Düşünmesi kolay, üzerine yazılması ve konuşulması zor konulardan birisi de kadın meselesi. Sorun, temel biçimiyle tabu olma özelliğini sürdürmektedir. Ulusal sorun, demokrasi sorunu, ekolojik sorun daha da önemlisi emek sorunu gibi meselelerden daha karmaşık bir olgu olarak görülmekte. Sınıf mücadelesi teorisinden hareket ederek düşünen ve yazanlar ister istemez kendilerini bu olguya dair de düşünmek ve yazmak durumunda hissederler. Dinamik bir alan olduğu için yapılan yayınlar eksik olmuyor. Yusuf Köse’nin kaleme aldığı Kadın ve Komünizm adlı çalışma da (El Yayınları, 2017) bunlardan birisidir. Yazar, kitabında sistemin tabulaştırdığı kadın sorununu teorik ve aktüel düzeyde irdelerken alışık olmadığımız yollar izleyerek geleneksel değer yargılarını teşhir ediyor. Bu yazıda kitabın tespitlerini, eleştirilerini, öneri ve argümanlarını, temel ve yan tezlerini ele alarak konuya ilişkin kimi görüşleri ve kendi düşüncelerimi yansıtmak istiyorum.
Kadın ve Komünizm adlı çalışmanın en belirgin argümanı, son on yıllardır sol çevrelerin, feminist harekete olan yakınlığına karşı radikal bir itirazla kuruluyor. Kitap adından da, yazıya yaptığım başlıktan da anlaşılacağı gibi feminizmin panzehiri olarak komünizmi çözüm önerisi şeklinde göstermektedir. Yazar, feminist anlayışların tümünü aynı kefeye koymasa da, son çözümlemede bu anlayışları burjuva ideolojisi içinde değerlendiriyor. Kitabın girişinde işaret ettiği gibi asıl olarak küçük burjuva ideolojisi olarak değerlendirdiği feminist anlayışla çatışmaya giriyor. Bu çatışmada, Alevilikteki kadın anlayışı gibi A. Öcalan’ın kadın anlayışındaki yetersizlikler de kendine bir hayli yer buluyor. Köse, kadın sorununun kaynağını –Marksizme uygun olarak- toplumların sınıflara bölünmesinde gördüğü için çözüm önerisini de bu çerçevede gerekçelendirirken Sovyetik Devrimler’i işaret ediyor. Paris Komünü’ne ilaveten Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki devrim süreçlerinden pek çok örnek vererek argümanlarını belirginleştirme yoluna gidiyor.
“Toplumsal Üretken Emek”
“Üretken Emek” Değildir
İslam, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi klasik dinler olsun, Hitler, Mussolini ve benzeri kişiler şahsında konumlanmış faşizmler olsun kadını aşağılamada beis görmezler ve kadının ezilip baskı altında kalmalarını meşru sayarlar. Mussolini tüm faşistleri ve faşizmleri yansıtırcasına kadın düşmanlığını şu sözlerle dile getirmektedir: “Faşizm, kadını yalnız bir anne, çocuk terbiyecisi ve kocasına karşı dişilik sorumlulukları bulunan varlık diye tanır. Bu bakımdan kadının toplumsal hayata girmesi, yani erkeğe özgü mesleklerde çalışması çok hatalıdır” (S. 146). Çağımızda ise bu türden ilkel diyebileceğimiz anlayışların değiştiğini söylesek de birçok alanda kendini gizleyerek veya bu ilkel anlayışların utanılarak da olsa savunulduklarını bilmekteyiz. Kitapta da işaret edildiği gibi son iki yüz yıldır “kadın hakları” noktasından hareketle bu alanda haylice mesafe alındığı bir realitedir.
Kimse kolayca kadının ezilmediğini, hatta sömürülmediğini, baskıya ve zulme maruz kalmadığını söyleyemez. Kadının özgürleşmesini savunanlar buraya kadar hemfikir olabilir. Oysa bu baskının maddi temelleri nelerdir, hangi koşullarda kadın “yenik” hale getirilmiştir? Kadın sınıfsal, cinsel, ulusal veya benzer baskılar içinde en çok hangisine maruz kalmaktadır, buna karşı nasıl mücadele edilecektir? Kadın hareketinin ittifakçıları hangi sınıflardır ve kimlerdir? Kadınlar bir sınıf mıdır, tüm kadınlar aynı kefeye konulabilir mi? Köse’nin kitabından ve genel tartışmaların hatırlattıklarından da hareketle çıkardığımız bu soruların daha geniş bir alan işgal ettiğine kuşku yok.
Feminizmle komünizmin ya da Marksizmin karşı karşıya getirildiği tartışmalarda konu muhakkak Marx’ın ve dolayısıyla da Marksizmin, kadının evdeki emeğini görüp görmediği tartışmasına gelmektedir. Köse de feminizmle polemiğini bu sorunu merkeze alarak yapıyor.
Yazara göre kadının genel manada “sömürüldüğü” ve hem genel hem de özel manada “ezildiği” bir realite olsa da özel planda sömürüldüğü söz konusu değil. Çünkü kadın, evde tüketime yönelik bir emek harcaması yaparken proleter kadın ya da erkekte olduğu gibi bir artı değer yaratmıyor. “Kapitalist üretim”in değil “genel üretim”in bir parçası olarak ele alınıyor evdeki çalışma. Bir başka deyişle kadının ev içi emeği, kapitalist üretim sürecinde olduğu gibi üretken emek kategorisinde değildir. Tıpkı dolaşım sürecinde olan üretken olmayan emek benzeri bir çaba ortaya koyuyor kadın. Şu belirleme dikkate değerdir: “Kadının ücretsiz olarak ev işlerini yapması ve burada kullanım değeri yaratması, genel olarak ‘toplumsal üretken emek’ kategorisi içerisinde yer alır. Genel olarak ‘toplumsal üretken emek’, sermaye için üretken emek kavramı dışında, yalnızca kullanım değeri yaratan üretken emektir.” ( S. 56).
