Ölüm, birçoğumuz için bilinmezliği temsil eder. Ve ölüme dair tüm kurgular bu bilinmezlik üzerinden yükselir. Bilinmezlik aynı zamanda korku demektir. Bilinmezlik ile birlikte gelen bu duygu, Homo sapiens denen türümüzü 45 bin yıldan bu yana şekillendirir ve yönlendirir. Varoluşa dair tartışmalardan, cennet ve cehennem tahayyüllerimize kadar her şeyin temelinde bilinmezlik ve yarattığı bu korku duygusu vardır.
Trans varoluş zannımca bu korkuyu ciddi manada sönümlendiren bir yerde duruyor. Ait hissettiğiniz kimliğe geçiş kararı ile birlikte gelen görünürlük sizi hep bir bilinmezliğe itiyor. Ve bu bilinmezlik birçok insan için korkuya yol açarken, biz translarda etkisiz bir hal alıyor.
Diren, bu bilinmezlik ile yıllardır yaşama tutunmaya çalışan ve dolayısıyla korkuları toplumdan bambaşka olan bir kadın. Korkuları ile birlikte duyarlılıkları da birçok insana göre başka temeller üzerinden yükseliyor. Kan dökerek ibadet edilen bir dünyada, boğazına bıçak dayanan kuzunun korkusunu hissediyor mesela. ‘İnsan dışındaki tüm türler bizim için yaratılmıştır’ inancı bu kadar genel geçer bir doğruyken, 2 metrelik bir alanda sütü gasp edilen ineğin özgürlüğünü isteyebiliyor.
Süregiden bu bilinmezlik yaşamın bir parçası olurken varoluşun önüne çıkan her engel, “ölüm” denen duygunun bilinmezlikten gelen korkusunu geçiyor. Kısacası bir trans kadın için ait olduğu bedenle kurduğu ilişkiyi engelleyecek her olgu büyük bir korkuya dolayısıyla bu korkudan kurtulmasını sağlayacak sağlam bir iradeye zemin hazırlıyor. Tıpkı cennet uğruna doğru kabul ettiği dini eylemleri yerine getiren milyarlarca insan gibi.
Eşitsizlik pınarı: Heteroseksizm
Heteroseksist toplumlarda devlet denilen aygıt sadece kamusal yaşamı düzenlemekle kalmıyor. Norm olarak belirlediği kodlar üzerinden milyonlarca yaşamı zapturapt altına alıyor. Kadınlık ve erkeklik bu ikilik üzerinden inşa edilirken, ikisi arasındaki geçişkenlik en ağır biçimde cezalandırılıyor.
Kamusal yaşamı dizayn eden unsurları göz önüne aldığımızda altyapı ve üstyapı olarak tabir edilen dinamiklere bakmak, normun yarattığı çerçeveyi görmek açısından önemlidir. Ortadoğu coğrafyasında hayat bulan üretim ilişkileri ve geniş toplumsal grupların bu ilişkilerde konumlandığı yer, o coğrafyanın düşün dünyasına rengini veren bir yerde duruyor. Daha somutlayarak gitmek gerekirse maddi zenginliği elinde bulunduran azınlığın temel referansları kamusallaştırılarak, norm haline getirilebiliyor. Türkiye özeline baktığımızda AKP iktidarı ile birlikte daha çok tartışılagelen ‘Siyasal İslam’ kavramı devlet ve kurumlarına, dolayısıyla da sermaye sınıfının düşün dünyasına direkt yansıyor. Palazlanan İslami sermaye, devraldığı tekçi, ırkçı, ikiyüzlü seküler algıyı nüanslarla yeniden var ederek yaşamlarımızı tekrardan kurguluyor. Üretim araçları ve bu araçların konumlandığı yer neresi olursa olsun (Demokratik Halk Devrimleri ve Sosyalist Devrimler dahil) normun belirlenmesine rengini veren temel ideoloji heteroseksizm oluyor.
