“Faşizm, Finans- Kapital İktidarının Ta Kendisidir”
Genel olarak bütün sınıflı toplumların devletleri, özel olarak burjuva devlet, sınıf karşıtlıkları arasındaki çelişkileri, temsil ettiği sınıf ya da sınıflar için en optimum biçimde çözme ereğinin örgütlenmiş biçimidir; bu, finans -oligarşi ve işbirlikçilerinin devleti için de böyledir ki, Dimitrov da; “…faşizm ne sınıfların üstünde var olan bir güç, ne de küçük burjuvazinin ya da yozlaşmış proletaryanın (lümpen proletarya) finans kapital üzerindeki iktidarıdır. Faşizm finans kapital iktidarıdır. Faşizm finans kapital iktidarının ta kendisidir.’’ demektedir. Sınıfsal egemenlik üzerine kurulmuş hiçbir devlet, barışçıl yöntemlerle çözebildiği sınıfsal çelişkilerde militarizmi bir yöntem olarak kullanmaz. Devlet, militarizme, ancak sınıfsal ya da sosyal (ulusal sorunda olduğu gibi) karşıtlıkların yoğunlaştığı ve barışçıl çözüm yöntemlerinin koşullarının ortadan kalktığı durumlarda başvurur. Bu nedenle, faşizm olgusunu tek başına militarizme indirgeme anlayışı, bu kavram üzerinde yaratılan mitlerden birine karşılık gelmektedir.
Faşizm kavramı üzerine yaratılan mitler bir diğeri de onun iktidara gelebilmek için mutlak bir biçimde faşist kitle desteğine ihtiyaç duyduğuna dair yaklaşımdır. Bu yaklaşıma karşı da Dimitrov’un söylediği şey, kitle tabanının, faşizmin iktidarı için mutlak bir koşul olmadığıdır. Faşizm, kitle tabanına dayanmaksızın da askeri veya sivil bir darbe ile iktidara gelebilir. Bugün sayısız örneklerini gördüğümüz gibi, geçmişte de bir çok burjuva devlet aygıtı bu biçimde faşizme evrilmiştir. Almanya’da, Hitler iktidara geldiğinde anayasayı ortadan kaldırmamış, ‘’olağanüstü hal’’ uygulamalarının yasal içeriğini faşist iktidarı kurumsallaştırmak ve militarize etmek için kullanmıştı. Çünkü Almanya, 1. Dünya savaşının mağlubu olarak ağır yenilgi altında acı çekerken, Hitler’in, durumu tersine çevireceğini vadeden bu propaganda makinasından taşan sürekli tekrara inanmaya müsaitti. Pek çok hedef belirlemenin yanı sıra, kendi hareketini, ‘’Marksizm’’in gerek Bolşevik ve gerekse reformist tüm türlerine karşı halka uygun tek seçenek olarak tanıtan Hitler, iktidarda olduğu dönem boyunca, 1919 tarihli Weimar Anayasasını teknik olarak 2. Dünya Savaşının sonuna kadar yürürlükten kaldırılmadı.(bizim 12 eylül anayasamızı hayatta kalışını hatırlayalım!) Ancak, 1933 yılında nasyonal sosyalist hükümetin düzenlemeleri tipik ‘’demokratik’’ sistemin mekanizmalarını tahrip ettiği için 1933 yılı Weimar Döneminin sonu kabul edilir.
Weimar Cumhuriyeti’nin Anayasası’nın İmparatorluk makamını olağanüstü yetkilerle donatmış olması, hem Hitler’in iktidara gelişini kolaylaştırmış ve hem de Hitler faşizmine yasal dayanaklar sağlamıştır. Hitler faşizminin iktidara gelişini kolaylaştıran bir başka etken de Alman Sosyal Demokrasisinin ihaneti ile birlikte Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki Spartakist Hareketin devrimci durum karşısındaki kararsızlığıdır.
