Örgüt kavramı doğada en çok biyomoleküler alanla ilişkilendirilmektedir. Bu ise canlı bir organizmayı, değişimi, gelişimi ve çevrenin her değişen yeni durumuyla bir ilişkilenme durumunu ihtiva eder. Çevresel değişimlerden kolektivizmi haberdar etmeyen bir devrimci yazar yeterince sorumluluklarını yerine getirmiş olarak kabul edilebilinir mi? Zaten ahlak felsefesine meyilli olan tutuculuğun en belirgin özelliği; insanların nasıl düşüneceklerini belirleyen genel kuralları statükonun korunmasına indirgemesidir. Newtonyen örgütsel hareketlenme ve siyaset biçiminin sorgulanması belki bizim için yeni bir şeydir ama dünya için artık eskiyen bir şeydir. Bu anlamda söz konusu olan yazar “Gazete Patika” gibi işçi sınıfının kamu alanını iddia edildiği gibi kendi bireysel alanının özel bir fikriyle meşgul etmiş değildir. Bir yazarın görüşlerinin gerekiyorsa çürütülmeye çalışması arzu edilen bir şey olmalıdır. Ama bir yazarın başka bir yazarın düşünce sınırlarını belirleme yetkisi olmadığını buradan hatırlatmak isteriz.
Örgüt ve siyasete hükmeden felsefemizden makine metaforunun etkilerini arındırmayı talep etmek ideolojik bir kırılma belirtisine örnek olarak gösterilemez. Örgüt gibi sosyal kategoriler bizlerin varoluşsal nedenimiz olamazlar. Bizlerin sınıfsal ve ideolojik varlığı ancak dahil olduğumuz örgütlerimizin bir varlık nedeni olabilir. Biz tarih içerisinde zamanı gelmiş paradigmalar yardımıyla örgütlerimizi tasarımlayarak yeniden yaparız. Bir şeyin yerine yenisini koymanın çabası eskinin bağrında doğmaktadır. Değişen paradigmayla beraber değişen şey; sorunlara ilişkin gözlemleri yorumlayış tarzımızdır. Yani bir paradigma kayması gündeme geldiğinde bir anlamda sorunlar dünyasının kendisi de değişir. Farklı paradigmalar altında çalışan düşünürlerin farklı dünyaları incelediği esprisi buradan gelmektedir. Dünyayı değiştirmenin yolu paradigmaları değiştirmekten geçmektedir. Bir şeyin öncekinden farklı olduğunu fark etmenin yolu paradigma değişiminden geçtiği için bu durum aynı zamanda bizlerin örgütsel ayrılık ve birlik sorunlarını koşullar bir durumdadır. Aristo ve Platondan beri var olan paradigma kavramını ilk olarak 1962’lerde ideolog Thomas Kuhn sistematik bir kuram haline getirmiştir. Kuhn; “Gerçek dünya onu gözlemlediğimiz kavramsal şemalardan bağımsız olarak gözlenemez” Diyordu; haklıydı.
Teorilerimiz kavramsal çalışmalarımızın bir ürünü olduğuna göre daha ileri teorilere ulaşmak için kavramsal şemalarımızı değiştiren yeni paradigmalara ihtiyaç vardır. Biz yıllardır Kaypakkaya yoldaşın ideolojik olarak bir kopuşu ifade ettiğini söylüyoruz. Ama Kaypakkaya en azından Kemalizm, cumhuriyet tarihi ve milli mesele konularına denk düşen resmî ideolojiden kopmadan önce muhtemelen bir paradigma değişikliği geçirmiş olmalıdır. Zaten yeni paradigmalar başlangıçta toplumsal ve siyasal sistemin şiddetli tepkisini çektiği için Kaypakkaya da kendi tarihsel döneminde bu tepkilerden yeterince payını almıştır. Tamda burada Thomas Khun’un belirleniminden yola çıkarsak; eğer Kaypakkaya yoldaş gerçek dünyaya kendisinden öncekilerin kullanmış olduğu kavramsal şemalarla bakmış olsaydı, ideolojik bir sıçramayı ve dönemin koşullarının en ileri teorisini elde edemeyecekti. Bir paradigma kayması gerçekleştiğinde, böylece yeni bir teorinin önü açılmış olmaktadır. Bu anlamda bu tür tartışmalardan dolayı bir kaos ya da keşmekeşlik beklentisine girilmesi gereksiz bir endişedir. Çünkü paradigma değişimleri ideolojik, siyasi ve örgütsel kriz ortamında ancak doğabilir. Yani krizin yaratılmasında yeni paradigmaların bir sorumluluğu yoktur.
