“(…) Müslüman Arap dünyasında olanları (!) Batı’nın ve ABD’nin Arap dünyasındaki mevcudiyetinden soyutlayarak kavramak mümkün değil. Fakat ben komplodan değil, Arap dünyasının içine nüfuz etmiş bir mevcudiyetten bahsediyorum; bağımsız bir irade, bir yaklaşım, bir bakış kalmadı. Artık ortada vatan da kalmadı”. (Suriyeli şair ADONİS, 1930…)
Savaş veya barış ortamında olsun birden çok doğrular ve insan ütopyasıyla sarmalı muhtaç gerçekler; yaşamının genel ahengi ile orantılı olarak mutlaka var olmak isterler. Savaş eyleminden çok insan düşünün varoluşu, özünde herkesin savaş karşıtı olmasındandır. Savaş ortamında bile farklı düşün tercihlerini hiçe saymak; sadece kendi “düşün” ve de “istemlerinden” hareketle bir yaşam anlayışındaki ben merkez ısrarı tekil alternatiflik demektir ve de bu işin en kolayına kaçmak anlamını gelir. Her şeyden önce değişim ve dönüşüm istemi insanlara rağmen değildir, insanların varoluşu onun önemini arz eder. Eğer her yeni “şeyin” bir önemi varsa, o da insana olan gereklilik boyutu ile ölçülür ve sahiplendiği noktada da ancak anlamlı olur.
İçinde bulunulan her savaş ortamında; sonucun kendi iddiasıyla kazanılacak “doğrularıyla” mutlak bir zafer belirlemesinde bulunmak, bu olsa olsa savaşla gelen kendi üstünlük kompleksinin tam bir megalomanlık hırsıdır. Esad desteklenmiyorsa, mantıken bu onun Esad karşıtı güçlerle aynı ortak nokta-da buluştuğu anlamına gelmez. Her şeyden önce çoklu çıkar grup(lar) ve ülkelerin Suriye savaş orta-mında yer almış olmaları manidardır. Kimileri bu savaşı kendi inanç ve mezhep ayrıcalığı üzerinden güçlenerek bir konuma sahip olmak isterken -ve birçoğu ise bu fırsatı Ortadoğu bölgesinin sunacağı avantajla (ekonomik, stratejik ve askeri nedenlerle) mevcut denklem üzerinden hesap zarlarının atıldığı bir yerde, kendini daha iyi konumlandırmak istemek olmuştur.
Bu çıkış noktasından hareketle, ister istemez savaş ortamı bir ayrım yapmaksızın toplumun bütününü etkilemiş, farklı beklentilerle yüzyıllık kapı komşu birbirine düşman olmuştur. Olması gereken, herkesi ilgilendiren ve bireyler arası eşitsizliğin alan bulamayacağı demokrasi, adalet ve hukukun bütününden yana işleyeceği bir gelecek talep edilmeliydi. Görünürde umutlar gelecekte yapılması planlanan “yeni Anayasa” konseptine bağlanmış -ve heterojen yapıdaki sosyolojinin umutları buna bağlı bir gelecek Suriye’si bir yerlerde park edilmiş durumdadır. Çünkü yeni Suriye’ye ilişkin değişimin nerede, nasıl ve bunun ana hatlarının kimlerce belirlenip ve temsilde temel harcının atılacağı ana dair somut bir belirti yoktur.
Olması gereken, bütün ülke insanını ilgilendiren ve çıkarların çatıştığı değil de ortak yaşamın sorunsuza dek çakıştığı bir ülke gerçeğinin yaratılmasıdır, aslolan. Ve ancak o zaman Suriye geleceğinin insan manzarasına umutla bakıla bilinir. Ki bu sayede de kendi türlerin devamı da mutlu olabilsin. Bu düşünün merkez mantığından bakıldığında; ülke için bir progress (ilericilik) yoksa, onun “yeni Anayasa”, talep ve oluşumunun da bir geçerliliği olmaz. Bundan böyle daha gerici, ırkçı, karşılığı olmayan şoven duygularla toplumda kutuplaşma yüzdesini artırarak bir “yaşama” anlayışının devamını sürekli kılacaktır. Kaçı-nılmaz olarak böyle bir ülke profiline hapsolan topluluk, tümüyle mutsuz kalacak ve herkes kaybeder demektir.
