kokan bütün görüşlerden milyonlarca kez daha gerçekçidir. Günümüzde toplumun geneline yayılmış olan derin bir yabancılaşmadan dolayı “Güneşin altında hareket eden hiçbir şey kalmadı” diyerek sağa savrulan küçük burjuva devrimciliği proletaryanın büyük tarihsel yürüyüşünün önünde sadece bir büküntüden ibarettir. Eğer tarihin iç nesnel yasaları başka yeni bir toplumsal evreyi başlatmaya yazgılanmışşa, bunu gerçekleştirecek sosyal gücüde eninde sonunda yaratacaktır. Bu anlamda günümüzde yaygınlaşan toplumsal yabancılaşma, devrim dalgasının küresel çapta geri çekilmesi ve yenilgi sonrası yılgınlık epistemolojisi gibi kategoriler tarihin hareketinin esas yönünün komünizme doğru olduğu gerçeğini ortadan kaldıramamaktadır. İnsan denen türdeş varlık birazda tarihsel momentin biçimlendirdiği bir şeydir. Bizler büyük ve genel yenilgiler sonrası ortaya çıkan olumsuz bir ruh halinden dolayı kimseyi bireysel olarak suçlayacak değiliz tabii ki. Çünkü yenilgi dönemlerinin hemen arkasından salımlanan epistemolojiden beslenen bilinçler çoğunlukla bir döneğe dönüştüklerinden habersizdirler.
Böylesi tarihin özgün dönemlerinde örgütsel sosyolojinin küçümsenmeyecek bir bölümünde içinde olmakla birlikte genel toplum önünde hazır bulduğu doğası bozulmuş ideolojilere dört elle sarıldığı için dönekliği tanımlayacak ve çözümleyecek durumda değildir. Hatta dönemin genel toplumu, örgütsel sosyolojinin hatırı sayılır bir bölümüyle beraber yılgınlıktan ve döneklikten beslenen teorilerin sahiplerini adeta alkışlar durumdadır…