Işığı geleceğin kalbine vuran büyük sosyal ve bilimsel devrimler, büyük yapıtların ve dehaların fışkırdığı ana kaynaktır. Devrim öncesinin sancılı, kâbuslu ve karanlık şartlarında, üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte filizlenip boy atan ve devrimin düşünsel, duygusal şartlarını yaratan, onu doğum sancısına sokan dehalar vardır hiç kuşkusuz. Ama toplumun derinliklerindeki cevheri açığa vuran, onu atılımların dinamiği haline getiren şey, sosyal ve bilimsel devrimlerdir. Büyük insanların doğuşunu inceleyen her kafa bu gerçeği (görmezlikten gelse de) görür, etinde iliğinde duyar.
Nâzım, tüm dünyaya köhneyi devirme, yeniyi kurma ateşini dayatan Ekim Devrimi’nin ürünüdür. Nazım’ın ayakları altında işgal edilmiş bir toprak vardı. Bu toprağın üzerinde Parti Pehlivanların, Kara Yılanların, Sütçü İmamların, Gizik Duranların tüfek takırtılarıyla, Ekim Devrimi’nin görkemli şiarları birbirlerine karışarak sert ve taze bir bahar rüzgârı halini almıştı. Nâzım’ın gencecik ruhu ve kalemi, bu rüzgârla yıkanmak, bu rüzgârın mizacını emmek zorundaydı. Moskova’ya gittiğinde inisiyatifin ve yaratıcılığın devrimci büyüsüyle, genç Sovyet gerçeği ile tanıştı. En ileri teoriyle ve Rus proleterlerinin mucizeler yaratan eşsiz enerjisiyle tanıştı. İşte Nâzım’ın yeteneğine sıçrama gücü, öz ve biçim veren şey, Nâzım’ı Nâzım eden şey bu gerçektir.
Bu durumu, yani Nâzım’ı Nâzım eden şeyi en iyi kavrayan da bizzat Nâzım’ın kendisidir. Proleter devrimci ideolojinin tayin edici önemine ve yol göstericiliğine inanç çok güçlüdür onda: “Ben bir dâhi değilim” der, “fakat iyi bir sanatkârım ve her şeyden önce bunu ideolojime borçluyum.”
Nâzım’a göre, “20. yüzyılda yüceliğinin doruğuna ulaşan sosyalist öğreti bilinmeden hiçbir şey olunamaz, yalnız şair değil, genellikle düşünen insan da olunamaz.” Tavrını, coşkulu bir iklim içinde uç noktalara vardıran Nazım, “Diyalektik materyalist felsefeyi anlamadan modern anlamda sanatkâr olunamayacağı,” görüşünü ömrünün sonuna kadar inatla savundu.
Kompradorların ve feodal mütegallibenin, sırtlarını emperyalistlere dayayarak, emperyalistlerle birlikte vahşice soyduğu ezilen bir Asya ülkesinin, bir şiir ülkesinin ozanıydı o. Onun karakterinde ve verdiği olgunluk dönemi ürünlerinde başkaldırı ve davaya bağlılık öğesi çok daha yalın ve tartışmasızdır. Sadece yapıtlarında değil, savunduğu görüşlerde de bu böyledir. Ona göre, “hayatın içinde, hayatı teşkilatlandıran bir sanatçının kitabında dava olmalıdır.” “Davası meselesi olmayan kitap kitap değildir… Kavgasız kitap bereketsiz kitaptır, hareketsiz kitap ise ölüdür.”
