Sanat ve eleştiri, Marksizmi ve Marksist felsefeyi önceleyen iki düşünsel kavram. İçerikleri büyük oranda egemen düşün ve sanat anlayışıyla doldurulmuş bu iki kavramın, sanat eleştirmenliği ya da edebiyat eleştirmenliği biçiminde birlikte algılanması çağımıza özgüdür. Bir müdahale ideolojisi olarak da ele aldığımız Marksizm ise bu alana 19. yüzyıl ile birlikte girmiş ve ekonomik faaliyetler başta olmak üzere kültürün temel alanlarına müdahale ederek yeni bakış açıları getirmiş ve eleştiri meselesiyle yakından ilgilenen ender ideolojilerden birisi olmuştur. Eleştiri, yapılanları açıklama ve yorumlama dışında yatsıma, dışlama, devirme ve yeniyi kurma içeriğine kuşkusuz ki Marksizm ile kavuşmuştur. Dolayısıyla eleştiri, felsefi ideolojik mücadelenin bir unsuru olarak Marksçı felsefenin organik bir bileşeni ve bir devamı durumundadır.
Söylemeye bile gerek yok ki tek tarz bir felsefe ve eleştiri anlayışı söz konusu değildir. Ne kadar sınıf varsa o kadar da düşünce anlayışı olacaktır. Sınıflı bir dünya gerçekliği olduğu sürece felsefi düşüncenin olduğu gibi eleştirinin de sınıf özelliğine vurgu yapmak zorunludur: Burjuva, idealist, mistik, liberal ve milliyetçi eleştiri anlayışları olduğu gibi benzer anlamlara gelmek üzere maddeci, Marksist, muhalif, devrimci, diyalektik, toplumcu veya sosyalist diyebileceğimiz eleştiri anlayışları da vardır; ve bu iki ekolün (Marksist-Liberal) birbiriyle çatışma içinde olduklarını, bilim ve politika alanında olduğu gibi felsefede, sanat ve edebiyat alanlarında da görmek zor değildir. Marksizm açısından iki sınıfın asıl hesaplaşmak istediği alan ise sanat ve edebiyat alanı değil, bunlara temel teşkil eden ekonomik alan ya da temel “alt yapı”dır. Bu yüzden Marksist teorinin temel iddiası da bu alana yönelik yaptığı tahlillerde içkindir. Bu da, kapitalizmin üretim sürecinde sermayenin organik bileşimi analiz edilerek yapılır.
K. Marx’ın eleştiriyi ilk uyguladığı alan esasta ekonomik alandır. En ünlü ve temel sayılacak eseri olan Kapital’in alt başlığında ‘Politik İktisadın Eleştirisi’ yazıyor olması, tesadüfi olmadığı gibi asla basite de indirgenemez. Dolayısıyla bu metnimizde de, Marx’ın bu alandaki yaklaşımının, sanat ve edebiyat alanında da geçerli olduğu iddia edilecektir, edilmektedir. Artı-Değer Teorileri’nde, kültürü maddi üretim ve manevi üretim diye ayırırken şunları yazmıştı Marx: “Maddi üretimin kendisi, belirli tarihsel biçimi içinde kavranmadıkça, bu maddi üretime karşılık veren manevi üretimin kendi niteliğini ve bunların birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini anlamak da imkansız olur.” Maddi üretimden her türden fiziksel malları anlarken manevi üretimden de sanat ve edebiyat da dahil olmak üzere kültürel ürünleri anlıyoruz.
Düşünce Tarihinde Eleştirinin Rolü
Pek çok kavram ve terim gibi eleştiri de tek anlamlı olarak ele alınamaz. Kaldı ki bu türden kavramlar günlük yaşamda kullanılan “sıradan” diyebileceğimiz, ortak tanımında sıklıkla anlaştığımız kavramlar gibi yalın değildir. Böyle kavramları sınıf gerçeğinden ve daha da belirgin olarak söylemek gerekirse sınıf mücadelesi teorisinden izole ederek ele alamayız. Yalın olmadıkları için belli bir toplumsallık üzerinden ortaya çıkarlar ve tarihsel sürece yayılırlar. İlk düşünsel faaliyetlerle birlikte eleştirinin de var olduğunu söylemek bir varsayım değildir. Sokrates’in, kendisinden önceki felsefeleri eleştirdiği; Aristoteles’in de Sokrates ve Platon ile birlikte eski filozofları eleştirdiği, yine aynı Aristoteles’in bunu sanat, edebiyat ve trajedi alanında da uyguladığı ve günümüze eserler de bıraktığı sır değildir.