Heteroseksist ilişki biçimi, özel ve kamusal alanın biçimlenmesinde rol oynarken, her şey bu iktidar biçimine göre konumlandırılıyor. Eğitim, sağlık, aile, hukuk gibi özel ve kamusal alanlar bir iktidar ilişkisi olan atanmış cinsiyet temel alınarak heteroseksüel ilişkiler üzerinden tanımlanıyor. Kavramın yarattığı tahakküm sadece LGBTİ+’lara değil, farkında olmasalar bile heteroseksüel/natrans kadın ve erkeklere de yansıyor.
Nasıl mı?
Heteroseksist ilişki biçiminde kadın bedeni toplumsal denetimin odağı, savaşlar ve politik çatışmalar için bir uzamdır. Bu realite bütün dünyadaki silahlı çatışmalarda, üreme haklarına yapılan müdahalelerde, göçmenlik ve sığınmacılık politikalarında, “namus” kisvesi adı altında işlenen cinayetlerde, cinsel saldırılarda, kadınların örtünmeye zorlanarak tecrit edilmesinde, ev içindeki şiddetin yaygınlığında kendisini açıkça ortaya koyar. Devletler, kadına yönelik şiddete, özel alanda cereyan ettiği gerekçesiyle seyirci kalarak; göstermelik önlemlerle erkek egemenliğinin devamlılığını sağlamaya çalışır.
Özcesi heteroseksizm,
Kadını; eve kapatıp, üretim ilişkilerinde ucuz iş gücü olarak görüyor. Belirli bir yaşa kadar babaya, bir yaştan sonrada kocaya bağımlı kılıyor. Edepli hareket etmesini ve erkeğin belirlediği sınırların dışına çıkmamasını salık veriyor. Giyiminden tutalım da saç kesimine, vücut kıllarının durumuna kadar birçok normu belirliyor. Her şeyden önemlisi devlete işçi ve asker yetiştiren bir kuluçka makinesi gibi davranılmasını sağlıyor.
Erkeği; güç merkezi olarak kodluyor. Atanmış cinsiyet farklılığını sistemli bir biçimde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dönüştürerek, tüm güç kaynaklarını nihai olarak erkeklerin elinde tutmasını sağlıyor. Namus kavramını sahiplenmesini, evlenmesini, erkini korumasını salık veriyor. Hazlarını bile bu ideoloji belirliyor. Ailenin yegane kurucusu, kollayıcısı ilan ediyor. Heteroseksist hegemonyanın bekası için erkeği ailenin içinde bir tanrı olarak var ediyor. Ve bu tanrı; kuralları belirliyor, takip ediyor, denetliyor. Hem savcı hem hakim oluyor. İnfazı kesip, kendi düzenini keyfine göre işlevsel hale getiriyor. Anadolu kültüründe gözlemleyebileceğimiz aile içi bayramlaşma ritüeli heteroseksizmin erkeği tanrısallaştırmasına en güzel örnektir. Çocuklarla birlikte anne de evin tanrısı olan erkeğin elini öperek kutlama yapar. El öpme; hürmet ve itaat demektir.
Eşcinsel ve biseksüelleri ise dayatılan ve norm olarak kabul edilen heteroseksüel ilişkiler üzerinden baskılıyor. Hasta ve sapkın bireyler olarak kodluyor. Toplumsal yaşamı kapatıyor. Kamusal alana girebilmeleri için susmalarını şart koşuyor.