Lenin de ev ekonomisini anarken ve kadına ev işi yaptırmanın barbarlık olduğunu söylemekle birlikte ev içindeki emeği üretken emek olarak değerlendirmez. (S. 235). Dolayısıyla Türkiyeli feminist yazarlardan Gülnur Savran’ın ve benzerlerinin “Mevcut haliyle toplumsal yapı, kadınların karşılıksız emeği üzerinde yükselir” biçimindeki açıklaması gerçekliği yansıtmaktan uzaktır (S. 99). Zira günümüzde pek çok ailede ve ortamda kadının evde –karşılıksız emek aracılığıyla- yaptığı işleri erkeklerin de yaptığı biliniyor. Evdeki işi erkek de yapsa bu etkinliğin, üretken emek anlamına geldiği söylenemez. Ayrıca etik açıdan düşündüğümüzde, bu durum üretken emek sürecinde olanların değerli, üretken olmayan emek süreci içinde olanların değersiz olduğu demek de değildir.
Marx da Kapital’de kapitalist üretim sürecini analiz ederken kadının ev içi emeğini, kullanım değeriyle ilişkilendirdiği ve dolayısıyla artı değer üretmediği için kapitalist üretim sürecinin direk değil dolaylı bir unsuru olarak ele almıştır. Köse’nin de kitabında ısrarla üzerinde durduğu gibi feminist ve benzeri burjuva, liberal anlayışlar bu yüzden Marx’ı ve Marksizmi “cinsiyet körü” olarak değerlendirmişlerdir. Oysa anılan kitapta sıklıkla belirtildiği gibi kadının tarihsel süreçte nasıl düşürüldüğü ve ne türden baskı, kıyım ve zorbalıklara maruz kaldığını keşfeden öncelikle Marksizm olmuştur. Birinci Dalga feminizm ile gündemleştirildiği iddia edilen oy hakkı, eşit işe eşit ücret, hukuksal eşitlik ve eğitim hakkı gibi sorunlar liberalizmden ziyade Marksizme içkindir. Üstelik Marx ve Engels, konuya ilişkin açıklamalarında liberal-feministler gibi üst yapıdan değil ekonomik ve sosyal temelden hareketle bunu yapmışlardır. Dolayısıyla feminist tarih yazımının, Marksizmi yalnızca İkinci Dalga feminizmle ilişkilendirmesi eksik, yanlış hatta gerçekleri çarpıtma amaçlıdır.
Erkekler Düşman, Kadınlar Sınıftır
Tek tarz bir feminizm anlayışı olmadığı bilinmektedir. Klasik, radikal, liberal, sosyalist feminizm gibi anlayışlardan söz edilmektedir. Kadın ve erkeğe yüklenen toplumsal rollerin eşitliğini savunan, kadınların bir sınıf olduğunu ileri süren, kadınların yalnızca erkekler tarafından sömürüldüğü inancında olan anlayışlara rastlanabiliyor. Kadının erkekten daha üstün olduğunu ileri süren anlayışlar da bazı tartışma platformlarında kendine yer bulmaktadır. “Baş düşman”ın erkekler olduğunu ileri süren anlayışlara karşılık, kendilerine sosyalist feminist diyen ve baş düşmanın egemen sınıflar ve günümüzde de sermaye düzeni olduğunu çıkış noktası yapanlar da az değildir. Erkeği “baş düşman” ve kadını da bir sınıf olarak değerlendiren “Feminist teorisyenlerden Christine Delphy’nin öne çıkan broşürünün bir ismi de: ‘Baş Düşman: Ataerkil Ekonomi-Politika’dır. Kitabın bütünüyle anlatmaya çalıştığı, ataerkil toplumun ayrı bir üretim biçimi olduğu ve bu üretim biçimi içinde ise kadınların ayrı bir sınıf olarak sömürüldüğü ve ezildiğidir” (S. 97).
Köse tüm bunlara karşılık “klasik” de diyebileceğimiz bir anlayışla polemiğe girdiği çalışmasında, sınıf mücadelesi teorisi üzerinden karşılıklar veriyor. Anılan feminizm anlayışlarını, sorunun kaynağını idealistçe açıklamakla, burjuva reformist çözüm yolları önermekle itham ediyor. Bunun yerine kadın meselesinin kaynaklarını materyalist yöntemle açıkladığına, çözümü de reformlarda değil toplumsal bir devrimde bulduğuna inanıyor. Buna göre feminizm, kadın meselesinde nedeni sonuç yerine koyduğu için idealizme düşmektedir. Sonucu da neden yerine koyuyor elbette. Günümüzdeki biçimi ve düzeyiyle toplumsal cinsiyet eşitsizliği feodal, kapitalist ve emperyalist sistemin bir ürünüyken, bunun sonucu olarak da erkek, egemen ve ezen cins durumundayken, sistemin yerine yine aynı sistemin adeta “kurbanı” olan erkeği koymak, neden-sonuç ilişkisini ters kurmak anlamına gelir.
Sınıflı toplum sistemi yerine, bu sistemin bir kurbanı olan (tıpkı kadın gibi) erkeğin konulması, emek-sermaye çatışmasının ikinci plana atılması anlamına gelir ki, Köse’ye göre bunu kabul etmek mümkün değil. Üstelik bu açıklama tarzı, tarihsel ve aktüel gerçeklere uygun bir açıklama biçimi de değil. Asıl olarak erkeğin değil de kadının “kurban” olduğu noktasından hareket eden feminizm, kadının erkek tarafından sömürüldüğü ve ezildiği tespitini yaparken de hatalı hatta burjuva-liberal bir pozisyon almaktadır. Bu anlayışlar, kadın sorununun -ezilmişlik konumuyla- tarihsel bir olgu olduğunu görmezden geliyor ve sanki tüm insanlık çağı boyunca geçerliymiş gibi hareket ediyor. Oysa yazarın, kitapta pek çok bağlamda antropolojik çalışmalardan verdiği açıklamalara bakılırsa bu ezilme ilişkisi yalnızca “modern tarih” diyeceğimiz dönem için geçerlidir.
Modern tarih öncesi uzun bin yıllar boyunca kadının ezilmişliğinden ve sömürüsünden söz edilemez. Kaldı ki bazı tarihsel, antropolojik çalışmalara (B. Malinowksi vs) bakılırsa tersine analığın erk biçimini aldığı da –komün toplulukları için- bir gerçektir. Kadının bu erki erkeğe karşı kullandığı kuşkulu bulunsa bile, adına ilkel komünal denilen bu tarih öncesi dönemde toplumsal eşitliğin olduğu konusunda bir hayli literatür bulunuyor. Dolayısıyla Köse, feminizmin kadın sorununda tarihsel süreci paranteze aldığını, bu yüzden de sorunu doğru kuramadığını, soruları da gerçekliğe uygun tarzda sormadığını iddia ederken haklı görünmektedir.
Feminist Mücadelenin Kazanımları
Feminizm Bir Burjuva İdeolojisi mi?