Gerçek, hak, felsefe, din, hakikat, Tanrı, sanat ve özgürlük gibi konular üzerine Ortaçağ boyunca da eleştirel düşüncenin etkisi az olmamıştır, uygulama alanı da dar değildir. Yeniçağ başlarında edebiyat tarihinden de tanıdığımız Montaigne, eski çağların kuşkucu filozoflarını canlandırarak olup bitenlere eleştirel bakmayı sürdürmüştür. Eser adına gelince, en ilginç örnek olarak Alman filozofu Kant ‘ı verebiliriz. Filozofun üç temel eserinde de eleştiri (kritik) terimi geçer. Yalnızca birinin adını vermek sanırım yeterli olacaktır: Arı Usun Eleştirisi. Kanaatimizce Kant’tan sonraki süreçte eser adına konu edecek düzeyde eleştiriyi önemseyen yegane filozof K. Marx ve Marksistler olmuştur: Kapital (Ekonomi Politiğin Eleştirisi). Bu eserin -konumuz açısından- bize söylediği ise şudur: Burjuva iktisadının eleştirilip yıkıldığı ve aşıldığı gibi burjuva kültürünün de eleştirilmesi, yıkılması ve aşılması gerekir. Bunu yaparken eleştiriyi, diyalektiğin yasalarından olan “yatsıma” ilkesine indirgemeden ama onun belirleyiciliğinde tanımlarsak, Marx’ın ve Marksizmin eleştiriye merkezi planda önem vermeleri de anlaşılacaktır. Frankfurt Okulu’nun “kültür endüstrisi” eleştirisi egemen kültürü “yatsıma” niteliği taşıdığı için iyi bir örnek olarak görülüyor.
Bugün için eleştiri, öncelikle genel olarak sınıflı dünya gerçekliğini, özel olarak da kapitalizmin yadsınmasını temeline koymak durumundadır. Marksist bir sanat ve edebiyat eleştirisi, kültürel alandaki sanat ve edebiyat ürünlerine yönelik eleştiriyi ekonomik alana yapılan eleştiriden ayrı olarak ele almaz. Nihayetinde sanat ve düşün ürünleri en eski felsefelerde olduğu gibi Marksizm açısından da dışdünyanın bir yansıması olarak ele alınmaktadır. Elbette eski ve günümüzdeki burjuva felsefeleri bu görüşü kendine özgü terimlerle, genellemelerle sunarken Marksist felsefe de emekçi sınıfların çıkarları açısından bu genelleme ve terimlere anlam veriyor ve kullanıyor.
Sanat ve Edebiyat Eleştirisinin Başlıca Kaynakları:
Yansıtma Sorunsalı
Politik iktisadın eleştirisiyle, burjuva çağına müdahale eden ve bilimde, politikada, felsefede olduğu gibi sanatta da epistemolojik kopuşlar yapan Marksizmin kurucuları olan Marx ve Engels, belki de en az sanat ve edebiyatla ilgilendiler. Ekonomik, sosyal ve felsefi metinlerinde sanat ve edebiyata ilişkin de yazılar koymayı, bölümler yazmayı ihmal etmediler elbette. Bazen de satır aralarında özet ve ilke düzeyinde diyebileceğimiz düşünceler ileri sürdüler. Yine ilkece çok önemli olan görüşlerini pek çok yazar, sanatçı ve edebiyatçıya gönderdikleri mektuplarda dile getirdiler. Bunu yaparken pek çok sanat eserini eleştirdiler, kimilerini överek, kimilerini yererek, kimilerini de hem yererek hem de överek yaptılar bunu.
Marx ve Engels’, ikinci kuşak diyeceğimiz toplumcu teorisyenler ve politik aktivistler izledi. Bu kuşak Avrupa’dan Rusya’ya dek geniş bir alana yayılmıştı. Edebiyatın nabzını 19. yüzyılda olduğu gibi 20. yüzyılda da muhalif kesimler ve büyük oranda da Marksist kuramcı ve uygulamacılar temsil etmiştir. Plehanov’dan Lukasc’a, Lenin’den Brecht’e; Benjamin, Adorno, Kagan, Gorki ve 1950’lerden itibaren Fischer, Eaglaton ve Macharey türünden sosyalist kimlikleriyle tanınan sanat ve düşün kişileri sanat ve edebiyatın olduğu gibi, buna bağlı olarak eleştirinin amaçları, gerekliliği ve niteliği konusunda da sonu gelmez tartışmalar başlatılmış oldu. Bu yazıda tüm bu literatürü özetlemek bile hem başlı başına bir uzmanlığı gerektirdiği için hem de burada konumuzu fazlasıyla aşacağı için girmiyoruz. Yine de bu tartışmalarda ortak bir nokta var ki, o da eskiçağlardan beri süregelen, sanatın bir “yansıtma” olduğu tezidir.
