Kapitalist sisteme dahil tüm ülkelerde ortak bir benzerlik vardır; iktidara gelmek isteyen düzen temsilcileri parti ayrımı yapmaksızın bir dizi vaatte bulunurlar. Egemen güçler bu sesle iktidara sıvanırlar; “benim dönemimde her şey daha iyi olur”, “ülkenin çıkar ve güvenliği için çalışırım”, “yokluk ve yoksulluk bitecek” gibi bir dizi söylem kalabalığı zamanla buharlaşıp yok olur. Onlar için, yapacaklarla yapamayacaklarının bir önemi yoktur, aslolan iktidar olup güç elde etmek olmuştur. Bu yarışa en bariz bir şekilde kilitlenen ve 8 Kasım 2016’da seçilen ABD’nin 45’inci Başkanı Donald Trump olmuştur.
Trump, kendi yönetimi döneminde iç ve dış pazara belli müdahalelerde bulunurken, ülkenin ekonomik dengesine ayar vermek adına bir dizi iddialarla gündem oldu. Merkantilist yaklaşımla ekonomik, ticaret ve para üçgeninden hareketle günlük hayatı sürdürebilme anlayışını temel alarak ve “günü” kurtarma mantığı ile bir “ekonomi-politik” anlayış tercihinde bulundu. Bu yaklaşım ve beklentiyle ülkeyi yönetmeye sıvanan Trump, birçok siyasi ve iktisadi analist onu tipik bir Merkantilist lider olarak yorumladılar. Zira, Avrupa ülkelerin en yoğun sömürgecilik ilişki döneminde; filozof ve de modern ekonomi teorisyeni olarak anılan Adam Smith (İskoç, 1723-1790), Merkantilist anlayışı önemle savunmuş ve de görüşün önemli bir taraftarı olarak bilinir.
16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Avrupa ülkelerinin yoğun sömürgecilik dönemine denk düşen Merkantilist ekonomik sistem ve de görüş vardı. Bunun temel amacı ülke zenginliklerini korumak ve paralelinde de sömürge ülkeleri bir arada tutmak ve mümkün olduğunca sömürüden faydalanma mantığı ile ön plandaydı. 21. yüzyılın dünya neo liberal ekonomisine (serbest ekonomi) savaş açan Trump, “korumacı” önlemlerle kendi ülke ekonomisini zamanın ruhuna aykırı tavırla bir değişime gitmeyi tercih etmişti. Ancak tüm bunun pratikte bir anlam ve mümkünatı yoktu, bazı istisnai durumlar hariç. Trump, ülke ekonomisini ve siyasi sistemi Protectionist (korumacı) önlemlere angaje etmek istemiş ve ancak söylem düzeyinde bile değişime dair bir yol alamamıştır.
Trump, sadece kapitalist ülkeler arası iktisadi ve de siyasi düzlemde bir kafa karışıklığına neden olabilmiştir. Bu durumda ister istemez Transatlantik ittifakta bir rahatsızlık doğmuştur, geleneksel ilişki ve iş birliği noktasında bakıldığında. Yaratılmış olan bu uyumsuzlukta, esaslı olarak Trump’ın tüccar mantığından kaynaklanan “korumacı” ve “merkantilist” ekonomi ve ticari anlayış belirleyici olmuştur.
Trump, “America first” (önce Amerika) söylemi ile çoğunluklu olarak beyazların desteğini alırken, siyahileri bütün kötülüklerin anası deyip açıktan hedef göstermiş ve tıpkı 20. yüzyılın başlarındaki Amerika’sında olduğu gibi birçok siyahi polis şiddetine maruz kalmış ve yüzlercesi katledilmiştir. Trump İktidarının daha ilk 100. gününde bu değişikliklerle ülke içinde, gerekse de ikili ve çoklu uluslararası ilişkilerde yabancı mallara konulan şartlı ve de yüksek gümrük vergilerle (korumacı) hissedilir olmuştur. Bu durum, başlangıçta dünya kapitalist sisteminde de olası bir kriz olarak yorumlanmış olsa da mevcut memnuniyetsizliğin pratikteki yansıması karşılıklı söz atışması ve de diplomatik sataşmadan öte gidememiştir.