Kadın ve Komünizm adlı eserdeki bakış açısının ve bunun sonucu olarak da konuların ele alınış tarzının ortodoks da diyebileceğimiz Marksist anlayışa uygun olduğunu anlamak zor değil. Kitapta da yansıtıldığı gibi bu anlayışa göre kadınlar, sınıflı toplumlarda hem emek olarak hem de cinsiyet olarak en çok ezilen, baskıya maruz kalan toplumsal kesimdir. Eskiden olduğu gibi günümüzde de bu kesim, tecavüz gibi onur kırıcı uygulamalara tabi tutulan, sıklıkla katledilen, erkek tarafından defalarca şiddete uğrayan hatta bizim gibi toplumlarda feodal değer yargıları altında inim inim inleyen, ulusal baskı altında aşağılanan bir cins durumundadır. Soru şudur: Eşitlikçi anaerkil dünya gerçeğinden nasıl oldu da eşitlikçi olmayan ataerkil dünya gerçeğine geçildi? Kitabın yazarı, bu sorunun yanıtını diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığı içinde arıyor. Buna göre sınıfların ortaya çıkmasıyla kadının düşürülmesinin tarihi örtüşmektedir. Paralellik/denklem bu şekilde kurulduğu için sorunun çözümü de buradan hareketle ortaya çıkabilir.
Sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkan bir mesele ancak sınıflı toplumların ortadan kalkmasıyla son bulabilir. Burada feminist mücadele yollarıyla kadının lehine bazı reformların yapıldığını ileri sürebiliriz. Zaten bu doğrultuda pek çok literatür de bulunmaktadır. Ayrıca sosyalist ve radikal feministler bu türden, sermaye çağında olsak da, kadına uygulanan bazı pozitif ayrıcalıkları savunmaktadır. Köse’nin belki de zayıf tarafı bu türden reformları “burjuva haklar” gibi değerlendirerek elinin tersiyle itmesi olmuştur. Keza feminizmin dillendirdiği “özel olan/alan politiktir” önermesi de Marksizmin kadın anlayışına ters olmadığı gibi kadın mücadelesine bir katkı olarak değerlendirilebilir. Lezbiyen kimliğini de gizleme gereği duymayan ve cesaretle ilan eden Kate Millett’e ait, özdeyiş haline gelmiş bu ifade gibi ilgimi çeken ikinci özdeyişi de Simone De Beauvoir söylemiştir: Kadın doğulmaz, kadın olunur! Bunun, ilki kadar güçlü olduğunu söyleyemeyiz. Varoluşçu felsefeyi doğrulamak için söylenmiş gibi dursa da özneye ağırlık vermesi bakımından ilginçtir.
Feminizmin, kadın ve erkek dışındaki cinsel tercihlerin (Üçüncü Dalga) görünür kılınmasında, ulusal, dinsel ve inançsal nedenlerle baskılanan (kimlik politikaları bağlamında) kadın sorunuyla ilgilendiğini de not etmek gerekir. Bu noktada Köse’nin Ortodoks Marksizm açısından konuya baktığını, kadın mücadelesini bir ölçüde ikiye ayırdığı ve birini feminizmin mücadelesi olarak diğerini de emekçi, devrimci veya komünist kadın mücadelesi biçiminde kavramlaştırdığı anlaşılmaktadır. Zayıf tarafı gibi zihinleri provoke eden, yaratıcı tarafı da bu noktada ortaya çıkmaktadır: Çağımızda ve ülkemizdeki yürürlükte olan kadın hak ve özgürlükleri feminizmin mücadelesiyle mi emekçi kadınların (komünist hareket) mücadelesiyle mi gerçekleşmiştir? Belirleyici yan hangisinindir?
Feminizm neden bir burjuva ideolojisi olarak değerlendirilip komünizmin önünde bir engele dönüşüyor? Yazarın optiğinde feminizm sapla samanı birbirine karıştırıyor. Emekçilerle sermayedarlar arasındaki çatışmayı kadın ile erkek arasındaki çatışmaya indirgiyor. Bu anlayış erkeği burjuva yerine kadını da proleter yerine koymaktadır. Oysa proleter kadından söz etsek, evdeki kadını da emekçi olarak değerlendirsek bile (ki bunun doğruluk payı vardır) burjuva kadını nereye koyacağız? Burjuva kadının da toplumsal cinsiyet nedeniyle ezildiği iddia edilse bile onun sömürüldüğü ve emekçinin karısı olan kadın gibi ezildiği ileri sürülebilir mi?
Köse’nin Marksist düşünce sistemine uygun olarak sorular haline getirdiği bu meselelerde feminizme hak vermek mümkün görünmüyor. Çünkü Çiller ve Merkel gibi isimler yanında Sabancı ailesinden, Koç ailesinden kadınların emekçi kadınlarla aynı kefeye (sınıfa) konulmasının toplumsal gerçekliği doğru yansıttığı söylenemez. Emekçi kadınların burjuva kadınlarla ortak bazı noktalarının bulunduğu ileri sürülse de ortak olmayan, karşıt ve düşman olan yanların, ortak yanlardan çok daha fazla ve baskın olduğunu görmek zor değildir. Burjuva kadınların pek çok defa kapitalistler haline geldiği, sermaye adına ülkeleri yönettiği, emperyalist savaşlara tıpkı erkek burjuvalar gibi imza attığı, katliam, tecavüz, işkence ve saldırılarda nerdeyse erkek gibi rol aldığı düşünüldüğünde feminizmin argümanlarının zayıflığı ve belki de geçersizliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Tüm kadınların aynı safta görülmesini Komünist Manifesto’da eleştiren Marx ve Engels, burjuvazinin evlilik ve aile kurmada mülklerini birleştirdiklerine vurgu yaparken fuhuşa terk edilenlerin ise yalnızca yoksul ve emekçi kadınlar olduğuna dikkat çekerler (S. 45). Bu yüzden yazarın, “burjuva kadın” ve “proleter kadın” ayrımı yapması sınıf bakışına uygun olarak isabetlidir. Kutsal Aile ve Alman İdeolojisi’nde yapılan konuya ilişkin açıklamaları anmadan edemeyiz. Engels’in yazdığı Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni adlı çalışmanın adı bile kendi başına özgünlük taşımaktadır. Köse’nin de bu eserlerden yararlandığı, kitaptaki alıntılardan ve zaman zaman yapılan göndermelerden anlaşılmaktadır.