Ülkenin bu durumda olmasının esas sorun kaynağı ekonomik gelir dağılımındaki adaletsizlik, eşitsizlik ölçütü, hukuksuzluk ve tek adam yönetimi olmuştur. Buna bağlı olarak geçmişten beri süre gelen son 60-65 yıllık dönemdeki din ve mezhep anlaşmazlıkları ısrarla ülke gündeminde palazlanmış -ve bunun üzerinden bugünlere birbirini boğazlayan kanlı bıçaklı güç mücadelesi ile hep anılır olmuştur.
Güç kavgası ister istemez ülkenin sosyoekonomik ve toplumsal ahengin deforme olma noktasında uz-laşmazlığı ve de kutuplaşmayı beraberinde getirir olmuştur. Bu karşıtlık giderekten iç çözümsüzlüğü ve ekonomik yoksulluğa dönüşmesini sağlarken, bile bile liberal veya neolibarel geçişle yeni ekonomik sistemin düzen/düzenbaz zorbalığıyla uygulamasını mevcut yönetim üzerinden ve onu ısrarla baskı altında tutarak yoluna devam etmiş ve bugünlere gelinmiştir.
Dünya ekonomik krizinde muhtemel kötü gidişata karşın her dönem radikal devlet müdahalesi öngö-rülür. Bu düşünü en radikal biçimde savunan İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in (1883-1946) ol-muştur. Keynes’e göre;
“Kriz döneminde devlet müdahalesiyle önemli derecede sonuçlar alınabilir, bu-na uygun olarak para ve maliye politikası denetimsiz kalmamalıdır. Siyasetin etki gücü ile sanayileşmenin değişim ve yükselişi birlikte olmalı ve bu sayede halkın satın alma gücünde bir ivme kazanarak ve bununla da iş olanakları doğacaktır” (1)
Görüleceği üzere Keynes ekonomik modeli bir anlamda Fordizm iktisadi anlayışı ile bir paralellik arz et-mektedir. Keynes’te olduğu kadar Fordismde de sanayileşme (yürüyen bantlar) ile aşırı üretim yarat-makla ancak işsizlik ve yoksulluk önlenecektir tezi ısrarla ön planda olmuştur. (Yürüyen bantlar ve For-dizm ile ilgili önceki yazı dizimizde konuyu tüm ayrıntılarıyla vermeye çalıştık). Her iki anlayıştaki yanıl-sama ve göz ardı ettikleri artı değerdeki sömürü oranının emekçiye ne kadar yansıdığından hiç ama hiç bahsedilmiyor. Görüldüğü gibi onlar tek taraflı olarak sanayileşmede yoğunlaşmak ve onu yaygınlaştır-makla aşırı üretim üzerinden kârın öncelikli olarak garanti altına alma hedefinde yoğunlaşmaktalar.
Liberalizmin bir son süreci olarak neoliberalizm siyasal düzen değişikliğinden, toplumsal yaşama kadar kendi düşün ve üretim ilişkisinden hareketle zaman zaman ekonomik uygulamalarda bulunur. Zira bu talimatnamelerin en yumuşak karnı borç batağındaki ülkeler olmuştur. Bu noktada toplumsal uzlaş-mazlıkların “ekonomi politiğin” reel yansıması çok kapsayıcı olur. Bu nokta da Neoliberalizmin Suriye krizindeki payı şüphesiz belirleyici olmuştur. Öncelikli olarak geleneksel ilişkilerden hareketle neolibe-ralizmin sunduğu ekonomik karar ve uygulamalar belli sonuç odaklı çıkar hesaplarını göz önünde tutar. İstenilen yönetim değişikliği sonuç vermezse, tereddütsüzce o ülkeyi iç savaşa ter keder ve seyrede-durur.