Yansıtma sorunsalına, ekonomik sosyal temelin bir yansıması olarak bakan Marksizm, eskiden olduğu gibi günümüzde de bu tez sebebiyle suistimal edilmektedir. Oysa bu yansıtma tezinin basit bir olay olmadığı, bir gölge yansıma anlayışının söz konusu edilmediği halde Marksist sanat ve edebiyat anlayışı kaba yansıtmacılıkla suçlanmıştır/suçlanmaktadır. Halbuki en vülger toplumcular bile buna itiraz ederek kuramlarını oluşturdular. Örneğin erken sosyalistlerden “Çernişevski’ye göre sanat gerçekliğin yansıtılmasıdır, ama bu bir kopyacılık değildir, zira yazar görüneni olduğu gibi yansıtmamalı, öze ait olanla olmayanı ayırt etmelidir.” Sonra yansıtmanın tanımına ilişkin de eski kaynaklara bağlandığını da şu sözlerle ifade ediyor: “Bizim tanımımız, eski Yunanda yaygın olan ve Platon’da, Aristoteles’te ve özellikle Demokritos’ta rastladığımız tanıma yakındır.”
Plehanov ve Lukacs’ın Özgünlükleri
Sanatta Güzellik ve Çıkarsızlık İlkesi
Marksist sanat eleştirisi tartışılırken çok dikkat çekilen meselelerden birisi de yansıtmaya paralel olarak projeksiyon tutulan “gerçeklik”tir. Eleştiri bahsinin iki farklı açıdan daha ilginç bir özellik taşıdığını düşünebiliriz. Birisi Marksist sanat ve edebiyat eleştirisinin, liberal sanat ve edebiyat eleştirisiyle girdiği mücadeledir. Diğeri de bu eleştiri anlayışının kendi içinde yürüttüğü mücadeledir. Liberal sanat eleştirisinin tanımını vermek ve sınırlarını çizmek kolay görünmüyor. Pek çok zenginliği dışlamadan diyebiliriz ki, Marksist felsefenin dışında konumlanan anlayışlar liberalizm olarak değerlendirilebilir. Liberal felsefenin Marksist felsefeden bir ayrıcalığı olarak tarihsel olduğunu ve sürmekte olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Sanat ve edebiyat açısındansa, Marksist edebiyat eleştirisi, hem 19. yüzyıl öncesi liberal anlayışlarla hesaplaşmak hem de günümüzdeki liberal sanat ve edebiyat anlayışlarıyla hesaplaşmak durumundadır. Buna göre Marksist sanat eleştirisinin Plehanov ve Lukasc ayrı kulvarda olmakla birlikte “eski liberalizmle” temas ederler.
Plehanov, haklı olarak sanatı toplumsal ve tarihsel gerçeklerin yansıması olarak görmekle birlikte Kant’ın “sanat, sanat içindir” anlayışını da sahiplenir. Darvin’in “doğal hoşlanma duygusu” anlayışıyla da ittifak içindedir. Gerçekten de sanat yalnızca toplum sorunlarını yansıtacaksa, bunu örneğin sosyolojide yapabilir. Bir başka bilim dalı da yapabilir. Bu yüzden Plehanov sanatın, kendine özgü amacı olan “güzellik” duygusunu da savunur ve sanat “çıkarsızlık” ilkesini de içeren bir etkinlik haline dönüşür. Plehanov bu bakışıyla Belinski’ye de yakın durmaktadır. Marksizmle ittifak içinde gördüğümüz Belinski, Dobrolyubov ve Çernişevski de sanatsal alanda estetik kategorisine dikkat çekerler. Belinski açısından da yalnızca toplumsal bir eleştiri ya da yalnızca estetik bir eleştiriyi, sanat ve edebiyat eleştirisi olarak ele almak mümkün değildir. Lukasc ise Avrupa Gerçekçiliği adlı çalışmasında burjuvazinin klasik edebiyatçıları olan Balzac, Stendhal, Tolstoy gibi isimleri över. Bir de tespit yapar: İki türlü gerçekçilik vardır. Birisi eleştirel gerçekçilik, ki anılan sanatçılar (Zola da dahil) bu türdendir. İkincisi de toplumcu gerçekçiliktir. Bu da Sovyetik devrimlerden sonra etkili olan anlayıştır. Bu iki anlayış neredeyse kitap boyunca sürer ve kitabın ana teması haline gelir.