Görüldüğü gibi, Almanya’da ‘’burjuva demokrasisi’’nin ömrü yalnızca 11 yıl sürmüştür, o da olağan üstü hal yönetimiyle malul bir burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasinin en uzun ömürlü olduğu ülke 1789 burjuva devriminden, 1848’de 3. Napolyon’un Bonapartizmine kadar olan dönemle Fransa’dır. Kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasına karşılık gelen ve az çok denk sermayeler arasındaki “demokrasi’’yi temsil eden burjuva demokrasi, kendisinden önceki tarihsel sürecin imparatorluk monarşileriyle, emperyalist kapitalizmin finans kapital iktidarına karşılık gelen faşizm arasında tarihsel olarak boğazlanmış ve çok kısa ömürlü bir devlet biçimidir. Tarihsel gerçekliğin böyle olmasına karşın, burjuva demokrasisinin evrenselliğine dair mit, en az, faşizmin olağan üstü bir devlet biçimi olduğuna dair mit kadar yaygın bir kabul görmektedir. Biz Marksistler, tarihi doğru kaynaklardan öğrenmeli ve tarihsel kavramlara ilişkin olarak doğru bir epistomolojiye sahip olmalıyız.
Faşizm, emperyalizm aşamasının en olağan burjuva devlet biçimidir.
Bugünkü dünyada, birer istisna teşkil eden Kuzey Kore, Venezüella, İran, Küba gibi birkaç milli burjuva devlet dışında bütün burjuva devlet aygıtları faşist karakterdedir. Dikkat edilirse, faşizme, finans oligarşi ve işbirlikçilerinin iktidarı demiyorum. Faşizme, Dimitrov gibi finans-kapitalin iktidarı diyorum. Çünkü, mali oligarşi ve işbirlikçilerin ekonomi politik, siyasal ve militarist eğilimleri tamamen finans kapitalin hareket yasaları tarafından belirlenmektedir. Bir başka söylemle, mali oligarşi ve işbirlikçileri finans kapitali yönetmemekte, aksine, finans kapital mali oligarşi ve işbirlikçilerini yönetmektedir. Bu, Hegel’in ‘’Mutlak Tin’inin, onun felsefesinde tanrı rolünü üstlenmesi gibi, finans-kapitalin emperyalist kapitalizmin tanrısı rolünü oynamasıdır.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ile ikincisi arasındaki süreçte, yani, 1914 ile 1945 arasındaki süreçte, emperyalist metropollerle birlikte sömürge ve yarı-sömürgelerde burjuva devlet aygıtının faşizme evrimi tamamlanmıştır. İkinci Emperyalist Savaştan sonra şekillenen Birleşmiş Milletler (BM), emperyalist kapitalizmin siyasal, Dünya Bankası ve İMF finansal, NATO ise militarist uluslararası üst yapı kurumlarıdır. Bu sürece ilişkin olarak, Miğfer Devletler olan Almanya, İtalya, Japonya ve İspanya’daki burjuva devlet aygıtlarını faşizm olarak tanımlarken, Müttefik Devletler olan ABD, Birleşik Krallık ve Fransa’yı burjuva demokrasisi olarak tanımlamak tam bir paradokstur.
Bu süreçte, Müttefik Devletlerde de Miğfer Devletler gibi burjuva devlet aygıtı emperyalist savaşa göre şekillenirken faşizme evrilmişlerdir. Miğfer Devletler ile Müttefik Devler arasındaki yegâne farklılık, ‘’kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası’’ sonucu olarak Miğfer Devletlerin, yeni pazarlara ve ham madde kaynaklarına ihtiyaç duymasından dolayı, saldırgan bir rol alırken, Müttefik Devletlerin, en azından, var olan durumu muhafaza etmek için savaşmalarıdır. Bu emperyal metropollerde, faşizmi maskeleyen burjuva parlamentarizminin yüzündeki maskeyi kaldırdığımızda, BM ve NATO aracılığıyla veya vesayet savaşlarıyla dünyayı emperyalistler arasında paylaştıran finans- kapitalin faşist kimliğini görürüz. Finans- kapitalin faşizme karşılık gelen öteki yüzü ise henüz üretilmemiş emek değerlerini kendi hareket yasalarına göre ipotek altına alan ekonomi politik niteliğidir. Aslında, bu ikinci yüzü, onun militarist karakterinin özünü de belirlemektedir.