Eğer bir sanatçı, yaratacağı yapıtların estetik nakışlarını daha cazip kılmak ve onun hayatı değiştirme gücünü daha bir bilemek istiyorsa, büyük ilerleyişe kılavuzluk eden en ileri, en devrimci teoriyi kuşanmak, bu ilerleyişe bizzat katılmalıdır. Sıkı polis takibatı, sorgulamalar, uzun mahpusluk yılları, Nâzım’ın “bizzat”lığının önemli bir bölümünü teşkil ediyor. Mustafa Kemal’e, suçsuzluğuna ve kendisine karşı olmadığı yönünde yazdığı duygusal mektuba rağmen, birçok hatasına ve zaaflarına rağmen onun hayatı onurluluk ve boyun eğmezliktir. Böyle bir yaşam içinde O, Türkiye proletaryasının doğuşunu, yaşam tarzını ve kavgasını teorinin gücüyle birleştirerek etkin bir sanat haline getirdi. Yoksul Anadolu köylüsünün damarını götürüp Börklüce Mustafa’lara bağladı. Onun şiirlerinde Anadolu’nun yoksul köylüsü, arık topraklar üzerinde dipdiri ve dimdik olarak ve kendi deyişiyle “güneşi kafasında ateş bir sarık gibi taşıyarak”, “çıplak ayaklarında çarık”la gelip yanı başımıza dikilir. O “yanımızda değil” adeta “yanan kanımızda” gibidir. Onun şiirlerinde proletarya öncü müfrezedir. Yaratmanın ve kahretmenin başkahramanıdır. “Tohumların tohumu”dur. “Paranın padişahlığını” yenecek olan, “ekmeği gülü ve hürriyeti” getirecek olan biricik sınıftır. Bu anlayıştır ki ona şunu söyletir: “İşçi edebiyatı dövüşen işçinin malıdır.”
O’nun şiirlerinde gençliği ve köylülüğü tüm renkleri, illetleri ve faziletleriyle birlikte proletaryanın yanı başında görürüz. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mevziisinde…
Nâzım’ın şiirleri tüm dünyayı, en başta da Asya, Afrika ve Avrupa’yı harmanlar. Tüfek seslerini ve tamtamları şiirinde yücelterek, derin bir ilgiyle yaklaşır Asya ve Afrika’nın bağımsızlık mücadelelerine. Asyalılığıyla övünür o. Kültür ve sanatta Avrupa’nın rolünün abartılmasına karşıdır: “Çin, Japon klasikleri, Hint, İran, Türk klasikleri ve halk sanatçıları, genel olarak bütün bu ülkelerin insanlık kültür hazinesindeki payları, Avrupa’nın payından hiç de aşağı değildir.”
Nâzım, çok doğru olarak aksiyon halinde olan insanın kuvvetli olduğunu söyler: “Don Kişot kuvvetli bir adamdır, çünkü aksiyon adamıdır. Mücadele adamıdır. İnandığı şey için döğüşen adamdır.” Döğüşen adamın en güzel yanlarından biri de halka, çalışan emekçi insanlara güven duymasıdır. Kibirin, zirveden bakışın karşısındaydı. “İnsanlarımı seviyorum,” diyordu, “bütün zaafları ve kepazeliklerine rağmen onlara güveniyorum, tarihi onlar yapmışlardır ve onlar yapacaklardır.”
Nazım için aslolan kolektif yığınsal yaratıcılıktı. Kendi yaratıcılığını bu büyük yaratıcılığa bağlamıştı. “Realist-diyalektik- materyalist iyimser bir insanım. Hayatımı ve sanatımı yaratıcı, geniş halk yığınlarının hayatına ve yaratıcılığına bağlamışım,” diyordu. Yığınların yaratıcılığına bağlanan bir sanat, çok şey özümler o yaratıcılıktan ve yığınlara çok şey verir. Lenin, Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sı için, “beni derin bir biçimde ikinci kez sürmüş, çapalamıştır bu kitap” der. Nâzım’ın yapıtları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Onun şiirleri, özellikle 1960’tan sonra, aydınları, gençliği ve sanayi işçilerinin nispeten aydınlanmış kesimlerini derinden etkiledi. Gericilerle tartışmalarda, Nâzım’ı savunmak proletaryayı ve sosyalizmi savunmanın kriteri haline geldi. Reaksiyonerlerin, Nâzım’a bu denli sistemli, ısrarlı saldırmaları boşuna değildi. Çünkü o, yeninin ayaklarında bukağı rolü oynayan her şeye karşı güçlü bir saldırıydı. Onun ürünleri proletaryanın, proletarya devriminin yalın, eğitici, etkin sesiydi… Bizi güneşi zapt etmeye çağıran, “o duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız” dik kafalılığını aşılayarak kurşun eritmeye çağıran ilk büyük sesti o. Bizim kuşağı, Marx, Engels ve diğer ustaları okumaya götüren ve devrimci pratiğe götüren ilk görkemli sesti o.