Lukacs daha da ileri gidiyor ve burjuvazinin bu sanatçılarında içkin olduğunu düşündüğü gerçekçilik anlayışını genelleştiriyor ve bu yöntemi yeni sanatçıya da (devrimci-toplumcu sanatçı) öneriyor. Bu yüzden Brecht ve Ficsher gibi bir başka çizgideki Marksist sanat ve edebiyat kuramcıları, gerçekçiliğin teke indirilmesine karşı çıkmışlardır. Çünkü diyalektiğe tabi olan fiziksel ve sosyal dünyada her şey değişmektedir. Değişme yeni gerçeklikler ortaya çıkarır ve yeni gerçeklikler de yeni biçimleri gerekli kılabilir. Bu tartışmada Lukasc’ın burjuvaziye gereğinden fazla bir değer biçtiği iddiasındayız. Aynı eserinde Lukacs burjuvaziye “hayranlığını” şu sözlerle de açıkça dile getirmektedir: “Çernişevski ve Dobrolyubov, Avrupa’daki devrimci demokratik aydınlanmanın bugüne kadar gelmiş geçmiş en büyük düşünürleridir.” Oysa Belinski de dahil olmak üzere bu türden düşün ve sanat insanlarını, emekçiler cephesinden okumak ve sınıf mücadelesinin birer ürünü olarak görmek gerekmez mi? Lukacs, Tolstoy şahsında tüm burjuvazinin büyük düşünürlerini gerçekçilik adına överken olası bir sosyalist devrimi de bu türden eserlerin gücüne bağlıyor ki, izaha ve anlamaya muhtaç, tartışmaya açık bir tezdir. Avrupa Gerçekçiliği’ndeki şu satırları örnek göstermek istiyoruz:
“Tolstoy, Rusya’da burjuva devriminden hemen sonra ve Ekim Devrimi’nden çok kısa zaman önce öldü. Burjuva gerçekçiliğinin son büyük klasiği, Cervantes’den Balzac’a uzanan zincirde son değerli halkadır o. Özü ve biçimi, bugün yaşayan büyük halk kitleleri tarafından, geçmişe, tarihsel olaylara geriye dönmeksizin, kendi dolaysız yaşam deneyimleriyle kolayca anlaşılabildiği için gerçekçiliğin bir klasiğidir o.
Tolstoy’un gerçekçiliğinin, zamanımızın sorunları yönünde, toplumcu gerçekçilik yönünden bu önemi, toplumcu gerçekçilik üzerinde hala büyük olan ve uzun süre de öyle kalacak olan etkisi, Rusya’daki burjuva devrimden toplumcu bir devrime son derece hızlı geçişi yansıtır.”
Eleştirinin Eleştirisi:
Düşün ve Sanat Etkinliklerini Eleştirmek
İnsanın tarihsel olarak pratik ve teori/düşünce diye iki etkinliği olduğu noktasında her türden ideoloji hemfikirdir. Bu ikiliyi girişte Marx’tan yapılan alıntı da doğruluyor. Öte yandan pratikten (konumuz açısından gerçeklik demek gerekiyor) ve düşünceden her sınıf kendisine göre sonuçlar çıkarıyor, tanımlamalar yapıyor. Düşünsel olanın; pratiği, gerçekliği ya da sosyal yaşamı izlediği, toplumcu düşüncenin önemli bir varsayımıdır. Diyalektik ve tarihi materyalizm dememiz başka nasıl açıklanabilir ki? Genel olarak düşüncenin kendisi ve özel olarak onun alt kümesi olarak değerlendirdiğimiz bilim, politika, felsefe ve konumuz olan sanat, esasında fiziksel dünyaya karşı bir tavır ve aynı zamanda diyalektik bir dengeyi temsil etmektedir. Bu açıdan düşüncenin diğer alt disiplinleri gibi sanatın kendisi de gerçekte bir eleştirel tavırdır.
Eleştirel olmayan bir düşünsel etkinliğin söz konusu olduğunu varsaymak gerçeklikten kopmak anlamına gelir. Dolayısıyla eleştirinin kendisini, eleştirinin eleştirisi olarak görmemiz abartı sayılmamalıdır. Bu açıdan sanatın egemen sınıflarla, yerleşik düzen ve otoritelerle uzlaşması söz konusu olsa bile eleştirinin buna oranla daha da devrimci bir konumda bulunduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Sistemle uzlaşmış sanata rastlamak, pek çok estetik unsur nedeniyle daha mümkün olduğu halde uzlaşmış ya da uzlaşmacı bir eleştiri yoktur. Uzlaşmacı eleştiriyi eleştiri saymak mümkün değildir. Bununla birlikte kuralları konulmuş, sınırları çizilmiş bir eleştiri anlayışı da tanımıyoruz. Buradaki özgürlüğün sanat alanında da geçerli olduğunu belirtmeye gerek bile yoktur. Çünkü “sanat görüşlerinin yasalarla sınırlanması yerine, bunların çalışma süreci içinde, akımların ve yöntemlerin özgürce birbirini etkilemesi, değişik düşüncelerin tartışılması sonucunda biçimlenip gelişmesi eğilimi her gün biraz daha ağır basıyor.”