Trump iktidarı inişli çıkışlı bir dört yıllı (2016-2020) doldururken, içte inanılmaz bir kutuplaşmayı ve dış tada geleneksel müttefik ilişkilerin zaman zaman kopma noktasına geldiği bir güvensizlik görünüme neden olmuştu. Geleneksel ABD başkanları (son 70-75 yılda) sadece kendi ülkesini yönetmekle sınırlı kalmadıklarından, Trump’ın da bir başka ajandasının olmuş olması kaçınılmaz olmuştur. O, aynı zamanda dünya kapitalist düzenin patronuydu ve militarist gücünde temsilcisiydi. Kâh Transatlantik ilişkilerde doğan kapitalist ülkelerle Trump uzlaşmazlığı, kâh zaman zaman NATO’yu hedef alması, Dünya Sağlık Örgütü’nden ayrılma kararı (Temmuz 2020) ve IMF gibi kapitalist uluslararası kurumsal oluşumlara yönelik korumacı yaptırımlarla tehdit dolu bir dört yılı geçirdi.
Uluslararası emperyalist güçlerin Trump memnuniyetsizliği üzerinden yükselen ve seçimleri kazanan John Biden, sisteme daha uygun ve uzlaşıcı bir aday olarak kaydedildi. Zira Biden Trump karşıtı olarak, sıkça “yeni” dönemde güven tazelemek ve müttefikler arası yara almış birlikteliğin tekrar onarılması adına yoğun çaba vereceğinden hep bahseder oldu. ABD başkanı Trump ısrarla iç sorunlardan siyahi ve Latin Amerika kökenli (Hispanik) insanları sorumlu tutarken ekonomi ve dış ilişkilerden de Avrupa’yı, Çin’i ve Rusya gibi alternatif ekonomik güçleri suçlayarak yönetimi sürdüren bir lider görünümünü vermişti. Oysa John Biden Trump’ın aksine daha uzlaşıcı ve kullandığı yumuşak dille Amerika’yı yönetmeye aday olduğunu belirtmiştir. Bu sayede Biden siyahilerin çoğunluklu olarak oylarını almayı başarmış ve 20 Ocak 2021’de resmen Amerika’nın 46’ıncı Devlet Başkanı olarak göreve başlayacak.
Biden ile gelen yeni Amerikan siyaset kurumu, tüccar Trump’tan daha iyi uluslararası barışa, adalete ve özgürlüklere daha çok katkı sağlayacak gibi bir beklentide olmak mümkün değildir. Şunu biliyoruz ki Biden, ABD Başkan yardımcısı görevinde bulunmuş, uzun süre Senatörlük yapmış ve de ABD’nin değişik Dış İlişkiler Komite üyeliği, farklı güvenlik komisyonlarında ve de başkanlık görevinde bulunmuş müesses nizamın ta kendisidir. Tüm bu nedenlerle Biden gerek Amerikan sermayesi için ve gerekse de Transatlantik müttefikler için son dört sene özlemle beklenen bir lider profilini yansıttığını demek yerinde olur. Çünkü o, Trump’a kıyasla ülkesinin ve de uluslararası denkleme dair çok daha ileri düzeyde bir okuma yapan siyasi liderdir.
Dolayısıyla son dört yıllık ABD yönetiminden rahatsızlık duyan Avrupa Birliği ülkeleri ve Transatlantik müttefik cephe, bütün umutlar Trump sonrası seçimleri kazanan Joe Biden’a bağlanmış gözüküyor. Ancak görünen o ki, “yeni” sürece ilişkin aşırı iyimserlik beklentisi ile geleneksel ABD’nin iç ve dış politik tarihi bütünlüğü bağlamında gerçek bir okumanın yapılması önem arz etmektedir. Aşırı Biden iyimserliği, bir anlamda egemen çevrelerin bilinçli bir manipülasyon amaçlı taktik mücadelesi olarak görmek mümkündür.