Devrimci hareketin uzun süren krizinin nedeni, çıkışını borçlu olduğu paradigmaları çıktığı koşulların zamanında dondurmalarıdır. Bir devrimci düşünce işçisi yeni bir paradigma icat edemez. Toplumsal maddi yaşamın yeni durumlarının ihtiyacı böyle bir paradigma kaymasını zorunlu kılmaktadır. Olgunlaşan böyle bir evrede devrimci yazar bunu algılar ve kolektifine sunar. Zamanı gelmiş yeni paradigmalardan korkmak gereksizdir. İnsan toplumlarının düşünce tarihi dikkatli incelenirse eğer, eskiyen paradigmalar önce krize girerler, paradokslara yol açarlar ve sonra yerine yenisini koymadan tarih sahnesinden kaybolmazlar. Her toplum biçiminin dayandığı bir geçim biçimi ve bundan doğan bir toplumsal yaşam biçimi vardır. Böyle bir durumda paradigmasal düşün biçiminin ve örgütsel yönetim biçiminin bundan farklı olduğu düşünülebilinir mi?
Tarım toplumlarında yaşam daha az karmaşık bir yapıya sahip olduğu için faaliyet alanının esasını çiftçilerin yaşam bölgelerinde kuran geleneğimizin örgütsel ve politik formasyonunda zaten bir değişim süreci başlamıştır. Bunun böyle olmadığını kim iddia edebilir? İşte biz proletaryanın düşünce işçileri de bu değişimi doğru yönetmek için içerik, anlam ve sistematik kazandırmak istiyoruz. Uluslararası komünist hareketin literatüründe örgüt sosyolojiyle ilgili yeterli bilgi -birikim bulunmamaktadır. Marks ve Engels de örgüt kavramı; devlet ve proletarya diktatörlüğü olgularının işlenmesi sürecinde bir bürokratik formasyon olarak ele alınmış ve muhtemelen zamansızlıktan sistematik olarak ayrı incelenmemişti. Proletarya örgütleri şematik olarak içinde bulunduğu gerçek dünyanın izlerini taşırlar. Mesela merkeziyetçi örgütlenme modelinin köklerinde sanayi devrimiyle beraber mal ve hizmet sektörünün merkezileşmesi vardır. Bu nedenle gerçek dünyanın değişen oranda bir yansıması olan örgütlerimizin sosyolojik teorisini geliştirmek için devrimci felsefemizin öncülüğünde burjuvaziden faydalanmalıyız.
Günümüzdeki örgüt teorilerine kaynaklık eden Weber ve Taylor, bilgiyi işe uygulayarak insanların çalışma hayatını basit ve önceden planlanmış rutin işler olarak tasavvur etmişlerdir. Çünkü standart bir üretim modelinde standart bir iş yeri politikası uygulamak durumundaydılar. Aynı zamanda “kapitalist modernite” dönemine ait ilk örgüt sosyolojisinin temellerini atan bu politikalar her makine metaforunun kurucu olduğu düzeneklerde olduğu gibi denge unsurunu gözetliyordu. Bu tür Newtonyen yapılanmaların yeni fikir ve kavramlar karşısında düzeneklerinin bozularak dengesinin kaybolacağı gerekçesiyle tutucu bir bürokrasisi vardı. İşte mekanik siyasal örgütlerdeki bürokrasinin statükoculuğu diyalektik bağlamda buralardan gelmektedir. Örneğin politik geleneğimizin tarihini doğru gözlemleyebilirsek eğer bu değişim ve etkileşimin parametrelerini takip edebiliriz. Bilindiği gibi; mekanik enerji yerine esas olarak henüz kol gücünün egemen olduğu 1970’lerin kırsal yaşamını esas alan bir siyasi, askeri, örgütsel ve edebiyat üretimi kalın çizgilerle belirlenmiş parçaların bütününden oluşuyordu. Dersim’in köylerinde devrimci faaliyet yürütmüş, dönemin kuşağından gelen insanlar bu durumu iyi bilirler. O dönem insanlar hayatta kalmak için bir ürünün her aşamasında yer alarak her işi yapmak zorundaydılar. Bu toplumsal yaşamın örgüte yansımaları; devrimin strateji ve taktik sorununu etkileyen bir olgu olmakla birlikte, propaganda ve örgüt kültürünün niteliğini belirler bir durumdaydı. Bu türden üretim ilişkilerinin sürdüğü toplumsal süreçlerde yeni örgütsel ve siyasi paradigmaların doğmasını beklemek gerekiyordu. Bunun nedeni ise; eski üretim ilişkileri değişime uğramadan böyle bir arayışın başlamayacağı gerçeğidir.
