Mayıs’ta olmak
… Memleket boyu
Çocuk mutluluğunca
Dağlara ovalara
Olmak yasaklı pankart
Haykırmak özgürlüğe
Yürümek üstüne zulmün
Koşar adımlarla
Umut ve güvenle
Mayıs coşkusunca bir
-ömür
İbrahimlere, Denizlere
Koşmak umut yarınlara…
Evrensel maddi gerçekliğin hayat verdiği her alanda sayısız kural vardır; dokunulabilen, hissedilen, elle tutulan, gözle görülen ve dil tadının alındığı iletişimdeki somut gerçeklik gibi. İnsan oğlunun ilgi alanı, kendisini ilgilendiren ve bire bir diyalog içinde olduğu karşılıklı etkileşimlerdir. Yani; “maddi gerçeklik” dünyası. Artık bilim ve bilgi çağının etki gücü ile çözüm ve değişim arayışı “manevi dünya” denilen varsayımın içgüdüsüyle olmuyor.
Kaçınılmaz olarak; insanlar soyut ahlaki bir özne olmadığını düşünürsek, esaslı olarak toplumun maddi varlık gerçeğinin de her dokunuşta hissedilenidir. İnsan ontolojisinden bakıldığında; insanlar şiirlere ve şiirlerinde insanlarla olan binlerce yıllık iletişim etkisi belli bir maddi gerçeklikten kaynaklı olduğu gerçeği vardır.
Hüzünle öyküsü olanların ancak şiir ve anıları olabilir. Dertsiz, gamsız ve günü birlik hayata bağlananların kendisinden öte fazla anlatacakları hiçbir şeyi olamaz. Başkalarının hüzün ve mutsuzluklarından rahatsızlık duyulmuyorsa ve bundan etkilenemiyorsa, o gerçek bir şair olma noktasında büyük bir boşluk demektir. Hüzünden, acılardan beslenerek yazarken ve işte o zaman yazılanlar hissedilerek daha iyi anlaşır olur.
“Mutlu insanların hikayesi olmaz”, (Umberto Eco).
“Sadece derin acıları olan hissedebilir.” (Lev Nikolayeyic Tolstoy)
“Dert söyletir, hal ağlatır”, (Yaşar Kemal).
Bu sözlerle neden şiirler yazıldığına dair açıktan bir fikir beyanı ve de gerçek insan hikayesinin dışa vurma momenti ve sesidir. Şiir yazmak ve onu önemsemek, özünde kişinin sırtında, kalbinde ve ruhunda taşıdığı yükün bir parçası demektir.
Duygu istemlerinin düşüncede buluştuğu bir hayat; yaşama tutkusuna yansıyan varoluş çabası ile örtüşen iç dürtü, sadelik ve insani özellikler erdemli bir varoluş için yol almalı. Tüm bu nedenlerle, şiirler insan özlemiyle yazılarak saklı hikayelerin birer “takipçisi”, “aktarıcısı” ve de kendini bunlarla “sınayan” düşün ve yol takipçisi gerçek bir şairdir. Tüm şiirler bunun için yazılmalı ki, şair olmak bir anlam ifade edebilsin!
Şiir; her şeyden önce somut olayların maddi gerçekliğinden kaynaklı olarak sanat ve edebiyatın icra edildiği bir bütünleşmenin kesişmesi ve de anlamlaşmasıdır. O halde, şiir soyut bir anlatım refleksi değildir ve ne de iddia edildiği gibi kelimelerin birbiriyle yarıştırıldığı ‘ahenk dizaynıdır’. Şiir; duygu, düşünce ve hüzün birikimi üzerinden yoğunlaşan bir ağırlığın insan yaşamında ki yükü ve de bir hikayesidir…
Şiir bağdaş kurma sanatıdır
Şiir konusunda çok farklı teknik ve yöntem kullanımlar olabildiğince değişik yorumlamalarla birlikte hep öne çıkmıştır. Bu son derece spontane ve doğal bir birikim sonucu dışa vurmadır, şiir. Yazmakta olan hikâyeyi anlatmak sanatsal bir zenginliktir.