Faşizm, kapitalizmin emperyalizm aşamasının devlet biçimidir. Bu anlamda, bugün, Avrupa devletlerini burjuva demokrasisi olarak tanımlayan siyasal anlayışlar, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası, faşizmi, emperyalizmin kendisinin tasfiye edebileceği gibi bir başka paradoksa daha düşmektedirler. Bu, emperyalizmi kendi kendisine tasfiye ettirmektir ve faşizm konusunda algı yanılsaması yaratan bir başka mittir. Faşizmin iktidara gelişi, ancak bir devrimle önlenebileceği gibi onun iktidarını sonlandırabilmek de bir devrim sorunudur.
Faşizm kavramı üzerine mit yaratan bir başka algı yanılsaması, İtalya Komünist Partisi’nin liderlerinden Palmiro Togliatti’nin. ‘’Faşizm Üzerine Dersler’’ adlı çalışmasında, faşizmi, burjuvazinin iktidar etme biçimlerine ilişkin olarak siyasal bir tercihe indirgemesidir. Faşizm, Dimitrov’un da açık bir biçimde ortaya koyduğu gibi burjuvazinin, iktidar etme yöntemine dair bir siyasal tercihi değil, serbest rekabetçi kapitalizmin emperyalist kapitalizme evriminin, burjuva demokrasinin nesnel koşullarını ortadan kaldırmasına bağlı olarak ve finans kapitalin egemenliğinin bir zorunluluğu olarak burjuva devlet biçiminde nitel bir dönüşümdür.
Faşizm, finans- kapitalin ve işbirlikçilerinin iktidarıdır ve finans kapital, sömürge ve yarı-sömürgelerde Demokratik Halk Devrimi, emperyalist metropollerde sosyalist devrimle bütün siyasal ve ekonomik ve militarist kurumları ile tasfiye edilmediği sürece iktidarını sürdürecektir. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası, Sovyet faktörü ve bir sosyalist devrim ihtimaline karşı, başta, Avrupa ülkelerinde uygulanan sosyalizasyon politikaları, sömürge ve yarı-sömürgelerden aktarılan ekonomik kaynaklarla finanse edilmiştir. Sovyet tehdidinin ortadan kalkması ile açılan yeni pazarlar etrafında sürdürülen emperyalist talan savaşları, dünya genelinde farklı bölgelerde kendini göstermektedir.
Emperyalist metropollerdeki sosyalizasyon politikaları ise artan rekabet ve finans- kapitalin anarşik niteliği nedeniyle düşen kar marjları nedeni ile yerini neo-liberal politikalara bırakmış, emperyalist metropollerde, emek kitlesinin sosyal hakları ve ekonomik kazanımları neo-liberal düzenlemelerle tasfiye sürecine sokulurken, metropollerde de finans kapitalin ekonomik terörünün maskesi düşmüştür.1970’lerde uygulanmaya başlayan neo-liberalizm, finans-kapitalin hareket yasalarına en uygun bir ekonomi politika olarak onun sınıfsal karakterini de sosyalizasyonlardan arındırılmış bir biçimde bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Neo-liberalizm, emek-gücünün karşılığının, değerinin altına doğru baskılanmasının ve emek-gücü üzerinde sömürünün daha da yoğunlaştırılmasının ekonomi politikası olarak finans-kapitalin faşist karakterinin çıplak halidir. Emperyal metropollerde de finans- kapitalin emek kitlesi ve diğer sermaye biçimlerine karşı ekonomik terörü, giderek siyasal teröre ve militarizme dönüşme eğilimi göstermektedir.
Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, özellikle, sömürge ve yarı sömürge coğrafyalarda sınıf çelişkileri ve varsa ulusal pazar kavgaları, yoğun sömürü koşullarında, emperyal metropollerden daha keskin bir biçimde geliştiğinden, bu coğrafyalarda faşizmin militarizmi daha yoğun olarak uygulaması çelişkilerin barışçıl yöntemlerle çözülememesinden dolayıdır.