Eleştirinin hem genel çerçevede; bilim, felsefe ve politikada, hem de özel olarak sanatta var olması yalnız sınıflı toplumlarda değil sosyalizm koşullarında da kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır. Sosyalist, toplumcu ya da Marksist düşün ve sanat eserlerine karşı olası bir Marksist eleştiri burjuva düşün ve sanat eserine yönelik olanından daha gevşek de değildir. Bu perspektifle bakıldığında düşünce ve sanatı, her neviden sanat eserleri, sanatçıları güçlü hale getirenin de eleştirinin kendisinden başkası olmadığı açık hale geliyor.
Eleştirinin bir uyarma, açıklama hatta saldırı ve yıkma faaliyeti olduğunu düşünebiliriz. Genel olarak bir tanım vermek gerekirse eleştiri; sanat ve edebiyat eserlerini izleme, anlama, saldırı ve yıkma, eseri kitlelere taşıma, eserle okur ya da izleyici arasında köprü olma ve nihayet sanatı tamamlama ve sanatçıyı kışkırtmak adına yapılan bir çabanın adıdır. Tersinden söylenirse sanatçı da aynı yıkıcı ve saldırı yöntemini izler. Her eser bir hücumdur ve bilgileri, gelenekleri, değer yarlılarını, kanunları yıkma etkinliği olarak ortaya çıkar. Sistem açısından bakıldığında uzlaşmacı sanat gibi uzlaşmacı eleştiriden söz etmek de yanlış değildir. Uzlaşmacı eleştiriden feodal, kapitalist ve emperyalist dünya sistemini aşmasını beklemek saflık olur, daha öfkeli bir yorumla denilebilir ki, uzlaşmacı eleştiri bugünkü dünya gerçekliğinin sürgit devam etmesinden yanadır, sermaye düzeninin tarihteki “son sonsuz düzen” olduğu iddiasındadır. Marksist eleştirinin defterinde ise sermaye çağıyla bu çağın değerlerini meşru sayan sanat ve edebiyat eserleriyle uzlaşma yazmaz.
Marksist Sanat ve Edebiyat Eleştirisi
Toplumsal Duyarlılık Artı Estetik Özellikler
Sermayenin üretimi ve yeniden üretim sürecinin verileri nasıl bir sanat ve edebiyat yapılacağının ve bunlara yönelik nasıl bir eleştiri anlayışı getirileceğini de göstermektedir. Bu bakış açısına karşılık Marksizm dışı sanat ve edebiyat eleştirilerinin, Marksist edebiyat eleştirisini, ele alırken Marksist edebiyat eleştirisinin bireyi, psikolojiyi, içgüdüleri, sezgileri, aklı ve duyguları görmezden geldiği tezi gerçekleri yansıtmıyor. Topluma ve kişiye ait tüm maddi ve kültürel değerlerin temelinde sermayenin üretim süreci olduğunu temel alan eleştiri, toplumsal kurum olarak ve buna paralel olarak tek tek bireylerde içkin bulunan tüm özelliklerin 1) sınıflı topluma (özünde) özgü özellikler olduğunu varsayar, 2) bu özelliklerin estetik araçlarla gösterilmesi yanında değiştirilip dönüştürülmesinin de mücadelesini yürütür.
Bugün eleştiri alanına göz attığımızda birçok eleştiri anlayışı görmekteyiz. Sosyolojik, psikolojik, feminist, izlenimci, gerçekçi, yapısalcı, öznelci, nesnelci, milliyetçi, tarihselci gibi pek çok eleştiri anlayışından söz etmek olasıdır. Bunlar, sosyal ve iktisadi planda karşılıkları olan anlayışlardır. Marksist eleştiri bunların pek çoğundan yararlanan bir eleştiri anlayışı olsa da son çözümlemede tümünden ayrı ve hatta tümüne karşı bir yerde konumlanmıştır. Çünkü Marksist sanat ve edebiyat eleştirisinin merkeze koyduğu ve temel gerçeklik olarak saptadığı “ücretli emek sistemi”, anılan eleştiri anlayışlarında ya yok sayılır ya da ikincil, üçüncül öge olarak ele alınır. Liberal karakterli eleştiri yöntemleri diyeceğimiz bu sanat ve edebiyat türlerine göre gerçeklik, insanların “kişisel” sorunlarından ibarettir, insan sınıf gerçekliğinden önce kadın veya erkektir, etnik ve dinsel kimlik sahibidir, bu özelliklerinden dolayı karmaşık bir varlıktır.