Nâzım’ın gerçekçilik konusunda Balzac için söylediğini, kendisi için de aynen söyleyebiliriz: “…gerçekçiliği çok yönlü, gerçeği tüm karmaşıklığı, geçmişi, mevcut durumu geleceğiyle ve hareket halinde veren bir gerçekçiliktir.”
Nazım’ın gerçekçiliği, gerçeğin çok yönlü sunuluşunu aşan, emek dünyasından aldığı güçle gerçeğin bizzat değişmesine de etken olan sosyalist bir gerçekçiliktir. Okuyucuyu hayatın rahmindeki dinamik geleceğe, anlam cevherine bağlıyor; kuşku, arayış ve değişim aşkıyla donatıyor. Bu bakımdan onun gerçekçiliği, yıkıcı ve yaratıcı bir gerçekçiliktir.
Sanatçının bilinçli olarak taraf tutmasını savunan Nâzım, devrimin yeni bir tip insan yaratacağını, kitleleri kendi iç dünyasına, kendi özelliğine göre biçimlendirebileceğini söyler ve kendi enginliği ile çelişeceğini düşünmeden Lenin’in parti edebiyatı anlayışını savunur.
Nâzım’ın uzun hapislik yıllarından sonra ayağı Sovyet toprağına bir kere daha basar. Beş altı yıldır yıkıntılarını kaldırmakta, yaralarını sarmaktadır Sovyet halkı. Ve savaş yıllarında iyice güçlenerek dokuz başlı bir canavar haline gelen bürokrat burjuvazi, iktidarı tamamen gasp etmek için fırsat kollamaktadır. Bu ortamda sessizce şiir ve tiyatro üzerine yoğunlaşır. Stalin’in ölümünden sonra başlatılan anti-Stalinist kampanyanın etkisi altında kalır. “Kişiye tapma” adı altında Stalin’e yöneltilen eleştirileri destekler. Geçmişte Meyerhold gibi sanatçılar üzerine yöneltilen baskıları, tutuklamaları haklı olarak kınar. Bu sanatçıların itibarlarının iade edilmesini savunur. Meyerhold’u, “Sovyet tiyatrosunda sosyalist gerçekçiliğin kurucularından birisi” olarak görür. Bir şiirinde üstü örtülü olarak kendisini putlaştırdığına dair eleştirir Stalin’i. Bir diğer şiirinde ise Kruşçev’i över. 1956’dan sonraki şiirlerinde nükleer savaşa karşı mücadele ve barış öğesi önemli ölçüde yer alır. Ayrıca gezip gördüğü ülkelerin değerlerini şiirlerine konu eder. Bağımsızlık savaşlarını yüceltir. Aşka ve memleket hasretine dair yeni şiirler yazar.
Gerek Ekim Devrimi’ni izleyen yıllarda gerek faşizmin demir ökçesine karşı sokaklara çıkan işçi hareketleri döneminde, gerekse emperyalist savaş ve hapislik yıllarında ortaya çıkan şiirlerle, Nâzım’ın hapisten çıktıktan sonra Sovyetler’de yazdığı şiirler arasında içerik bakımından önemli farklar vardır. Birincisinde proletaryanın devrimci gücünü, ayağa kalkışını ve seferberliğini görürüz. Diyalektik materyalist öz daha güçlüdür. Bu şiirlerdeki devrimci güç, merdivenin “çengelini yıldızlara takarak/ölülerin başlarına basarak” yükselmektedir güneşe doğru. Ve O büyük ozan, 1956’dan önce, gözü kanlı bir devrimci gibi demir dövmekte, her vurduğu çekiçle karanlıkları ışıtmaktadır sanki. Proleter enternasyonalist dayanışma ve kavga ruhu çok az ozana nasip olacak derecede derin ve boyutludur.