Transseksüalite: En büyük günah – En büyük ceza
Özel mülkiyet, aile, din ve devlet dörtlüsü heteroseksizmin günümüze kadar kendini yenileyerek gelmesini sağladı. Toplumun örgütlenme formu olan aile, heteroseksizmin temel taşıyıcı birimiyken üretim ilişkileri de aile gibi en etkili birimlerden biri olageldi. Din ve devlet ikilisi ise heteroseksizmin günümüze kadar kurumsallaşarak gelmesini sağlayan kamusal taşıyıcılar olarak görevlerini layıkıyla yerine getirdi.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik arttıkça heteroseksizmin norm dışı kalan topluluklara yönelttiği şiddetin boyutu ağırlaştı. Peki kim bu norm dışı kalanlar? Kadınlar, ikincil cins olarak hem dini metinlerde hem de kamusal yaşamda tamamlayıcı/yardımcı/hizmetçi konumundaydı. Doğal ve evrensel hedef ise yalnız yaşayan kadınlar, evlenip boşanan kadınlar, seks işçileri, eşcinseller, biseksüeller, öz gereksinimlerini yerine getiremeyenler vb olarak sıralanabilir. Fakat bunların dışında bir hedef vardır ki şiddetin, damgalamanın, yok sayılmanın en ağırını yaşarlar: TRANSLAR…
İkili cinsiyet sistemini bir ustanın elinden çıkmış bir duvar olarak düşünelim. Güvenlik güçlerinden kamu kurumlarına, siyasi partilerden sivil toplum kuruluşlarına kadar devlet sistemini oluşturan tüm unsurlar ikili cinsiyet rejimini korumak, ayakta tutmak adına heteroseksizmi sürekli olarak yeniler ve yaşatır. Eşitsizlik üzerine kurulu olduğundan dolayı yenileme ve yaşatma çabaları her daim belirli çatlaklar yaratır. Norm dışı kalan bu gruplar belirli tavizler karşılığında bu çatlaklara yerleşebilir. Örneklemek gerekirse bir eşcinsel, Alevi, Rum ya da Ermeni, bir plazada beyaz yakalı olarak çalışabilir. Fakat bir transı bu çatlağa yerleştirdiğiniz an o çatlak derinleşir ve duvar yerle bir olur.
Tüm yaşamın ikili cinsiyet üzerinden kurgulandığı bir sistemde trans varoluş en büyük tehlikedir. Penis bu kadar büyük bir erk iken, erkten vazgeçmenin, yardımcı/tamamlayıcı/hizmetçi unsur olarak görülen bir cinsiyete geçmenin bedeli de buna uygun olmalıdır. Doğurgan olmayan kadının bile yarım olarak tanımlandığı bir toplumda, trans olmanın günahı, yeryüzünün tanrısı olan erkekler tarafından en ağır cezayla karşılanmalıydı.
Peki, bir insan için nedir en ağır ceza?
Yaşarken öldürmek, yaşayan bir ölüye çevirmek en ağır cezadır insan için. Aile formları üzerinden örgütlenen bir toplumsal düzende bu formun dışında tutarak, yok sayarak, barınma, çalışma ve yaşama haklarında mahrum bırakarak, kamunun dışında tutarak verilir. İkili cinsiyet rejimi, yarattığı normun dışında kalan her şeyi düşman olarak kodlar. Trans varoluş, cinsiyeti darbeleyen bir muhtevaya sahip olduğundan her daim hedef tahtasındadır. Bu da kamusal yaşamdan ağır bir biçimde tecrit edilmelerine imkan sağlar.
Bu gerçeklik hiç de öyle uzağımızda değil. Birkaç basit soru ile sonuca ulaşmak mümkün. Onlarca meslek odasından kaç tanesinde görünür olarak kayıtlı bulunan trans meslek erbabı vardır? Kaç tane kamu kurumunda trans bir çalışana denk geldiniz? Ya da kaç siyasi partinin MYK’sında söz sahibi bir trans görebildiniz?