Bu böyle olmamış olsaydı, yazılan bütün şiirler farksız olarak birbirine benzer olurdu. İyi ki her şiir farklı olarak kendi iç dinamiğinden hareketle ve de hikayesiyle bir yol alabilmektedir. Farklı konu ve mekân sayesinde şair şiir yazmada bir alternatifsizliğe düşmemektedir. Bu çoklu anlatım sayesinde şairin şiire dair yoğunluğu çok daha verimlilik arz eder olmuştur.
Bu tıpkı bir yazarın makale yazmasına benzer. Belli bir birikimle kalem tutan eller, okuyup ögrendikleriyle önü açılırken ve bilgisine yeni verileri katarak ancak anlam bulur, yazdıklarına dair. Şiirde de bu durum farksızdır. Şiir yazmak; sadece “kelimelerin ahenk dizaynı” ile sınırlı kalmakla sonsuza dek bir şiir hikayesine sahip olmak olası değildir. Başka bir anlatımla; şiirde kelimelerin uyum zorunluluğu diye bir konum yoktur. Sonuçta, şiir bir standart reçete ile yapılan ısmarlama değildir. Dağların, ovaların, ormanların ve akan suların insan hayatındaki çok renkliliğin neden ve sebepleriyle şiire çoklu olarak sığınmasının sonucu olsa gerek.
Günümüzde şiir tanımı, bir belirsizliğin de ötesinde ısrarla Türk Dil Kurumunun (TDK) sanat ve edebiyata dair belli standart izahıyla yol almıştır. “Bu yaklaşım birçok şair ve şiir sever için geçerlidir” demekle sınırlamıyorum itirazımı. Her şeyden önce şiiri düşünürken; bu öğretinin veya izahın ülkemizin şiir dünyasında kendini tek “doğru” ve tek “anlatım tarzı” olarak biat istercesine dayatması etkili olmuştur. Bu anlayışla kişi bağımsız ve özgür şiir yazma konumunu sınırlandırarak şiirsel refleksten mahrum bırakılmaya zorlanırken iradi olarak şiir düşünü sınırlı kalmıştır. Şiir yazan; “kime”, “hangi anlayışa” ve “geleneğe” dahil olabilir kaygısıyla bütün yazmaların önü tıkanırken kişinin şairliği ise objektif olarak töhmet altında bırakılmıştır. Şair, Türk Dil Kurumunun standart izahı ile karşı karşıya bırakılırken, yöntemi sorgulamak yerine, yazdıklarını hizaya çeker gibi ve hesap verir bir konumda kendini atfeder olmuştur. Bu, şiir yazanlar veya şair iddiasındaki ‘şiir sahipleri’ hiçbir önermede bulunmaksızın; kendi ütopyasını hiçe sayarak bilgi ve becerilerini sorgulamada veya önerme noktasında, gövdesiyle mevcut statükoya bağlanarak sadece kendi yazmalarıyla öne çıkmak istemişlerdir. Bunun esas nedeni ise işin kolayına kaçmak demektir. Bu durumda mevcut statükoya bağlı kalınırken, alternatif şiir yazma iradesinden hep uzak kalınmıştır. Dolayısıyla şiire dair tek bir “değişim” ve öngörünün ötesinde alternatif bir adım atılmaz iken, var olanla yetinilerek işin kolayına taraf olunmuştur. Kaçınılmaz olarak, bu yaklaşım sonucu şiirin felsefe, felsefenin şiirle ve doğal olarak edebiyatla olan ilişkisinin iç içe geçiş zorunluluğunun yadsındığı sonucu çıkarken, engin ama sınırsız şiir geleneği görmezden gelinmiştir.