Yine bu burjuva sanat ve edebiyat eleştirmenlerine bakılırsa insan bilinçten çok bilinçaltı varlığıdır, içgüdüleri, cinsel arzuları bakımından “zengindir”, bilinmeyen yanları vardır, anti toplumsal ve hatta irrasyonel yönleri olan bir varlıktır, tüm bunlar tek kritere indirgenemez. Oysa Marksist sanat ve edebiyat eleştirisi, gerek Marx ve Engels’te gerekse Plehanov ve ardıllarında görüldüğü gibi insan ve toplumu tüm yanlarıyla, estetik kaygılar güderek, güzellik duygusunu önemseyerek ele alınması olarak görmüştür. Bilhassa kapitalizm koşullarında güzel, uyumlu, simetrik, komik, garip, çarpıcılık, hümanist, yüce, melodik, şiirsel, armonik, iyimser, ruhsal ve iyi gibi estetik kategorileri ihmal ederek piyasanın taleplerine göre sanat üretimi yapan ve keza buna paralel olarak sanat ve edebiyat eleştirisi yapan da burjuva eleştirisinin kendisidir.
Burjuva sanat eleştirisinde, adı anılan estetik kategorilerin yerini, tek kriter belirlemektedir: Çok satmak ve kar. Güzel olan eserler değil, para edecek eserler baskındır. Bunun istisnasının olduğunu bile iddia edecek sanat ve edebiyat mercilerinin bulunmadığını açıkça ilan ediyoruz. Kaynağını politik iktisattan alan eleştiri ise kar mantığını aşan, estetik kriterler üzerinden eserlere yönelen biricik eleştiri tarzı olarak işlev görmektedir. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok satanların (bestseller) burjuva yazarlar olmasının altında pek çok yan unsurla birlikte asıl olarak iletişim araçlarının, sermayenin elinde olması yatmaktadır.
Geçek Olan Nedir
Burjuvazi Gerçekçi Olabilir mi?
Şimdi gerçek ve gerçekçilik meselesine gelmiş bulunuyoruz. “Gerçekçilik ve sanat eleştirisi” bahsi metnimizin tezi için son derece belirleyici görünüyor. Hem entelektüel dünyada hem gündelik yaşamda sık kullandığımız bir terimdir gerçek, gerçeklik ve gerçekçilik. Marksist teori içinden konuşan birinin, gerçekçiliğe vurgu yapması adeta bir totolojidir, zira gerçekçi olduğunu söyleyen bir kişi aslında bir şey söylemiyor. Çünkü bütün gelmiş geçmiş sınıf ve tabakalar gerçekçi oldukları iddiasındadır. Bu yüzden önemli olan gerçekçilik değil gerçekçilikten ne anlaşıldığıdır, gerçeğin ne olduğu ve nasıl tanımlandığıdır. Kısacası sanatçının veya edebiyatçının gerçekçi olup olmadığı önemli değildir. Kaldı ki “ben gerçekçi değilim” diyen birine de en eski çağlardan beri henüz rastlanmadı. Marksist sanat ve edebiyat eleştirisinin ortaya çıkarmakla yükümlü olduğu sorunsal burada gizlidir. Çünkü iyi bakıldığında yalnızca klasik, modern ve toplumcu gerçekçilik değil, klasikliğin kendisi, romantizm, sembolizm ve doğalcılık türünden akım ve anlayışlar da, varolandan hareket etmek anlamında gerçekçidir.
Fazla dağıtmadan ve genişletmeden söylemek gerekirse Platon gerçek olandan, bizim anladığımızın tam tersini, idealar dünyasını anlamıştı. Yani filozof kavramların gerçek olduğunu ileri sürüyor. Bu anlayış günümüzde de devam etmektedir. Günümüze kadar bu anlayışı sürdürenler “biz gerçekçi değiliz” demeyi bırakalım “asıl gerçekçi biziz” diyebilmektedir. İkinci ekolü ise Aristoteles temsil eder. Ontolojik varlık diye düşüneceğimiz fiziksel dünya ve sosyal dünya söz konusudur onda. Yani Platon’un söylediğinin tersidir gerçek. Yine de Aristoteles bir ay üstü dünyanın var olduğunu eklemeden edemez. Kaba materyalizm ve mekanik materyalizm, atomculuk gibi anlayışlar buradan etkilenir. 17. yüzyıl deneyciliği de büyük oranda burada yer alır. Marksist felsefe Platon’u olduğu gibi mekanik materyalizmi de idealizm olarak değerlendirir ve yerine maddi dünyayı koyar. Marksizm sadece burada kalsaydı, o da sanat ve edebiyat ile bunların eleştirisi için kuvvetli bir şey söylemiş olmazdı.