Bütün sınıflı toplumlarda, alt yapının, yani, üretim ilişkilerinin niteliği üst yapının, yani devletin niteliğini belirler. Faşizm, sermayede görülen olağanüstü yoğunlaşmanın finans kapitali yaratması sonucunda, serbest rekabetçi kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte, burjuva devletlerin finans- kapitalin ekonomi politik eğilimlerine göre yeniden biçimlenmesidir.
Bugün, finans- kapitalin ekonomik terörü, emperyalist metropollerde de emek kitlesi üstünde giderek şiddetlenmektedir. Sosyal demokrasinin siyasal ve ekonomi politik strateji bağlamında iflasının nedenleri de bu olgudadır. Emperyalist metropollerde, finans kapitalin ekonomi politik eğilimlerinin neo-liberalizmle giderek gerçek mecrasına gelmesi ile sosyalizasyon politikalarının maddi zemini ve uygulanabilirliğinin koşulları oradan kalkmaktadır. Bu olgu, Avrupa sosyal demokrasisini, finans kapitalin ekonomik ve siyasal eğilimlerine karşı politika üretemez hale getirmekte ve dün olduğu gibi bugün de ona yedeklemektedir. Sosyal Demokrasi, dün olduğu gibi bugün de faşizmin öteki yüzüdür. Sosyalizasyon politikaları bağlamında, sosyal demokrasinin iflası ile birlikte finans- kapitalin emek kitlesi ve diğer sermaye biçimleri üstünde ekonomik terörünün ve militarizminin kitlelerce tolere edilebilirliği giderek gerilemekte, emperyalist metropollerde ve sömürge, yarı-sömürgelerde finans kapital ve iş birlikçilerin faşizmine karşı halk kitlelerinin muhalefeti yükselme eğilimi göstermekte ve bu gelişme Emperyalist metropollerde ve sömürge, yarı-sömürgelerde yeni devrimlerin ön koşulları olarak olgunlaşmaktadır.
Tarihsel materyalizm bilimi, siyasal üst yapının, yani, üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliğini yapan sınıfın yada sınıfların devletinin, siyasal nitelik ve politik eğilimlerinin, ekonomik alt yapı, yani, üretim ilişkilerinin niteliği tarafından belirlendiğini tespit eder. Kapitalizmin emperyalizm aşamasında, emperyalist metropollerde ve bağımlı sömürge ve yarı-sömürgelerde üretim ilişkilerinin niteliği, yani, ekonomi politik eğilimleri, esasta, finans- kapitalin ekonomi politik eğilimleri tarafından belirlenmektedir.
Dünya pazarları, mali oligarşi ve işbirlikçilerinin hakimiyetindedir. Burjuva, burjuva-feodal devletlerin birer askeri-bürokratik aygıt olarak mali oligarşinin kartel, tröst, tekel ve holdinglerinden nispeten özerk bir niteliği olsa da üretim ilişkilerinde finans- kapitalin hakimiyeti, siyasal üst yapının da eğilim ve niteliklerini son tahlilde belirlemektedir. Çünkü, burjuva ya da burjuva- feodal askeri-bürokratik aygıtların siyasal niteliğini belirleyen olgu, askeri-bürokrasinin ve siyasal temsiliyetin kimliği ve niyetleri değil, üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran sınıfların sınıfsal kimliği ve üretim ilişkilerinin yasalarının niteliğidir. Finans-kapitalin terörist niteliği, onun ekonomi politik doğasının bir sonucudur. Faşizm, finans-kapitalin ekonomi politik, siyasal ve askeri eğilimlerini karşılamak üzere örgütlenen burjuva devletin en üst biçimidir. Aşağıdan kitle hareketleri ve yukarıdan siyasal reformlar, bu ekonomik terörü ve ekonomik terörün siyasal biçimi olan militarizmi, ancak geçici süreçler olarak kısmen geriletebilir. Faşizmin kaynağı olan finans-kapital iktidarının, ancak bir devrimle tasfiye edilebilir oluşu buradan gelir.