Teolojik ve Milliyetçi Devlet Politikaları:
“Kadını Yalnız Bırakın, Gerektiğinde Dövün”
Kadının eve hapsedildiği, “kutsallık” adı altında erkeğin bir ölçüde kölesi durumuna düşürüldüğü, din ve inanç sistemi tarafından ezildiği, baskılandığı, taciz ve tecavüze uğradığı inkar edilemez. Bu yüzden adına modern denilen çağda teolojik ve milliyetçi devlet politikalarının el birliğiyle kadın düşmanlığı yaptığı asla görmezden gelinemez. Kuran’daki şu açıklamalar oldukça manidardır: “Evlilik yükümlerini reddederek başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın, mecbur kalırsanız onları dövün” (S.150). Köse diğer kutsal kitaplardan da detaylar vererek dinin, nasıl da anaerkil sistemin payandası olduğunu gözler önüne seriyor. Ne var ki feminizm, tüm bu negatif uygulamaların nedenini mülkiyetçi, devletçi sistemden izole ederek ele aldığı için “baş düşman” olarak erkeği görmektedir. Bu uygulamaların büyükçe bir kısmına erkeğin de maruz kaldığını görmezden geliyor. Üstelik taciz ve tecavüzün tarih öncesi çağlardan beri var olduğunu sanıyor. Oysa tüm bu türden cinsiyete bağlı haksızlıklar mülk sisteminin ortaya çıkmasıyla ve kadının da buna dahil edilmesiyle başlamıştır. Köse’nin hissettirdiği gibi eşitlikçi anaerkil toplumlarda taciz ve tecavüzün olduğuna inanmak saflık olur. Kadının mülk olmadığı yerde cinsel özgürlük geçerlidir ki karşılıklı istenmeyen ilişkiler söz konusu olamaz.
Toplumsal zenginliğin ortak yaşandığı ve ihtiyaca bağlı olarak değer gördüğü ortamda yabancılaşma yoktur. Bunun gibi kadının ve erkeğin mülke bağlı olarak birbirine yabancılaşmadığı bir özgür ortamda kadın da erkek de kimsenin mülkü değildir. Herkesin herkese ait olduğu bir ortamda taciz-tecavüz uygulamaları müzelik olur! Burada da kalmaz aşk, evlilik, aile ve bunlara bağlı olarak kıskançlık, aldatma, sadakatsizlik de tarihin çöplüğüne gider. Eşitlikçi ve özgür toplum insanın midesi kadar cinsel ihtiyaçlarını da doyuran bir toplum olarak ayrıcalıklı bir yerde durmaktadır. Böyle bir toplumu anlamak, elbette ki mülk olgusuyla bin yıllardır kuşatılmış kafayla mümkün olmayabilir. Feminizm gibi pek çok liberal görüş aşk, aile, evlilik, aldatma, taciz ve tecavüz gibi olguların insan doğasında içkin olduğuna inanıyor. Oysa Kadın ve Komünizm kitabının yazarına bakılırsa tüm bu yaşananlar sınıflı toplumun icadıdır, sınıfların son bulmasıyla, devletin sönümlenmesiyle de ortadan kalkacaktır.
Öcalan’ın Kadın Bilimi: Jineoloji
Kadını Bağlayan Dört Zincir
“Emekçi Kadınlar Günü” yerine “Dünya Kadınlar Günü” demenin az çok bir mantığı olsa da böyle bir yaklaşım emekçi kadınların sömürülmesini ve ezilmesini bir ölçüde gizlediği gibi sömüren ve ezen kadın ile sömürülen ve ezilen kadını aynı düzlemde ele almak anlamına gelir ki Köse açısından bunu mümkün görmek yanlıştır. Keza kadın eylemlerinde (8 Mart) kadınların arasında erkeklerin de yer almasının engellenmesi, soruna burjuva kafasıyla bakmak anlamına gelmektedir. Bu ve benzeri anlayışların eleştirildiği kitapta, klasik dinlerin kadına bakışı, kölecilik ve feodal düzenlerin kadını görme biçimi ile feminizmin kadını görme biçiminin özde aynı olduğu ileri sürülüyor. Alevilikte kadına bakışın da sorunlar içerdiği ve eleştirildiği çalışmada A. Öcalan da bu eleştirilerden nasibini alıyor. Hem Alevilerin hem de Öcalan’ın (jineoloji: kadın bilimi çalışmaları) kadın görüşünün yetersizlikleri vurgulanırken bu görüşler feminizm gibi burjuva düşünüş tarzı ile ilişkilendiriliyor. Çünkü diyor Köse, “Öcalan’ın ‘Jineolojisi’, küçük burjuva feminizminin ad değiştirmesinden başka bir şey değildir” (S. 187).
Kitabın içeriğindeki materyal genişliğinden dolayı konu Kürdistan kadın hareketinin önemine kadar derinleşiyor ve bu hareketin feminizm açısından değil ama kadın hakları açısından devrimci bir rol oynadığı üzerinde duruluyor. Aynı yerde “komünist kadın hareketi”nin işlevine dikkat çekilirken Güney Amerikalı devrimci ve komünist örgütlerdeki kadın savaşçılara gönderme yapılıyor ve bunun ülkemizdeki izdüşümleri ve Ortadoğu ile Hindistan gibi coğrafyalara yayılmış kadın mücadelesinin altı çiziliyor. Cezayir, Laos, Nikaragua, Kamboçya örnekleri anılırken şu ifadelere yer veriliyor: “1970’ler sonrası Türkiye ve Kürdistan Devrimci Hareketi içinde de komünist ve devrimci kadın sayısı hızla artış gösterdi” (S. 174). Böylece feminizm yerine kadın hareketinin kazanımları konulmuş oluyor. Bu kazanımların özneleri olarak da feministler değil, emekçilerin çıkarını savunan devrimci, komünist kadınlar ikame ediliyor.