Marksist felsefe, maddi dünya içinde öncelik sonralık ayrımı yaparak diğer olgular üzerinde etkili olan temel unsurları saptar ve gerçekliği bu unsurlar bağlamında araştırır, sergiler, sunar. Bu anlayışa göre sınıflı toplumlar dünyasında sınıf çatışmasından daha büyük ve temel bir gerçeklik yoktur. Bu gerçeği burjuvazi de içinde olmak üzere sömürücü sınıfların görmesi, görse bile kabullenmesi gerçekten bunu anlaması, eşyanın doğasına aykırıdır. Marksist sanat ve edebiyat eleştirisi yalnızca olanı değil, Aristoteles’in dediği gibi bunu da aşıp olasıyı, olması gerekeni araştıran eleştiridir. Olması gereken eşitlikçi bir dünya toplumudur. Değerlendirdiği sanat eserinde yeniyi aramayan, bir takım biçimsel bulmacalar batağına girmekle yetinen bir eleştiri, asla güçlü bir eleştiri değildir.
Eleştirmen; sanat ve edebiyat metinlerinde yeni insan, toplum ve yeni bir dünyanın izini araştırmaktadır. Nazım Hikmet de bu kontekste şöyle yazmıştı: “Shakespeare, Dante, Gorki, Cervantes, Fikret, Hugo vesaire gibi bütün büyük abideler aynı zamanda büyük müjdecilerdir. Onların her biri bir devri müjdelemişlerdir. Goethe’yi Goethe yapan Faust bile eninde sonunda insanlara geleceği müjdeleyen bir eserdir.” Aynı Nazım Hikmet, Resimli Ay dergisinde, Haziran 1929’da başlayıp sürdürdüğü “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıyla bizim önerdiğimiz ve kurulmasını istediğimiz eleştiri anlayışına rol model olmuştur. Sömürücü sınıflara ait olan eski değerlerin yıkılması, yerine yeni doğan ve gelişmekte olan proletaryanın değerlerini geçerli kılmak. Sabahattin Ali ve Sabiha Sertel gibi sanat insanlarının da destek verdiği bu eleştirinin hedefinde Osmanlı-Türk resmi ideolojisine kaynaklık teşkil eden Aldülhak Hamid Tarhan, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Haşim ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi egemen sınıfların sanat ve düşün adamları yer alıyordu. Dolayısıyla Lukasc’tan ziyade Nazım Hikmet’e yakın olduğumuz da ortaya çıkmış oluyor: İlki burjuva sanatına bağlanmayı ve onunla zenginleşip yol almayı önerirken, ikincisi (Nazım) eski değerlerden geliyor olsak ve bunlarla zenginleşsek bile, eskinin sanat ve edebiyatından epistemolojik bir kopuş yapılmasına vurgu yapıyor.
Marksist Sanat Ve Edebiyatta
Özün Saptanması
Marksist felsefede olduğu gibi sanat ve edebiyat eleştirisinde de gerçekçiliğin kendisi de dahil olmak üzere hiçbir kavram statik tarzda ele alınmamıştır. Dünyanın yeni değerleri gerçekçiliğin değişik şekillerde ele alınacağı ileri sürülmüştür. Farklı terminolojilerle söylenecek olursa gerçek olanı öz olarak değerlendirmek gerekir. Önerdiğimiz eleştiri, sanatta öz ve biçim konusunda da zengin bir deneyime sahiptir. Üstüne üstlük Marksist sanat ve edebiyat eleştirisi öz konusunda olduğu kadar biçim konusunda da hassas bir pozisyon almaktadır. Öz meselesini Ficsher’in bakışıyla yanıtlayacak olursak üretim güçleri ve üretim ilişkileri terimlerine varmak gerekiyor. Zira Fischer kadar Marksist eleştiri için de özün saptanması son derece elzemdir.
Özün (gerçek) ne olduğu, sanat ve edebiyat eserinde neyin anlatıldığı, anlatılanın toplumu ve insanı derinlemesine kavrayıp kavramadığı son derece önemlidir. Burada da iki eleştiri anlayışının birbiriyle çatıştığını iddia ediyoruz. Marksist sanat ve edebiyat eleştirisi, her öze uygun bir biçimin bulunmasını son derece önemseyerek “işin özünün ne olduğu” noktasında yoğunlaşmaktadır. Marksizm dışı eleştiri ise meseleden ziyade meselenin nasıl ele alındığına yoğunlaşarak tabir yerindeyse meselenin özünden uzaklaşır. Günümüzde bu anlayışın yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Gerçeklikten “sıradan” gerçekliği anlayarak yapılan eleştiri de, biçimselin ötesine geçemeyen eleştiri de büyük bir alan işgal etmekte ve Marksist sanat ve edebiyat eleştirisinin karşısında konumlanmaktadır. Bu türden eleştirilerin ve eleştirmenlerin bir kısmı da üstelik “sol” cenahtan baktığı iddiasındadır. Özetle denilebilir ki, ihtilalcı-sosyalist bir eleştiride propagandaya yer olduğu muhakkaktır; ama propaganda sanatına yer yoktur. Bu yüzden biçim öz diyalektiğine yönelen eleştiri, zayıf bir özün üzerinden güçlü biçimlerle kurulmuş bir sanattan yana olmadığı gibi güçlü bir öz üzerinden zayıf biçimlerle kurulmuş sanattan yana da değildir. Marksist sanat ve edebiyat eleştirisinin ortaya çıkarmaya çalıştığı, güçlü öz, güçlü biçim diyalektiği çerçevesinde inşa edilmiş eserlerdir.