ABD’nin siyasi ve askeri hedefinin “amaç” ve “stratejisi” sadece ülkesinin ve de uluslararası emperyalist güçlerin temel çıkarları üzerinde kurgulanır, bu hep böyle olmuştur. Bu mantık dahilinde göreve gelen ve giden Başkanların “değer ölçümü”, aslında yukarıda belirtilen ilişkiler bütünü içinde aramak ve de görmek gerek. Kime göre? Elbette bu uluslararası ilişkilerde çıkarları olan egemen güçlere göredir. Bu şartları ve de beklentiyi kıstas alan güç ise emperyalist ve kapitalist güçlerdir. Birçok siyasi analistin ve de uluslararası medyanın sıkça Biden üzerinden “yeni” dönem tartışmasını yürütmüş olmaları, bununla yaratılmak istenilen iyimser hava ve beklenti reel değildir.
Biden döneminde Trump’lı tartışmalara neden olmuş Transatlantik iş birliğindeki “amalar” mümkün olduğunca minimum seviyeye çekilmek istenilecektir. Çünkü bundan en çok zarar gören uluslararası emperyalist temsilcilikler ve de kurumları olmuştur. Bu noktada ülke ve kurumlar arası ilişki geçmişe kıyasla daha açık bir tercihle işletilmek istenilecektir. Biden döneminde görünürde de olsa bir uzlaşı politikası etkili olacaktır. Bunun temel nedeni ise, günümüzde var olan askeri ve ekonomik güç potansiyeli birden fazla Amerika’nın olduğu gerçeğini dayatmaktadır. Dolayısıyla bugün ki koşullarda emperyalistler arası bir savaşın sonuçsuz kalacağı gerçeği güncelliğini halen korumaktadır.
Zira, Demokrat Partisinden Barack Obama’nın başkanlığı (2009-2017) döneminde olduğu gibi karşıtlarıyla gerektiğinde ve de çıkarları söz konusu olduğunda diyalog yollarının açık tutulması hep önemsemiştir. Örneğin; tüm uzlaşmazlıklara rağmen Kuzey Kore ile diyalog içerisinde olmak, veya İran’la tekrar nükleer anlaşmaya geri dönmesini sağlamak. Bununla son dört yıl Trump’ın çok yönlü ambargo ve tehdit kararları altında inleyen İran’a bir nefes sağlanmış olacak. İsrail, Biden’ın önümüzdeki süreçte sürdürmek istediği uzlaşı politikasını sekteye uğratmak adına bir dizi açıklamalarda bulundu. Bir adım daha ileri giden İsrail yönetimi, 27 Kasım 2020 tarihinde Abserd şehrinde İran nükleer programının en önemli isimlerinden Muhsin Fahrizade’yi öldürdü ve Biden’a ABD’nin Ortadoğu politikasına istinaden kırmızı çizgisini hatırlatırcasına, mevcut denkleme dokunulmayacak der gibi oldu. Olanda bu oldu, ABD’den Fahrizade’nin öldürülme olayı için sadece; “Ortadoğu’da tansiyonu yükseltmeyin” demekle yetindiler.
Görünen o ki Biden’la Trump döneminde Avrupa’da giderekten dillendirilen ve NATO dışı “Avrupa Savunma Stratejisi” tartışmaları görünürde de olsa bir şekilde geçici olarak gündemde olmayacaktır. Bu konu Trump döneminde sürekli olarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (2017 …) ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel (2005 …) gündeminde kalmış ve ancak sorunun çözümü noktasında NATO ’sız bir alternatif gündemlerinde olmamıştır. Burada Biden’ın Transatlantik önceliği ile NATO’nun tartışmasız olarak geleceğe dair daha güçlü bir konuma taşınmasını seçim döneminde sıkça dile getirmiştir. Biden’ın, “güçlü NATO’nun kaçınılmazlığı”, ve Merkel’in, “daha uzun yıllar Avrupa ABD’ye ihtiyacı olacak” söyleminde çıkan sonuç şudur; uluslararası emperyalist güçlerin Transatlantik müttefikliği dönemsel koşullara rağmen (Trump dönemi) güçlü bir birliktelikle devam edecektir. Bu ortaklılığın dinamikleri ve güç gösterisi her şeyden önce kapitalist sistemin devamlılığı için bir var olma sigortasıdır.