Şu gerçeğin altını bir kez daha çizelim ki, krizde olan bir ülkenin “sorun çözümüne” atfen birden çok aday üzerinden matematiksel hesaplar yapılır -ve ta ki sorunun boyutu siyasi iradeyi de aşar bir noktaya taşınır olur. Ve tam da bu aşamadan sonra uluslararası güçler devrede olurlar, izler ve kontrolünde tut-mak isterler. Bu ortamla birlikte yeni bir diyalog için kapı(lar) açılır; ülkelerin mali ve siyasi çözümsüzlüğü bir anlamda devletler üstü konumdaki uluslararası güç kuruluşlarının neoliberalist ilke ve prensiplerden hareketle “yeni” bir sürece dahil edilirler. Tarihsel nedenlerle çok yönlü bir çözümsüzlüğü yaşayan söz konusu ülkeler, dış güçlerin talep (!) ve ısrarıyla “çözüm” arayışı için zorla masaya oturtulurlar.
Örneğin; bilindik klişe yardım paketi (borçlanmak) gündeme getirilir ve bununla “yüksek” veya “düşük” kredi olanaklarının sağlama söylemi de adeta bir yarış içinde seyredurur. Bu süreçte inanılmaz tavizler verilir, rahatlıkla fırsat kollama süreci devreye girer. Bu noktada Washington’da, Londra’da, Berlin’de, İMF’de ve daha da önemlisi Dünya Bankasında ölçülüp biçilen adaylar sıraya geçerler, halkın bir “umut” beklentisiyle oyalandığı psikolojik süreçler olarak bilinir. Bu gelişmelere atfen, içerde de en acımasız şekilde işin reklamı yapılır. Örneğin; “umut şu partide bu partide” veya “umut o adayda bu adayda” gibi söylem yarışı iç kavgayı daha da kızıştırarak – asılsız vaatler tekrar umutsuzluğu aşılarken, yeni başa bir u dönüşü yapılır.
Tamda bu noktada Ortadoğu’ya özgü uzlaşmazlıklar zincirinin kırılma noktasında sahiplenme yarışı başlar. Ortadoğu’nun bu önemi ve de avantajı dünyanın her yerinde gözlemek mümkün değildir. Bölgenin zengin kaynakları, jeopolitik ve jeostratejik konumu itibarıyla gündeminin hep ilk sırasında yer almasına neden olmuştur. Neoliberal müdahale ve ilişkilerin başka bölgelere kıyasla, Ortadoğu’ya özgü ve de farklı koşullarla dayatılmıştır. Aşırı potansiyel zenginlik kaynaklarının varlığı, bu bölgeye yapılan müdahaleyi kapsam olarak dünyanın hiçbir yerine benzemez ve de yaşanmamıştır. Gerekirse savaş, işgalse işgal ve tehditse tehdit, iç kışkırtmalarsa gereği yapılarak zaman kaybının göze alınmadığı bir bölge gerçeğidir Ortadoğu. Bölgenin çözümsüzlüğü neoliberal güçler için en avantajlı sömürü ve müdahale yöntemi olarak işletilmiştir.
Suriye işgal projesi bir anlamda neoliberal müdahale ile “yeni Yeşil Kuşak” hayaline dönüştürüldü. Kimileri İslam için kutsal olan mekanlarda namaz kılmayı bir şeref borcu olarak görürken -ve birçok Müslüman ülke yöneticisi de dini rekabet üzerinden alan kazanmak istemiştir. Bu oluşuma paralel olarak; Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) neoliberalizmi bir araç olarak kullanırken, adına “sosyal refah” devletini güçlendirmek ve onu halkla bütünleştirmek savıyla öne çıktılar. 70’li yıllardan itibaren gündemde olan Milton Friedman’ın (1912-2006) iktisadi modeli temelde neoliberalizmi çözüm görmüş; krizleri atlatmak için ülkenin(lerin) “serbest piyasayı güçlendirmek” ve “devletin küçülmesi” (2) şartı ile bütün sorunların üstesinde gelineceğine inanmış ve bu doğrultuda “sosyal demokrasinin” iktisat temsilcisi olarak ısrarını sürdürmüştür.