Sanayi toplumunun ortaya çıktığı koşullarda makinelerin oynadığı rolü, bilginin sermayeye dönüştüğü günümüz koşullarında bilgi teknolojileri oynamaktadır. Eşya ve hizmet üreten ekonomik yapı, daha az bilgi gerektiren bir yapıdan daha çok ve karmaşık bilgi gerektiren bir yapıya doğru evrilmiştir. Uluslararası sermayenin daha çok yazılım, biyokimya ve elektronik alanına yatırım yapmasına yönelmesinden bu durumu anlayabiliriz. Bilgi teknolojilerinin işe uygulanmasıyla çalışma mekanı, çalışma yöntemi ve yapılan işlerin niteliğinin değişime uğradığı bir dünya gerçekliğinde örgütsel sosyolojiyi de kendi değişimine uygun düşecek bir değişime zorlamadığını kim iddia edebilir?. Teknolojinin gelişimi üretimin uygulama biçimini, çalışma hayatını ve doğal olarak sahip olunan örgütlerin biçimini de değiştirmektedir. İçinde örgütsel problemlerin de olduğu günümüz dünya gerçekliğinin ortaya çıkardığı sorunlar; yeni bir düşünce yapısının doğrusal olmayan karmaşık modellerini ve kaotik durumlara ilişkin yaratıcı süreçleri gerektirmektedir. Geleneksel örgüt felsefesinin doğası incelendiğinde örgütün bir makine gibi davranmasını öngören Newtonyen paradigmanın belirleyici olduğu anlaşılacaktır. Olguları tanımlamada doğrusal olmayan ilişkilerin ve kaotik dönemlere ilişkin strateji belirleme ihtiyaçlarının arttığı günümüzde Newtonyen paradigma yeterince çalışmamaktadır. Örgütsel müdahale ya da politika belirlemedeki indirgemeci tutumlar bütünün anlaşılması için parçaların tanımlanması gerektiğini öngörmektedir. Ama parçalara odaklanarak bütünü tarif edebilmenin olanaklılığı gittikçe tarih sahnesinden kalkmaktadır. Çünkü parçalar birbirleriyle bütünsel bir ilişki içerisinde etkileşime girdiği zaman farklı bir anlam kazanmaktadır.
Kolay anlaşılması için güncel bir örnek verelim. Örneğin; Kaypakkayacı geleneğin, yerel yönetimlere ilişkin siyaset ve örgütlenme modeli, diğer bütün başlıca siyaset ve örgütlenmelerinin de içinde olduğu parçalarla etkileşimi içerisinde kazandığı anlam yoluyla doğru değerlendirilebilinir. İçinde bulunduğumuz karmaşık dünya gerçekliğinin tek bir açıklayıcı sisteme indirgenemez oluşu sebebiyle devrimci siyaset Newtonyen kalıntılarından arınma talep etmektedir. Doğrusal olmayan kaotik süreçlere müdahale edebilen örgütsel siyaseti ortaya çıkaran yeni paradigmaların doğumu geciktikçe tarihsel bazı devrimci fırsatların kaçırılma durumu da gündeme gelebilir. Örgüt olmak bir toplumsal işi başarmak için gerekli olan en verimli mekanizmaya sahip olmaktır. Bu açıdan Örgüt ve siyasette makine metaforunun açmazlarına işaret etmek devrimin silahsızlandırılması anlamına gelmeyeceği gibi, sınıf mücadelesinin sorunlarını algıladığı pencereden hareketle paradigma değişikliğine gidilmesini öneren hiçbir yazar da sorumsuz ilan edilemez. Bu türden anlayışlar, örgütsel toplulukla ve bilgiyle önceden oluşmuş olan geleneksel değerler sistemini gözeten bir ahlak felsefesinden beslenmektedir. Bir Marksist bilgi işlemcisinin ivedilikle ret etmesi gereken bir durumdur. Bu yönelim özgür düşüncenin üzerinde bir müdahale ve baskı aracı olabileceği gibi, toplumsal çoğunluk tarafından onaylanan düşünce ve eylemlerin haklı olduğu(!) yönündeki bir indirgemeciliğe kadar bizleri götürebilir. Dolayısıyla bir yazarın bu yönlü çabası sorumsuz ferdi bir davranış olarak değil, sınıfına karşı devrimci yükümlülükleri gereği ezilenlerin öncüsünü politik ve ideolojik olarak uyanık ve canlı tutma çabası olarak anlaşılmalıdır.