Sermayenin Üretim Süreci
Sanatsal Üretimin Yeri
Önerdiğimiz sanat ve edebiyat eleştirisi, günümüze kadar ki literatürden beslenerek, estetik kaygılardan da taviz vermeyerek sınıf mücadelesi araştırması yapma ve yürütme temeline dayanır. Estetik kaygı sanatın vazgeçilmezidir. Çünkü kültürel aktiviteleri dört disiplin (bilim, sanat, politika, felsefe) içinde ele alırken her disiplinin konu, yöntem, amaç, dil ve sunuş tekniklerinin birbirinden farklı olduğunu ileri sürüyoruz. Düşün ve sanat disiplinleri arasında bu farklar olmasaydı, dört disiplinden değil tek disiplinden söz edilirdi. Demek oluyor ki, bilim, politika, felsefe gibi sanat da kendine özgü araçlarıyla “aynı gerçekliği” sergilemiş oluyor: Gerçeklik aynı; ama her disiplin onu farklı yollarla kavrıyor, dile getiriyor, dönüştürüp sergiliyor.
Görüşümüz açısından bilim, politika ve felsefe için de temel gerçeklik alanı sınıf mücadelesidir. Dolayısıyla da Marksist eleştiri tarzının felsefi olduğu kadar kavgacı olduğunu ileri sürmekte bir beis görmüyoruz. Felsefi ve kavgacı olduğunu söylemekle birlikte estetik ve eleştirinin bir bilim olduğu da ileri sürülmektedir ki, konuyu o denli genişletmek bizi tezimizden uzaklaştırabilir. Yeniden başa dönecek olursak buradaki haklılık da kaynağını, sanatsal üretim tarzına temel teşkil eden sermayenin üretim sürecinden, eş deyişle genel üretim tarzından alıyor. Sanatı bir üretim olarak değerlendiren Althusserci ekol de sanatsal üretime dikkat çeker, sermayecilik (kapitalizm) geliştikçe sanatsal üretim, genel üretim içinde kendisine daha hacimli bir mekan bulmaktadır. Mesela matbaa öncesi dönemde sanatsal üretim genel üretimin içinde bugünkü ile kıyaslanmayacak kadar küçük bir alan işgal etmekteydi.
Emek ve sanat ilişkisine değinerek sanırım metnimizi tamamlayabiliriz. “Aç ayı oynamaz” atasözünde dile geldiği gibi Plehanov’un da sanatın kökenine yönelik çalışmalarında olduğu üzere eğer üretim olmasaydı, insan sanat ve edebiyat yapmayı bırakalım, hayvan dünyasının bir parçası ya da uzanımı olmaya devam edecekti. Dünyanın zenginliklerini ikiye indirgersek, birisinin fiziksel zenginlikler diğerinin de kültürel ya da entelektüel zenginlikler olduğunu ileri sürüyoruz. Akla gelen tüm ihtiyaçları bu iki kategoriden birine yerleştirmek zor değildir. Tezimize göre bu zenginliklerin biricik yaratıcısı her çağda emekçi sınıflar olmuştur. Günümüzde fiziksel zenginlikler için karşılığı ödenmemiş emek anlamında “birikmiş emek” ifadesini kullanmamız zorunlu görülüyor. Bu temel gerçekliği, bilim kendi araçları ve yöntemleri açısından ele aldığı gibi politika, felsefe ve sanat da kendine uygun yolla dile getirir. Düşün ve sanat faaliyetlerini emek süreçleriyle açıklarken yalnız da değiliz. Mesela M. Gorki de şunları yazmaktadır: “Bu bizim dünyamızda her şeyin en güzeli insan emeğiyle, onun akıllı elleriyle yaratılmıştır, bütün düşünceler ve idealler, emek sürecinden filizlenmişlerdir; sanat, bilim ve teknoloji tarihi, bunu bize kanıtlamaktadır.”
Mehmet Akkaya