Kadın hareketinin aktüel boyutunu Kürdistan gerçeğinde bulan Köse, tarihsel kaynakları ise SSCB ve Çin gibi toplumlardaki devrimci, demokratik ve Sovyetik uygulamalarda buluyor. Yazar devamla, Lenin ve Mao Zedung’un kadın konusuna yaşamsal bir önem verdikleri ve kadınların tarihsel süreçte ilk defa potansiyellerini en yoğun düzeyde bu sosyalist pratikler sırasında gösterdikleri iddiasında bulunuyor. Mao Zedung kadının, erkeğe oranla daha fazla baskı altında olduğunu ifade ederken birkaç noktaya vurgu yapmayı da ihmal etmemişti. Ona göre erkek sermayenin, devletin, yerel otoritelerin, dinsel gericiliğin baskısı altında olduğu halde “Kadınlar ise bu üç otorite sisteminin baskısından başka bir de erkeklerin baskısı altında bulunmaktadırlar (koca otoritesi). Bu dört otorite –yani siyasi otorite, klan otoritesi, dini otorite ve koca otoritesi-, tüm feodal ataerkil ideoloji ve sistemi temsil etmektedir ve bunlar Çin halkının özellikle köylülerin elini kolunu bağlayan dört zincirdir” (S. 199).
Filozofların Sicili Temiz mi?
“Kadının Doğası Narindir”
Kadının konumunu yapısal özelliklere değil de kültürel, toplumsal üretim süreçlerine göre ele alan her çalışma sorunun dinamik bir yapı sunduğunu kabul etmiş oluyor. Kadın ve Komünizm’in tezine itibar edilirse feministler kadının konumunu bazı açılardan da yapısal özelliklere bağlamaktadır, buna karşılık komünistler ise bu konumun üretim ilişkilerin özelliğinden kaynaklandığını söylüyor. Demek ki üretim ilişkileri değiştikçe kadının konumu da değişiyor. Şimdiye kadar ki değişiklikler her defasında yeni sömürücü sınıflara imkan verdiği için kadının ezilmişlik düzeyinde bir değişiklik olmadı. Olanlar da kısmi, sınırlı veya niceliksel düzeyde kaldı. Kapitalizm çağında ise kadın, bir yandan eve hapsediliyor diğer yandan da erkek emekçiler gibi piyasaya sürülmek isteniyor. Köse’nin uzun paragraflar boyunca tartıştıklarında vurguladığı gibi sermaye, kadını pazara, fabrikaya sürmek istemekle birlikte yedek sanayi ordusuna da gereksinim duyduğu için bu konuda çok da cömert olamıyor.
Serfin proleterleşmesi nasıl ki burjuvazi için “mezar kazıcı” sonuçları kaçınılmaz kılıyorsa kadının evden çıkartılıp proleter haline gelmesi de aynı sonuçların çıkmasına hizmet eder. Bu ikileme rağmen sermaye çağında genel eğilim serflerin ve küçük üreticiler gibi kadının da proleterleşme eğilimi taşımasıdır. Sermaye, kadının evden çıkmasını engellemek için dinsel, ırkçı, eğitim ve benzeri ideolojik aygıtlarla yönlendirme yapmadan geri durmuyor. “Kadın kutsaldır”, “Onun yeri evin içidir” “Yuvayı yapan dişi kuştur”, “Kadın doğası narindir” türünden yapısal özelliğe dikkat çeken çokça özdeyiz vardır. Yine de kadınların kitleler halinde proleterleşmesi olanaklı görünmektedir. Bilhassa savaş zamanlarında erkeklerin cepheye gönderilmesinden kaynaklı ortaya çıkan işgücü eksikliği kadınlar tarafından karşılanmaktadır. Köse bunun örneklerini Mussolini ve Hitler’den hareketle Birinci ve İkinci emperyalist savaşlar sürecinde bulmakta ve ikna edici bir şekilde de detaylar ve istatistiki bilgiler aktarmaktadır.
Kadının ezilmesi ve sömürülmesi gerçeği, bütün sınıflı toplumlar tarihini içermekle birlikte onun problematik haline getirilmesi nispeten yenidir. Köse’nin kitapta işaret ettiği gibi egemen sınıfların sözcüsü olarak tarihte yer almış ünlü filozların bu konuda sicili pek de temiz değildir. Rousseau’dan Hegel’e ve Nietzsche’ye dek pek çok kötü örnek, düşünce ve felsefe tarihinin sayfalarında yer almaktadır. Egemen düşünce ve ana akım filozoflar çok büyük çoğunlukla kadını ve aileyi kutsamışlardır. Aileyi toplumun temel taşı olarak görmüş ve taş yığının arasına mahkum edilen kadını görmek istememişlerdir. Bu filozoflar kuşağının en ünlüsü olarak Aristoteles ise emekçileri, köleleri, göçmenleri olduğu gibi kadını da insan kategorisi içinde görmemiştir. Politika adlı ünlü eserinde kadını diğer katmanlarla birlikte “canlı araç” olarak değerlendirmiştir.
Bu filozofların ideden, öz veyahut da töz gibi unsurlardan hareket ettikleri sürece toplumsal ilişkilerin neden olduğu sorunları kavramaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla Köse, kadın konusunun teorik kaynaklarını ilk olarak idealist filozoflarda değil Marx ve Engels’te bulmakta haklıdır. Komünist Manifesto’da, kitabın yazarları ilk olarak kadının konumunu doğru saptamış, neden olarak burjuvaziyi ve sermayeyi göstererek kadının kurtulma koşullarını da reformlara değil olası bir komünist devrime, alt üst oluşa bağlamışlardır. Bu mücadelede kadın ve erkeklerin ayrı ayrı değil, feminizmin önerdiği gibi kadının erkeğe karşı yürüteceği pozisyonla da değil birlikte, omuz omuza verilecek bir çabayla gerçekleşebileceği üzerinde hemfikir olmuşlardır.
Kapitalizm: Kadın, Yedek Sanayi Ordusu
Mücadele Kadar Hak ve Özgürlük
Ülkemizden ve güncel denilebilecek örnekler üzerinden de tartışmaların yapıldığı kitaptaki analizlerden çıkardığımız kadarıyla AKP dönemindeki yapılan pek çok düzenleme ve ilan edilen kanunlar dinci özellikler göstermek yerine sermayenin genel çıkarına uygun yasalardır. Bunlar da kadınların durumuyla yakından ilgilidir. Okula başlama yaşının, 4+4+4 kuralına bağlı olarak gündeme gelmesi, kadının iş hayatına bir yıl erken başlamasıyla ilgilidir. Türban düzenlemesi de, sermayenin çıkarına uygun bir düzenlemedir: “Kapalı” olması gerekçesiyle iş hayatının (piyasanın) dışında, atıl halde duran kadının iş piyasasına sürülmesini hedeflemektedir. Bu türden düzenlemelerin dinsellikle olduğu gibi kadın ve insan haklarıyla da bir ilgisi yoktur.