Ey meşin jaketli komünist!
koltuğundaki cüzdanı
sırtına asker çantası yap.
Sakla yarısını yediğin ekmeğin
Berlin amelesine
1956’dan sonraki şiirlerinde, hümanizm ve duyarlılık daha ağırlıklı ve daha bir incelmiş olarak işler içimize. Mücadele ruhu çekip gitmemiş ama ikinci plana düşmüştür. Bunun böyle olmasında birçok neden vardır. Birincisi, Nâzım artık 1956 öncesinin çetin şartlarında, faşizm, savaş ve hapishane şartlarında değildir. Nükleer savaş tehlikesine karşı, savaştan yeni çıkmış halkların barış arzusunun yüksek olduğu şartlardadır. İkincisi, bürokrat burjuvazinin iktidarı tamamen ele geçirdiği, uluslararası komünist harekette modern revizyonizmin alabildiğine güçlendiği şartlardır. Üçüncüsü, çalışan geniş yığınlarla ilişkileri son derece zayıftır ve ayrıcalıklı, entelektüel, elit bir tabaka içindedir. Ama teslim etmeliyiz ki tüm bu şartlara rağmen Nâzım, 1956’dan sonra verdiği ürünlerde sosyalist gerçekçi çizgiyi kaybetmemiştir.
Nâzım, geriye dönüş gerçeğini görememesine rağmen, parti ve devlet cihazı başta olmak üzere çeşitli kurumlara yerleşen bürokrasinin ciddi gücüne dikkati çekmiş, onun bütün karakteristik özelliklerini ve taktiklerini İvan İvanoviç Var Mıydı Yok Muydu? adlı eserinde açığa çıkarmıştır. Modern revizyonizmin yozlaştırdığı, Sovyet sanat dallarını zaman zaman eleştirmiştir. Özgürlüğe tutkunluk, dürüstlük ve Lenin’e bağlılık çizgisinde ısrar ettiği için sanatta sosyalist gerçekçiliğini korudu. “Ben sekter olmayacak, nihilizme kapılmayacak ya da herhangi bir revizyonistin yargılarını paylaşmayacak kadar çok yaşadım bu dünyada” diyordu. Hem revizyonizme hem de dogmatizme karşı, ömrünün sonuna kadar şu görüşünde ısrar ettiği için her iki kanadın da şimşeklerini üzerine çekti: “Bence sosyalist gerçekçi sanatın iki düşmanı vardır, Revizyonizm ve sekter dogmatizm.”
Politikada ve sanatta revizyonizm bugün daha ciddi bir tehlikedir. Sınıf niteliklerinden dolayı emeğin en alt kesimiyle, onun devingen yıkıcı gücüyle içli dışlı olan bir sanata sıcak bakmazlar. Egemen Sınıf özelliklerini, Onların incelikle gizlenmiş ayrıcalıklarını sezinleyen, hicveden, mizah konusu haline getiren sanattan korkarlar. Oysa sanatın varlık şartıdır bu. Çoğu kez olduğu gibi, zıt uçlar burada benzeşiyor. Revizyonizm ve dogmatizm somut gerçekliği parlak bir laf kalabalığına boğarak, “yöntem” ve “üslup” kavramlarını özdeşleştirerek, özgürlüğün tüm yaşamsal alanlarda zincirlerinden boşanarak sanatlaşmasını engelliyor. Revizyonistler, yaşamın çok yönlü devingen atılımını kavrayan, onu tüm artistik özellikleriyle sanata dönüştürüp, köhne ve statik olanın karşısına diken sosyalist gerçekçiliği eleştirirken, onun sanata üniforma giydirdiğini, sanatı direktifle yönlendirdiğini ileri sürüyorlar. Bunu yapanlar elbette ki vardır. Bunu en çok sosyalist gerçekçilik adına yapanlar sekterler ve dogmatiklerdir. Revizyonistler bunların bu kaba hatalarını bilinçli olarak sosyalist gerçekçiliği zayıf düşürmek için kullanıyorlar. Nazım bu noktada şöyle diyor:
“Sekterler ve dogmatikler toplumcu ilkelere -benim için her şeyden daha değerli olan bu ilkelere- sahte sadakatlerini sosyalist gerçekçilik maskesi altında gizleyerek, revizyonistlerin sosyalist gerçekçiliğe iftiralarına yardım ediyorlar. Onlara kesinlikle karşıyım. Toplumcu sanat ilkelerimizi onun açık düşmanları olan revizyonistlere karşı nasıl savunuyorsak, sosyalist gerçekçiliğin bu türlü “koruyuculuğuna” karşı da aynı tutkuyla savunmalıyız” (Aziz Çalışlar, Nâzım Hikmet, Sanat ve Edebiyat Üstüne, s. 57).