Bu bağlamda Avrupa’nın ekonomik, istikrar, güvenlik ve refahını NATO ‘sız veya ABD ’siz düşünülmesi mümkün mü? Elbette hayır. Muhtemel bir “Avrupa Ortak Savunma Gücü” olmuş olsa da bu en fazla sembolik veya cephe gerisi işlevsiz bir güç gösterisi olmaktan öte gidemeyecektir. Israrla NATO ön planda olacak ve Transatlantik ittifakın askeri aparatı bir bütünün parçası olarak düşünmek gerek, çünkü onlar NATO sistemine göbekten bağlıdırlar. Trump döneminde belli ülkeler ABD ile bir güvensizlik ilişkisini zaman zaman yaşandığı bilinir. Örneğin; birçok ülke vatandaşına ABD vizesinin verilmemesi veya Trump’ın Merkel’le mesafeli durarak basın açıklamasını yapması, Merkel’le tokalaşmamaya direnen Trump veya Macron’u aşağılayıcı açıklamalarda bulunurken ve aynı retorikle “America first” gibi çıkışlarda bulunmak. Bu yaklaşım ister istemez Transatlantik cephedeki bütün müttefikleri rahatsız etmiştir. Ancak Biden kendi başkanlığı döneminde biçimselde olsa belli uzlaşı siyasetini güdecektir. Tüm buna rağmen esaslı olarak arka plan siyasi beklenti geleneksel ABD politik, ekonomik ve askeri doktrinine dokunulmaksızın “merkez” olmaya devam edecektir.
Ne demek istiyoruz?
Biden seçim hazırlıkları boyunca Trump’la olumsuzlaşan iki konu üzerinde yoğunlaşırken ve kendi yönetimi döneminde bunların üzerinde ısrarla duracağını hep dile getirmişti:
Bunlardan biri; ‘Transatlantik müttefiklik ilişkileri’ geçmişteki kadar olmasa da yeni baştan dizayn edilerek tekrar güven sağlanacaktır. Burada Avrupa Birliği ülkelerine (!) önemle vurgu yaparken; Avrupasız bir ABD’nin olmasının anlamsızlığına da özenle işaret ediyordu, siyasi, kültürel ve tarihsel nedenlerle…
İkinci bir beklenti ise; çok kutuplu bir dünyada ABD’nin geleneksel ‘dış politikasının tekrar eski konumda’ işler hale getirilmesi. Burada kastedilen esas mesele, ABD’nin tekrar geçmişte olduğu gibi günümüzde ve gelecekte de dünya jandarmalığına soyunması ve dünyanın efendisi olarak anılması ve buna biat edilmesi istenmektedir. Her şey eskisi gibi olur mu? Bu en azında Amerikan derin devletinin çıkarları için öngörüdür ve bir temennidir.
Günümüz dünyasında yükselişte olan yeni ekonomiler ve askeri güçler (Çin, Rusya ve Hindistan) Biden’ın sıraladığı yeni dönem siyaset beklentisi pekte kolay gözükmüyor. En fazla çıkarların kesiştiği Avrupa Birliği ve diğer Transatlantik ülkelerle süregelen ortaklık ve iş birliğinin devamı için “yeni” uzlaşı zemininde buluşabilirler. Tüm iyi niyet yaklaşımına rağmen, sonuçta her ülke kendi çıkar hesap-larını ön plana alarak ilişkiyi sürdürmek ister. Aksisini düşünmek olası değildir, kapitalist sistemin doğası gereği çıkar hesapları, üstün olma hırsı ve kâr endeksli dünya bakışı, “ben” öznesi bütün ilişkilerde en önde olması kaçınılmazdır. Adalet, insan hakları, eşit ve sömürüsüz bir dünya, silahsızlanma, ekolojik denge, barış, halkların özgürce yaşam talepleri gibi günümüz sorunları post Trump döneminde de tüm çözümsüzlüğüyle devam edecektir.