Kadını, yedek iş gücü olmaktan çıkarıp erkek emekçiler gibi pazara süren Türk/Türkiye burjuvazisi, burada da ikircikli bir pozisyon alıyor ve kadını evlenmeye ve çocuk doğurmaya yönlendirerek onu her halükarda eve bağlamanın politikasını yapıyor. Bir veya iki çocuğun da yeterli olmadığını, üç dört beş çocuk doğurması konusunda doğrudan ve mahalle baskısı çerçevesinde baskı yapmaktadır. Aynı kadın ve erkek burjuvazi, kriz dönemlerinde başta olmak üzere işten atma, çıkarma söz konusu olduğunda ilk önce kadın emekçiyi gözden çıkarıyor. Ortak sorunlar gün gibi açıkken feminizmin, adeta bilinçleri çarpıtarak kadınları, bu sermayenin faşist düzeni üzerine yönlendirmek yerine erkek emekçileri de kapsayacak şekilde tümden erkeklerin üzerine sürmesi cidden sorunlu görünmektedir.
Kadının ezilmesi ve sömürülmesi olgusu her ne kadar emperyalizm çağında genellik kazanmış olsa da her toplumdaki baskın üretim ilişkilerinin biçimine ve düzeyine göre de özgünlükler kazanmıştır. Feodalizmin etkili olduğu toplumlardaki kadının konumu kapitalizmin gelişkin olduğu toplumlara bakılırsa değişiklik arz etmektedir. Mesela İslam’ın baskın olduğu ve feodalizmin etkili olduğu Doğu toplumlarındaki kadının konumu ile kapitalist Batı toplumlarındaki kadının konumu birbirine “özde” benzer olsa da birçok bakımdan farklıdır. Bu farklılık da, sorunun özünde erkek egemenliğini arayan feminizmin hatalı bakışını kanıtlamaktadır.
Batı’daki kadın nispeten iyi ve hümanist haklara sahipse bu durum Batı erkeğinin iyi huylu olduğu veya Batı kadınının Batı erkeğini yenmesinden kaynaklanmamıştır. Kapitalist üretim biçiminin kadın emeğine daha fazla ihtiyaç duyması ve bu sömürü ilişkisinin öte yandan kadına ekonomik bir katkı biçiminde yansımasından kaynaklanıyor. Batı kadınının kölelik koşularından nispeten de olsa kurtularak birtakım haklar alması ise –Köse’nin işaret ettiği üzere- tamamen işçi sınıfının yürüttüğü, haklar ve özgürlükler mücadelesiyle söz konusu olmuştur. Şöyle de söylenebilir: İşçi sınıfı mücadele yürüttükçe ve bunun sonucu olarak yeni haklar ve özgürlükler elde ettikçe kadının durumunda da düzelme görülmektedir. Tersine işçi sınıfının hakları budandıkça ve mücadelesi geriletildikçe kadın haklarının da aynı ölçüde gerilediğine tanık olunmaktadır.
Psikolojinin Kadına Bakışı
Feminist Orospuluk Çözüm mü?
Psikoloji, psikanaliz ve psikiyatri gibi disiplinlerin önemli ilgi alanlarından birisi de kadının psikolojisi ve ruh sağlığı konusudur. Ana akım psikoloji ile feminizmin, kadına bakış açısında benzerlik olduğu ileri sürülebilir. İkisi de kadının ruhsal sorun ve bunalımlarını, bu sorunları ortaya çıkaran gerçeklerin dışında aramaktadır. Organik kökenli ruhsal problemler dışındaki sorunların kaynağında erkeklere, çocuklara, ailenin diğer bireylerine kabahatler yüklenir ve çözümün de bu çerçevede olacağı varsayılır. Buna inanan kadın sayısı az değildir. Sorun olarak görülen kocanın, ağabeyin, babanın veya diğer kardeşlerin de sistemden kaynaklanan hastalıklar taşıdığı dikkate alınmaz. Birçok genç kadın “evlenip” evden kurtulduğunda özgürleşeceğine inanır. Kapitalist sistemin kuşatılmışlığının gittiği yerde de geçerli olacağını hiç aklına getirmez.
Çoğu kez aşk, sevgi, aile, ocak, yuva yapma gerekçeleriyle yapılan evliliklerin, önceki konumdan daha büyük zindanlar yarattığı çok geçmeden ortaya çıkar. Çünkü sistem aynı sitemdir. Yani dünyanın sistemi aynı ataerkil kapitalist sistem olduğu sürece, mekan değişikliğiyle dikkate değer bir farklılık olmayacaktır. Çünkü yeni ortam ve koşullar da sermaye düzeni tarafından kuşatılmıştır. Bu bakımdan kimi feministlerin, diğer bilimleri olduğu gibi psikolojiyi de “erkek” bilimi sayarak tespit ve önerilerine itiraz etmesi doğru değildir. Bilimler ve psikoloji erkek bilimi değil, olsa olsa burjuva bilimidir. Çünkü “kapitalizmin mantığı” kadına bakışa rengini verdiği gibi tüm bilimlerin düşünüş tarzına da sirayet etmiş durumdadır.
Bekar, evli ya da evlenip boşanmış kadın da benzer baskıların kıskacındadır. Sınırlı sayıda da olsa kimi kadınların orospuluğu özgürlük olarak değerlendirmesi, cinsel ilişki serbestliğini yaşam biçimi haline getirmesi ve lezbiyenlik gibi özelliklerin serbestliğini savunması kuşkusuz birtakım özgürlükleri de beraber getirebilir. Bu defa da kendini “orospu feminist” olarak nitelendirenler ve bunu onaylayan feministlerin, sorunu cinsellik düzeyine indirgedikleri görülmektedir. Böylece kadının sosyal bir varlık olduğu ve toplum sorunlarından kendini izole ettiği gerçeği ortaya çıkıyor ki, buna kadın haklarını savunma değil düpedüz bencillik denir.
Elbette erkekler gibi kadının kendi bedenini/vücudunu nasıl üretip, nasıl biçimlendireceği ve değerlendireceği kendi tekelindedir: Bedenim benimdir. Yine de sorun beden/vücut ve cinsel meselelere indirgendiğinde kazanıldığı zannedilen özellikler, diğer birey ve toplumlara karşı sorumluluk bilinciyle düşünüldüğünde, kendini bir yozlaşma ve lümpenleşme olarak sunmaktadır. Bu koşullarda da kadın-erkek yabancılaşması giderilmiş olmuyor, daha da derinleşiyor. Çünkü bu ilişkiler kendisinden ibaret ilişkiler değil, ona temel teşkil eden kapitalist üretim ilişkilerinin bir ürünüdür. Esasta bu eşitsiz kapitalist ilişkilerin değiştirilmesi gerekir.