Sanatçı, verdiği ürünler ve kişiliğiyle birlikte, yaşadığı sosyal şartlar içinde değerlendirilmelidir. Ama değerlendirmede esas kriter, sanatçının yapıtlarıdır. Sanatçının gücünü ve büyüklüğünü tayin eden, bu yapıtların gücü ve büyüklüğüdür. İnsanlığın büyük ilerleyişine, yaşamı derinlemesine estetize edişine, bu yapıtların ne ölçüde katıldığı ve ne ölçüde katkıda bulunduğu sorusunun cevabı, sanatçının çapını belirleyen asıl unsurdur. Bazıları Nâzım’ı değerlendirirken, bugünkü programını ve savunduğu görüşlerini kriter olarak kullanıyor. Eğer Nâzım bu program ve görüşleri yapıtlarında, konuşmalarında ve mücadele pratiğinde tamı tamına, şu ya da bu noktasından sapmadan savunmuşsa proletaryanın ozanıdır. Eğer, bazı sapmaları, eksiklikleri, zaaflar varsa, o küçük burjuvazinin dünyasına aittir. Hiç kimse, “Nazım, sınıf mücadelesinin cılız olduğu, revizyonizmin, oportünizmin ve kuyrukçuluğun tam egemen olduğu o günkü ülke şartlarında ve modern revizyonizmin ana kalesi haline gelen Sovyetler’de ne yapabilirdi?” sorusunu sormuyor. Nâzım’ın dediği gibi, yazarlar, “soyut değil somut olarak değerlendirilmeli, incelenmeli, yani bir insan, bir yazar, yaşadığı devir, içinde bulunduğu ülke, sınıf, zümre, çevre göz önünde tutularak incelendikten sonra o devrin, o memleketin, o sınıfın imkânları içindeki başarılarına göre hakkında bir yargı verilmeli.”
Ustaların, sanatçıları nasıl ve hangi kriterlerle değerlendirdiklerine bakmalıyız. Marx, Heinrich Heine’i proletaryanın ozanı olarak değerlendirir. Bugünkü devrimcilerin diyebilirim ki yüzde doksanı, Heinrich Heine’i kişiliği ve verdiği ürünlerle birlikte ele alıp değerlendirmeye kalkışsa Marx’ın yargısına katılmaz, Onu devrimci burjuvazinin ozanı olarak kabul eder.
Nâzım, başlı başına bir deryadır. O’nu her yönüyle değerlendirmeliyiz. Devrimci sınıf mücadelesinde güçlü bir silahtır çünkü O. Sadece şiirlerini değil, masallarını, oyun yazarlığını, sanata dair yazılarını incelemeli, değerlendirmeli, onu her yönüyle tanımalı ve her yönüyle tanıtmalıyız. Devrimci kültür cephesinin kutup yıldızıdır O. Hiçbir göz, kör göz görmezlikten gelemez bu yıldızı.