Batıda sol liberallerin desteğini alan Friedman, bir kurtarıcı gözüyle bakılmıştır. Nazi saldırılarıyla son bulan İkinci Paylaşım Savaşı ve Avrupa’nın onarılması için öne sürülen “serbest pazar” ekonomisi tek çözüm olarak temel alınır. Bu dönem Batıda en etkili siyasi yönetimler Sosyal Demokrat iktidarlar olmuştur. (3) Amerika’ya göç eden Yahudi bir ailenin çocuğu olan Friedman, ekonomik öğretisinin Karl Marx’tan pek etkilendiğini belirtmiştir.
Bununla “serbest piyasanın devlet kontrolünde olmadığı anlayışı baz alınarak yaygınlaşmasının sağlanması istenmiş -ve “özel sektörün” müdahale alanını genişletmek prensibinin merkezde olduğu neoliberal ekonomik model son 50 yılda belirleyici olmuştur. Bu ekonomik modelin öngörüsünden yola çıkarak, “devletin küçülme” tespitiyle ilişkilerin tersten başladığını görmekteyiz; devletin denetim ve kontrol mekanizmasının değil de – sermaye ve ticaretin siyaset kurumu üzerindeki vazgeçilmez baskısı ile anılmıştır. Bu ilişki biçimi çok daha ileri giderek ülke yönetimlerine müdahalede bulunmuş ve iktidar değişikliğini yapmakta tereddüt gösterilmemiştir.
“İşsizliği önlemek adına, yüksek fiyat politikası önerilmiş ve bu sayede serbest rekabetten bir verimlilik doğacak tezi ile neoliberalizmin çözüm reçetesi uygulanmıştır”. (4)
Özetle, neoliberalist anlayış ve sistem genel anlamda devletin müdahale ve kontrolünün olmadığı ekonomik ilişkilerin -ve de siyasi denetimin (!) sermaye güçlerine terk edildiği bir sistem buluşması olmuştur. Neoliberalist iktisadi politikanın son 40 ve 50 yılda yaptığı da bu olmuştur. Bu anlayışın en son olarak Suriye’ye yansıması kaçınılmaz olmuş. Ve bu giderekten din ve mezhep kavgasına evirilmiş, Ortadoğu’nun en uzun iç savaş örneği olarak tarihe kaydedilmiştir.
Tarihte ilk neoliberalist politik önerme esas olarak “1972- ‘73 Avrupa Petrol Krizi süreci ile zayıflanan ‘liberal refah devlet modelinin’ içine düştüğü bunalımda uygulamasına geçilir”. (5) Friedman ekonomik modeli (ileri kapitalist ülkelerde) daha da önem arz etmiştir. Avrupa Petrol Krizi (1973) bir anlamda aynı süreçte Ortadoğu’da da önemli bir yansıması olmuş -ve Mısır’ın Sina Çöllerinin İsrail tarafından işgal edilmesine bir ortam hazırlamıştır. Neoliberalist ÇUŞ’lar artık günümüzde istediği ülkede “demokrasiyi satmak” ve “satın almak” adına rejim “değişikliği” yapabilecek güç ve alan kabiliyetine sahip konumdalar. ÇUŞ uluslararası emperyalist güçlerin birer koltuk değneği olarak her an askeri, politik ve siyasi gücü de arkasına alabilen ve istediği bölgede müdahale etme konumda olan bir yapılanmaya sahiptir.
Neoliberalizmin ekonomik modeli sayesinde demokrasileri “satın almak” gerçeğinin en bariz örneği Şili’de yaşandı. Zira, 11 Eylül 1973’de iktidarda bulunan sosyalist Salvador Allende (26-06-1908 – 11-08-1973) ABD’nin desteğiyle öldürülerek iktidarı ele geçiren General Pinoşet, (1915-2006) 1973-1998 dönemin Şili Cunta Hükümeti’nin başkanı olarak görevde bulunur.