Bunlar her birimizin gözlemleyerek sonuca ulaşabileceği basit doneler. Ulaşması basit ama özneleri için deneyimlemesi ağır gerçeklikler. Ve bu gerçekliğin kaynağı olan heteroseksist hegemonya sadece kendi çemberi dışında kalanlara zorlaştırmıyor yaşamı. Tahlil edilmesi zor da olsa ikili cinsiyet rejiminin öznesi olan erkekler için de zorlayıcı bir noktada duruyor. Sürüne sürüne erkek olmayı, duygulardan uzak, insan özüne aykırı bir baskılanmayı yaşatıyor. Eşit bireyler olarak kolaylaşan bir arada yaşam yerine gereksiz yüklenmelerle zorlaşan bir insan ömrü var ediyor. Yarattığı ağırlık şiddetin çıkış noktası olarak çeperine zarar veriyor ve bütünlüğü dağılmış bireyler birlikteliğinden hastalıklı bir toplam yaratıyor.
Özgür olan bir kadın niçin ölüme yatar?
Bunca tahlilin ardından gelelim asıl sorumuza: Özgür olan bir kadın niçin ölüme yatar? Heteroseksizmin var ettiği kültür sistemli bir ‘düşmanlar toplamı’ yaratarak kendi varlığını sürdürüyor. Bir trans kadın olarak varoluş mücadelemde sıklıkla bahsini ettiğim ayrıştırmanın acımasız uygulamalarıyla muhatap olmak durumunda kaldım. 31 yıllık yaşam serüvenim erkek şiddeti ile baş etmenin türlü yollarını öğrenmeme vesile oldu.
Bir trans kadın olarak var olmak, tüm bu yaşam pratikleri içinde en az dayanışılan toplumsal grup olmayı beraberinde getiriyor. Heteroseksizmin zihinlere nakış nakış işlediği transfobi, en özgürlükçü zihinlerin prangası oluyor. Kamusal yaşamı aralamak adına atılan her adım, ‘ama’lı, ‘fakat’lı cümlelerin soğuk yüzüne çarparak engelleniyor. Translara yönelik işlenen her türlü sistematik suç, toplumsal bir suskunluğa dolayısıyla kabullenişe ve onaya dönüyor. 90’ların hafızamıza yerleştirdiği ‘travesti terörü’ genel ahlakın ikiyüzlü uygulamaları ile öteki olanın yok edilmesine zemin hazırlıyor.
Diren ve Buse’yi yaşadıkları “iki kişilik” yalnızlığa (*) iten toplumsal mutabakat, yazı boyunca anlatmaya çalıştığım zemin üzerinden yükseliyor.
Yaptığımız toplantı çağrısı son bir şanstı aslında, Diren ve Buse şahsında, yaşadığımız topluma. İşlenen kolektif suçlar, taşıması zor yükler bırakır omuzlara. Tıpkı 21. yüzyılın ilk ve en acımasız katliamı olan Ermeni Soykırımı’nın bıraktığı yük ve yaşattığı utanç gibi. Tüm çabalarımıza rağmen duyulmadı Diren’in çığlığı. Tüm kapılar kapanmışken yüzüme, hicap duydum Diren ve Buse’nin varlığına. Ya kan tutacaktı, ya utanç basacaktı. Ya da…
Ya da özgür bir beden olarak ölüme yatacaktım, ayaklar altına alınmaya çalışılan onurumuz adına, insanlık adına, vicdan adına…
Umudun, dayanışmanın, bir arada durmanın gücüne inanan bir insan olarak hepinizi dayanışmanın güven veren kollarına davet ediyorum. Tedavi hakkımızı geri alamasak bile yine kazanan biz olacağız. Geride kalanlara onurlu bir tarih bırakarak. Tıpkı, Stonewall’da ilk taşı atan Marsha’nın bizlere bıraktığı gibi…
Zihnimin en berrak yerine kazınan bir cümle ile bitirmek isterim: “Zafere mahkum edilenler, ölümü küçülterek yenerler”.
(*) Diren Coşkun’un son görüşmesinde avukat Eren Keskin’e söylediği cümle: “Biz, Buse’yle iki kişilik yalnızlık yaşıyoruz”.
Kaynak: Kıvılcım Arat / Bianet