“Bedenim benimdir” biçiminde yaygınca kullanılan anlayış da kulağa hoş gelmekle birlikte bencilliğe ve toplumdan izole olmaya gönderme yaptığı için bulanık durmaktadır. Yanlışlığını söylemesek bile sınıflı toplumlara özgü “geçici bir kategori” olduğunu anlamak zor değildir. Komünizm; insanlığı “bedenim benimdir” demek zorunda bırakan tüm zincirlerin kırıldığı, bunun yerine “bedenim herkesindir, herkesin bedeni de benimdir” anlayışını geçiren sistemin adıdır.
Freud’un Yanlışı: Oidipus Kompleksi
Kadın ve Komünizm adlı eserde psikoloji biliminin kadın meselesine yanlış bakmasından dolayı eleştiri masasına yatırıldığını görüyoruz. Oeidipus ve Elektra kompleksi olarak S. Freud tarafından ortaya konan anlayışlara bakılırsa erkek çocuk (Oeidipus) anneye cinsel eğilim duymaktadır, kız çocuk da (Elektra) babaya cinsel istek duyuyor. Bu istek toplum tarafından baskılandığı için bir komplekse dönüşüyor. Kitabın yazarı Köse, anladığımız kadarıyla, Freud’un yanlışını şurada buluyor: Cinsel isteğin toplum tarafından baskılanması, sınıflı topluma özgü bir sorundur. Komünal ve komünist toplumda böyle bir baskıdan söz edilemeyeceğine göre Oeidipus ve Elektra kompleksi de oluşmayacak demektir.
Köse, kitabında baskıya maruz kalan erkek ve kız çocuklarının durumuna dikkat çekerken gözlerden kaçan bir olguya işaret ediyor. Ataerkil kapitalist dünyada kadınlar yanında erkek ve kız çocuklar da ezilip baskı görüyor. Çocuklara baskı söz konusu olduğunda anne ve kadın ebeveynlerin de sicilinin kabarık olduğu anlaşılıyor. Pek çok çocuğun anne/kadın şiddetine uğradığı bilinmektedir. Yazarın bu noktada da çocuklara dair sayfa açmış olması, baskının tek suçlusunu anne ve babada aramak yerine sermayeci faşist düzenlerde bulması ve çözümü ise eşitlikçi, demokratik bir yaşamda, komünizmde bulması manidardır.
Burjuva bakış açısı gibi feminist bakış açısı da görme, duyma ve bilme biçimlerinin toplumlara göre değişiklik göstereceği gerçeğini ya görmeyecek kadar ilkel düzeyde ya da bilerek gerçeklerin üzerini örtmektedir. Burjuva bakış açısı ve bununla aynı doğrultuda yer alan feminizm, örneğin “cinsel açlık” ya da “kadın veya erkekten tahrik olma” gibi duygu durumlarının sınıflı topluma özgü duygu durumları olduğunu, bunların komünal ve komünist toplumlarda söz konusu olmadığını ve olamayacağını tasavvur bile edemiyor. Burjuva feminizmi, zannediyor ki “kıskançlık” yüzünden, “namus meselesi”nden, “aldatma” gerekçesiyle işlenen kadın cinayetleri her toplumda gerçekleşen hadiselerdir. Oysa tüm kıskançlık, namus ve aldatma olgusu düpedüz sınıflı toplumun icadı olarak insan dünyasına katılmıştır.
Dolayısıyla sınıflı toplumun yıkılmasını merkezine almayan, yalnızca gündelik vakalarla ilgilenen, kadının hukuksal, kültürel ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlanan feminizmlerin başarılı olması söz konusu değildir. Köse’nin iddiasına ve keskin yargısına göre bu yolla kazanım elde etmek bir yana kadının özgürleşmesi önündeki engeller daha da sistematik hale getirilmektedir. Mesela ev kadınının, ev içi işlerdeki emeğinin ücretlendirilmesi durumunda, onun evden çıkmadığı halde sigortalandırılması gibi “kazanımlar” kadının sınıflı toplumdaki konumunu meşrulaştırmaktan, bu konumu kalıcılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Feminizmin Paradoksu
Tek Eşlilik ve Çok Eşlilik
Feminizmin neden bir burjuva ideolojisi olduğuna ilişkin pek çok kanıtın ileri sürüldüğü Kadın ve Komünizm adlı eserdeki iddiaların belli başlılarını yansıttığımız ve üzerine de bir hayli yorumlar yaptığımız sanırım fark edilmiştir. Yine kitabın tezlerinden hareketle feminizmin son olarak bir başka özelliğini anmak isterim. Diğer burjuva bakış açıları gibi feminizm de adeta bir tutarsızlıklar ideolojisidir. Örneğin kadının zayıf tarafını gösteren birçok uygulama ve alışkanlık söz konusu olduğunda feminizm bunların ataerkil sistem tarafından giydirilmiş özellikler olduğunu savunuyor. Mesela kadın, neden kendine dayak atan, şiddet uygulayan, aşağılayan erkeği (koca), ekonomik imkanı olduğu halde terk etmez, hatta sevmeye devam eder? Neden kadınların hemen hepsi günümüzde bile ataerkil geleneklere göre düğün merasimi yapar, beyaz çarşaf hurafelerine boyun eğer? Neden neredeyse kadınların tümü erkeklerle rekabet ederek mal mülk sahibi, ün unvan sahibi olmak ister? Neden kadınlar, kendilerini sömürüp ezdikleri söylenen erkekler tarafından beğenilmek isterler? Sırf bu nedenle neden vücutlarındaki tüyleri daha çocuk denecek yaşta aldırırlar, yüzlerini boyarlar, makyaj yapma ihtiyacı duyarlar? Bu soruları uzatmanın mümkün olduğu sanırım anlaşılmıştır.