Trajikomik olanda Sol Liberallerin yanı sıra Batı’daki birçok Sosyal Demokrat iktidarlar bile Friedman’ın ekonomi politikalarını açıktan desteklerken -ve ancak Friedman’ın 1976’da Pinoşet’e neden danışman-lık yaptı sorusu karşısında hep sustular ve de yanıtsız kaldılar. Bu skandal durum Batı’da birçok tepki ve eleştirilere neden olmuştur. (6) Amerika’da ve gerekse de Batı’da Friedman ekonomik modeli kapitalist dünya sistemi için bir vazgeçilmez olmuş, neoliberalizm bir kurtarıcı olarak 2021’de de kollanmaya devam etmektedir. Friedman’ın “Serbest pazar insanları daha özgür kılar” (7) tezi, tek taraflı olmakla birlikte, sömürü gücünün emekçiler üzerindeki rolü ise önemsenmediği de açıktır. Friedman’ın 1952’de yazdığı “Neo-Liberalism and its Prospect” (Neoliberalizmin Perspektifi) doktrini ile ilk kez neoliberalismi gündeme getiren kişi (8) olarak kabul edilir. Ve o bu formasyonunda ısrarla kapitalist dünya ekonomik sisteminin gelecek dönemle ilgili olarak nasıl başarılı olacağının hedefini belirler.
Gerçek şu ki; “Bağımlılık teorisyenlerinin (Marksizm’den etkilenen Andre Gunder Franks, Anibal Quija-no ve Immanuel Maurice Wallerstein vb. lerin) iddia ettikleri gibi azgelişmişliğin, artan eşitsizliğin ve askeri diktatörlüklerin sebebinin “feodalizm” ya da yeterli modernleşme konumunda olamamak” (9) iddiası değildir. Zira bu düşün özellikle Sosyal Demokratların, Sol Liberallerin ve hatta kendine sosyalist diyen birçok entelektüel düşünüründe ısrarla başvurdukları bir savun geleneğidir ve ancak bu doğru bir saptama olamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi; esas sorunun dünya kapitalist sistemini yöneten ve yönlendiren neoliberalizmdir. Neoliberalizm iddia edildiği gibi ülkeleri konumlandırarak muhtemel ilişkiyi önceden belirlemez ve ne de haberdar eder. Çünkü onun düşün sistematiğinin merkezinde 24 saat sömürü ve kâr oranının baz alındığı bir dünya sistemi olma gerçeği vardır.
Türkiye ve benzer birçok ülkelerde askeri müdahalelerle yapılan rejim değişiklikleri; özünde Fried-man’ın neoliberalist ekonomi politikasının dayatmalı talepleri sonucu olmuştur. Dolayısıyla son 50 yıllık süreçte antidemokratik, gözyaşı ve katliamlarla anılan bu rejim değişiklikleri en genelde neoliberalist ekonominin politik dayatmacası ile olmuştur. Bu anlayışla yapılan sistem değişiklikleri sonucu; tarihin hiçbir döneminde siyasal yönetimle sermaye arasında bu kadar tek yanlı ve iç içe geçişin olduğu görün-memiştir. Zincirlemesine süre gelen son yarım asırda; küçülen devlet, sömürü ve kâr odaklı orantısız serbest ticaret, sermayenin iktidarları terbiye ettiği bir süreç olmuştur. Ve halen neoliberalist ekonomi politik gücü elinde tutan ve söz sahibi olduğu gerçeği, 2021’de de devam etmektedir!
Kullanılan ve yararlanılan kaynaklar:
1- Pijl, van der Kees, “Wereldorde en Machtspolitiek”, Het Spinhuis, Amsterdam 1992, sayfa 196.
2- Gilpin, Robert, “The Political Economy of Internationel Relations”, Princeton University Press, New Jersey 1987, s. 27.
3- Trouw, 17 November 2006, 20:37, Nederland.
4- Pijl, Kees van der, “Wereldorde en Machtspolitiek”, Het Spinhuis, Amsterdam 1992, s. 261- 264.
5- Cairncross, F., & McRae, H., “The Second Great Crash”, Eyre Methuen Limited, Londen 1975, s. 34-38.
6- Trouw, 17 November 2006, 20:37, Nederland.
7- Oudenampsen, Merijn, “Een Terugkeer Naar Rechts”, De Groene Amsterdam, nr: 42, 17 Okto-ber 2008, Amsterdam.
8- A.g.e.
9- Löwy, Michael, “Dünyayı Değiştirmek Üzere”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999, s. 60-61.