Türkiye’de istisnasız olarak tüm şiir severler, özellikle şiir yazanların tümü TDK’nin şiirdeki mantık ve yöntem kalıbı içerisine hapsolarak şiir dizelerinde şairliği düşünür olmuşlardır. Bu noktada kişi, kendi şair ve şiir dünyasında TDK’nin izahına bir pedagojik formasyon olarak bağlı kalmış; yazmış, sevmiş ve düşünerek şair olmak istemiştir. Oysa biliyoruz ki, düşün ve düşüncenin en temel ve de zorunlu bir kuralı vardır ki; araştırmak, sorgulamak ve fikir yürütebilmeye neden olabilecek yeni alternatiflerin yaratabilmenin önemi vardır. Yani, mevcut statükoyu zorlayarak başka anlatım tarzı için ile yol almak gerek.
Zira, Türkiye’deki şair ve şiir severler TDK’nin etki gücünden sıyrılmadığından şiire dair düşün zihni hep töhmet altında “özürlü” kalmış, “yeni” tanımlamalarla alternatif önermeden yoksun bırakılmışlardır. Bunun da tek bir nedeni olsa gerek; ‘olabilir miyim’ ve ‘hata yapmama’ kaygısı!
Şiirde insanın hissi duyguları
Şiir tanımına ilişkin birçok yorum ve tarif vardır. Bunlardan en kısası “yazılı veya sözlü ifade” olarak geçer. Şiir esasında birçok konuya ilişkin farklı yoruma neden olan, bir anlatım deseni olsa bile, o özünde kısa bir hikâyenin dile getirilme sanatıdır. Diğer bir ifadeyle, estetik çokluğa ve bir o kadar da içeriğe sahip bir anlatımın “yazı” veya “sözlü dilden” kısa bir hikâyeye dönüşmesidir, şiir:
- Şiir; günlük yaşamın bütün ayrıntılarıyla dil iletişiminde buluşan bir hikayedir.
- Şiir; her şeyden önce “yazı” ve “sözlü” anlatımla ifade edilen “ikili” bir hikayedir.
- Şiir; acıların, hüznün, varsa mutlulukların ve hatta hasretle buluşarak insan öyküsüyle harmanlandığı bir insan hikayesidir.
Bütün şiirlerin merkezinde birden çok olayın hikayesini taşır veya onun anlatım yazımı olarak kurgulanır. Yazılan bütün şiirlerde öncelikli olarak bir “sebep” ve “sonuç” ilişkisi olmuştur, farklı özne ve konulara rağmen. Dolayısıyla; ekonomi, siyaset, özlem, aşk, hasret vb.ler birer sebeptirler. Tüm bu sebepler hayatın akış süreci ile birlikte ilişkilendirilmiş gerçek bir diyalektik bağ vardır. Ve bunun zaman zaman bireyler tarafından şiire yansıtılması ile bir “sonuç” olarak anlamlandırılmıştır.
Örneğin; “sebebim ol”, “sebebim sensin”, “sebebim oldu” şeklindeki vurgular yaşamdan soyutlanamaz; o, söz konusu sebeplerin bağrından sıyrılıp gelen birer maddi gerçektir. Şiirlerin bu öznelerle süslenmiş olması; “kelimelerin ahenk dizemi” ile ilgili bir mantık algısı değildir ve olamaz da. Onlar, kişi yaşamında nesnel gerçeklerden başka bir şey değillerdir. Bu bağlamda; “sebep” ilişkisinin insanları farklı konum ve yönelime çekmesi, olumlu veya olumsuz etkilemiş olması hep süregelmiştir. Tıpkı kuşkuculuk felsefesinin en önemli temsilcilerinden Descartes’in, “Düşünüyorum, öyleyse varım” anlayışından hareketle; şiirlerim var, o halde “ben” şairim demenin yanlış ve yanıltıcı olması gibi…