Gerçeklik böyleyken, militarizmi, faşizmin yegâne kriteri olarak belirlemek, iktidardaki sınıfın kimliği tarafından belirlenen devlet biçimlerine ilişkin olarak yanılsamalı bir anlayışa karşılık gelir. Faşizmin tasfiyesi sorunu, ne bir burjuva partinin politik iktidarının bir başkasıyla değişmesi, ne de 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de Türkiye’de, 11 Eylül 1973’de Şili’de Pinochet marifetiyle kurulan askeri faşist diktatörlüklerin parlamenter faşizmle değişmesi sorunudur. Mali-oligarşi ve işbirlikçileri iktidarlarını gerek duyduklarında açık faşist diktatörlükler ya da parlamenter faşist diktatörlükler biçiminde sürdürebilirler. Çünkü, gerçek iktidar sahipleri, burjuva partilerden herhangi biri ya da askeri-bürokrasinin kendisi değil, finans-kapitali kontrol eden mali-oligarşi ve işbirlikçileridir. Faşizmin tasfiyesi sorunu, tek tek ülkelerde finans kapital’ in iktidarını ekonomi politik, siyasal ve askeri bütün kurumlarıyla tasfiye edecek bir devrim sorunudur.
Avrupa devletlerine ve ABD’ye faşist demekten sakınanlar, finans-kapitalin, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (İMF) aracılığıyla ekonomi politik, BM ve NATO aracılığıyla siyasal ve askeri terörünü görmezden gelirken, nesnel koşulları kapitalizmin serbest rekabetçi dönemiyle birlikte ortadan kalkmış olan ve artık var olmayan ‘’burjuva demokrasisi’’ üzerine algı yanılsaması yaratan mitler üretmeye devam etmektedirler.
Faşizm olgusuna ilişkin bir başka mit, onun sınıfsal özünün Bonapartizm[1] maskesiyle gizlenmesidir. Örneğin, faşizmin Kemalist versiyonuna Bonapartizm maskesi giydirilerek, onun, bir küçük burjuva aydın zümre ile askeri-bürokrasinin iş birliği halindeki diktatörlük biçiminde tanıtılmasıdır. Oysa, Kemalist faşist diktatörlük, gerçek kimliğini İzmir İktisat Kongresi’nde de ortaya koyduğu gibi, anti-emperyalist değil anti-işgalci olan ve emperyalizmle ekonomik ve siyasal iş birliğine açık, toprak ağaları ve ticaret burjuvazisinin bir kesiminin faşist diktatörlüğüdür.
Faşizm, sınıfsal çelişkilerin yoğunlaşma, halk muhalefetinin gelişme derecesine ya da varsa ulusal sorundaki güç dengelerine göre politika tercihleri değişen bir yönetme biçimi değil devletin karakterini yansıtan sınıfsal özüdür. Faşizm, sınıflar mücadelesindeki ya da varsa ulusal sorundaki güç dengelerine bağlı olarak, bazen tatlı-sert parlamentarizm, bazen de açık militarist yöntemlere başvurabilir. Bu yöntemlerden herhangi birinin belirli bir sürecin politikası olması, faşizmin, finans-kapitalin ve işbirlikçilerini devlet biçimi olduğuna dair sınıfsal özünü değiştirmez.
[1] Bonapartizm, dar anlamıyla19. Yüzyılda Bonapart Hanedanının iktidarını korumak için izlenen politikaya verilen isimdir. Geniş anlamıyla ise Bonapartizim, güçlü ve merkezi bir devleti savunan asker ve bürokratların izledikleri politikaları ifade eder. Bu bağlamda daha çok Marks ile gündeme gelmiştir. Bonapartizim, iktidarı emekçilerin alamadığı ama burjuvazinin de alacak kadar palazlanmadığı için siyasal gücünü bürokrasiye devrettiği rejimin adıdır. Bonapartizimde asker ve sivil bürokrasi ve küçük burjuva aydınlar ittifakı, burjuvazi adına ama burjuvaziye iktidarı tam olarak teslim etmeden siyasal erki elinde tutar. Marks, ‘’18 Bbrumaire’’ adlı eserinde bu Bonapartizmi tahlil etmiştir. Bu anlamda Bonapartizm, kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasıyla emperyalizm aşaması arasında, bir takım özgün koşullarda ortaya çıkan bir devlet biçimi olup emperyal kapitalizm aşaması için geçerliğini yitirmiş bir modeldir.