Feminizm bu sorulara doğru yanıt veriyor: Tüm bu uygulamalar ataerkil kapitalist sistemin kadına yüklediği toplumsal rol gereğidir. Güzel. Liberal düşünürlerin bir kısmı ise bunun yapısal olduğunu (doğuştan) ileri sürmektedir. Bu sorulara doğru yanıt veren feminizm/feministler, erkeğin yapıp ettikleri söz konusu olduğunda ataerkil, kapitalist sistem ve “toplumsal rol” gibi bilimsel açıklamaları paranteze alıyor ve erkeğin yapısal özelliğine indirgeyerek üstelik –proleter, burjuva demeden- tüm erkekleri günah keçisi olarak lanse ediyor. Bu karşılaştırmada görülen paradoksu, feminizmin tüm iddialarında bulmak olanaklıdır. Feminizmdeki bu paradoks “zenginliği”ni ikinci olarak da postmodernizmde bulduğumu anımsatmak isterim. İkisinin tarihsel ilerlemesi arasındaki paralelliği de ayrıca anmak gerekir.
1980’li yıllardan itibaren ülkemizde de etkisini artıran akımlardan birisidir feminizm. Görünüşe bakıldığında kadın mücadelesi açsından önemli mevziler açmıştır. Yine görünüşe göre sol ve emekçi sınıflardan yana bir tablo sunmaktadır. Kadına uygulanan dayağa, kadın cinayetlerine, taciz ve tecavüzlere karşı hukuk alanında, kültürel alanda mücadele yürütülmüş, sığınma evleri ve benzeri türden kazanımlar söz konusu olmuştur. Basın ve kamuoyu bu türden haber ve bilgilendirmeleri sürekli gündemde tutmasına rağmen kadına karşı baskı, sömürü, şiddet ve ezilme konumunda bir düzelme olduğunu söylemek, yaşanan gerçekliğe bakıldığında ne yazık ki mümkün görünmüyor. Kadının işçi sınıf mücadelesinden izole edilerek devlet, polis ve hukuk olanakları çerçevesinde özgürlük araması, ataerkil kapitalist toplum koşullarında enerji kaybıdır.
Devlet, polis ve hukukun gözü önünde cereyan eden fuhuş sektörünün, ekonomik ilişkilerdeki payının büyüklüğü düşünüldüğünde de bunu anlamak kolaydır. Üstelik yalnız ülkemizde değil, kapitalizmin ve kadın haklarının sözde en gelişmiş olduğu Batı ülkelerinde de durum değişik değildir. Bu konuda Kadın ve Komünizm adlı incelediğimiz kitapta çok sayıda veri sunulmaktadır. Genelevlerin, vergiye tabi ruhsatlı kurumlar olduğu, bu kurumların toplumdaki ihtiyaçların karşılanmasında büyük bir işlev gördüğünün analizlerini yapan nice psikolog, sosyal psikolog ve iktisatçı bulunmaktadır.
Ruhsatlı ve ruhsatsız evlerin, mekanların varlığı cinsel ihtiyaçların karşılanması için uygun görülüyor, aksi halde “herkesin herkese karşı cinsel saldırısı”nın söz konusu olacağı varsayılmaktadır. Oysa tüm bu olan ve olacağı varsayılan cinsel yönelimlerin “tek eşli” sınıflı toplumların ürünü olduğu, “çok eşli” sınıfsız toplumlarda bunların söz konusu olmayacağı veya yok denilecek kadar sınırlı olabileceği akıllara bile gelmiyor/getirilmiyor.
Herkese İhtiyacına Göre
Her şey Herkesindir
Feminizmin yöntemi, bataklıktaki sineklerle başı dertte olan insanın, bu dertten kurtulmak için sinekleri öldürme yöntemini uygulayan kimsenin yöntemidir; (Erkeğin sineğe benzetilmesi birçok feministin duygularını okşayacaktır). Sorunun nedeni doğru olarak tespit edilmediği için çözülmesi de mümkün olmuyor. Feminizm istiyor ki, kapitalist sistem devam etsin ama kadın toplumsal rol bakımından eşit ve özgür olsun. Oysa aynı sistem erkeği olduğu gibi kadını da büyük oranda kendine benzetiyor. Boşuna “kapitalizm kendi suretinde insanlar ve ilişkiler yaratıyor” denmemiş. Kapitalizm, iradeden bağımsız kadın sorunu ile yakından ilgileniyor. Baştan da söylediğimiz gibi eski, geleneksel ve ataerkil ilişkileri ayakta tutmaya çalışsa da bilhassa kültürel düzeyde bir hayli sarsılmalar yaşanıyor.
Büyük aileler hızla dağılıyor, proleterleşiyor. Batı ülkelerinde evlilik yerini “birlikte yaşam” ilişkisine bırakmaya başlamış durumda. Resmi evlilik yaşlarının yükseldiği, boşanma oranlarının eskiye nazaran arttığı da ayrı bir realite olarak karşımızda duruyor. Bir yastıkta başlayıp bir yastıkta son bulan alışkanlıklar, yerini pek çok kişiyle aynı yastığın paylaşıldığı ilişkilere bırakmış durumda. Yalnız hetero-normatifler değil homolar da norm haline geliyor ve kendilerini özgürce açığa vurmak üzere harekete geçiyorlar. Bazı uygulamalara bakılarak “cinsel bir devrim”den söz edilmesi de mümkündür. Nitekim A. Kolantay da bu gelişmeleri görürcesine şunları söylemiştir: “Sonuçta, aile ilkelerinin değişmez ve dokunulmaz olduğunu burjuvazi istediği kadar haykırsın. Aile bugünün kapalı, kendine yeter, dar biçimde bireysel ailesi bölünmeye, giderek ölüme mahkum olacaktır. Aile ocağı toplumun bütün sınıf ve tabakalarında sönüyor, hiçbir yapay tedbir de onun sönmekte olan alevini yeniden canlandıramayacaktır” (S. 221)
Yine de tüm bu uygulamaların eşit ve özgürlükçü koşullarda yaşanabilmesi için burjuvazinin sisteminde açılan yarıklardaki hak ve özgürlükler yetmeyecektir. Burjuvazi bu hak ve özgürlükleri, insan ilişkilerini bulanıklaştırmak, yabancılaştırmak, yozlaştırmak ve lümpenleştirmek için manipüle etmekten çekinmeyecektir. Kaldı ki tüm bu “devrim” gibi görünen yenilikler kültürel, psikolojik ve cinsellik temellidir. Temel sorun ise özel mülk siteminin değişerek bu mülkün toplumsallaştırılmasıdır. Bu toplumsallaşma kadın ve erkeği de kapsayacaktır. “Herkese ihtiyacına göre” ilkesi geçerli olmadan kadının özgürleşmesi mümkün değildir. Şöyle de diyebiliriz: “Her şey herkesindir” şiarının geçerli olacağı bir dünya. Bu da komünizmin diğer adıdır.