Eşcinsel erkeklerin (gaylerin) ortak bir “gay genine” sahip oldukları iddiası 1990’larda insanlar arasında kafa karışıklığına neden oldu. Çünkü insanların doğuştan gelen yapıları gereği böyle olması fikri, o zamanlara kadar eşcinsellerin “sapkın” tercihlerinden ötürü “o şekilde” oldukları yaftasına aykırıydı. Üstelik bu insanların, heteroseksüel insanlar gibi “gayet normal, var oluşları dolayısıyla öyle” oldukları anlamına geliyordu. Bu da, doğumun kusursuzluğu ve kutsallığı gibi iddiaların arkasına sığınarak eşcinsel insanları ötekileştirmeye çalışan insanların planlarını suya düşürüyordu. Ancak son 20 yılda yapılan yeni araştırmalar, bu ayrımcı insanları pek sevindireceğe benzemiyor: çünkü bulgular, gaylerde ortak bir genin bulunduğu fikrini doğruluyor gibi gözüküyor; hatta eşcinselliğe neden olan yeni gen adayları bile sunuyor!
Evrimsel bir genetikçi için bir insanın genetik yapısının onun eş bulma tercihlerini etkiliyor olduğu fikri hiç de şaşırtıcı değildir. Bunu Hayvanlar Alemi’nde her zaman görürüz. Muhtemelen insanların cinsel yönelimlerini etkileyen çok sayıda gen bulunuyor. Bu konuda yapılan araştırmalar, çok ilginç bir noktaya ulaşmamızı sağladı: Belki de “eşcinselliği” tamamen hatalı yorumluyoruzdur? Belki de eşcinsellik, sadece cinsiyetlerin birbirlerine olan yakınlığını etkileyen genlerdeki bir farklılık, bir varyasyondur? Yani eşcinselliğe sebep olduğu düşünülen ve henüz net olarak tespit edilememiş olan bu genleri “gay genleri” olarak düşünmek yerine belki de bu genleri “erkek sevme genleri” olarak yorumlamamız gerekiyordur! Çünkü yeni araştırmalar, bu değişken genlerin dişilerde erkeklerle daha erken ve daha sık çiftleşmesini ve dolayısıyla daha fazla çocuğa sahip olmasını sağlıyor olabileceğini gösteriyor. Buna benzer bir şekilde, lezbiyen kadınlarda “dişi sevme genleri”nin bulunmaması şaşırtıcı olurdu. Bu genler de onların erkeklere karşı tutumlarını belirliyor olmalı… Ancak bu konuyu detaylandırmadan önce, “gay genleri” denen bu genleri ile ilgili temel araştırmalara bakmakta fayda var.
“Gay Genleri”nin Varlığına Kanıt
İnsanlarda bulunan genetik varyantları (bir genin farklı çeşitlerini), o insanların ailelerindeki farklılıkları takip ederek tespit edebiliriz. Kalıtımda gördüğümüz bazı desenler, “aleller” olarak da bilinen gen varyantlarını ortaya çıkarırlar. Bunlar, saç rengi gibi sıradan özelliklerimizi belirlediği gibi, orak hücre anemisi gibi hastalıklara sahip olup olmayacağımıza da karar verirler. Boy gibi sayısal olarak ölçülebilir özelliklerimiz genellikle çok sayıda gen ve çevrenin iş birliği ile belirlenirler.
Ancak bu teknikleri erkeklerin eşcinselliğini tespit etmekte kullanmamız zordur. Çünkü ne yazık ki birçok eşcinsel erkek, bu konuda açık değildir ve “sırlarını” kendilerine saklarlar. Bu nedenle de bilim insanları bir ailede kimin eşcinsel olup kimin olmadığını bilemez ve bilimsel bir araştırmanın önü kapanmış olur. Hatta genellikle bu tür genetik araştırmalarda çok güçlü sonuçlar verebilen “ikiz deneylerini” (bir ailedeki genetik olarak birebir aynı olan ikizler üzerinde yapılan araştırmalar) yapmak çok daha da zordur; çünkü hem ikiz olan hem de eşcinsel olduğunu açıkça ifade edebilen bireyleri bulmak çok güçtür. Fakat nadiren de olsa bu yapılabilmiştir ve bu araştırmalar; eşcinsellerin paylaştıkları genlerin hikayenin sadece bir kısmı olduğunu gösteriyor: aynı zamanda hormonlar, doğum sırası ve çevrenin de bir bireyin cinsel yönelimini belirlediği görülüyor.
1993 senesinde Amerikalı genetikçi Dean Hamer, anne tarafından birkaç tane gay erkeğin bulunduğu bir ailede ortak genler olduğunu ve bunların X kromozomu üzerinde taşındığını ileri sürdü. Yaptığı araştırma sonucunda gay olan kardeşlerin X kromozomlarının uç bölgesinde küçük bir bölgenin ortak olduğunu gösterdi ve bu bölge içerisinde erkekleri eşcinsel yapan bir gen bulunduğunu ileri sürdü. Hamer’ın sonuçları son derece tartışmalıydı. Hayatının ve araştırmalarının her evresinde, eşcinselliğin en azından kısmen bile olsa genetik olamayacağını savunan insanlarca kendisine meydan okundu. Bu kişiler, aynı zamanda, eşcinselliğin bir “yaşam biçimi seçimi” olduğu kanısındaydılar.
Gay erkekler ise ikiye bölünmüştü: evet, bu bulgular sürekli olarak tekrar edilen “Ben bu şekilde doğdum.” açıklamasını destekliyordu; ancak aynı zamanda bu kişilerin tespitine ve ayrımcılığa maruz kalmasına da korkutucu bir kapı aralıyordu: genler tespit edilebilir unsurlardır ve bir kişinin genlerine sahip olmak, onlarla ilgili sayısız bilgiyi açığa çıkarır. Eğer ki gay erkekler ortak bir gen taşıyorlarsa; bu tespit edilebilir ve eşcinselliğe açık olmayan toplumlarda ayrımcılık için kullanılabilir. Bu sebeple gay erkekler araştırma sonuçlarına şüpheci ve mesafeli yaklaştılar.
Daha sonradan yapılan benzer çalışmalar ise, çelişkili sonuçlar verdi. Örneğin sonradan yapılan araştırmalardan birinde diğer 3 adet kromozom üzerinde bulunan genlerin eşcinsellikle ilişkili olabileceği iddia ediliyordu. 2014 yılında ise gay erkek kardeşler üzerinde yapılan çok daha kapsamlı bir araştırma, İnsan Genom Projesi sayesinde sahip olduğumuz genetik işaretleyicileri kullanarak orijinal bulguyu doğruladı ve 8. kromozom üzerinde bir “gay geni” tespit etti. Bu da, Dünya çapında tartışmaları yeniden alevlendirdi.
Burada sorulması gereken soru şudur: eğer ki gay varyantların sineklerden tutun da büyük memelilere kadar çok sayıda hayvanda bulunduğunu biliyorsak; neden bu sonuçlara bu kadar tepki gösteriliyor? Eşcinsellik, buradaki yazımızda birçok örneğini verdiğimiz gibi, Hayvanlar Alemi’nde son derece yaygın, son derece sıradan bir olgudur.
Birkaç ek örnek verelim: Farelerde bulunan bazı genler, bu hayvanların eş bulma tercihlerini değiştirmektedir. Meyve sineklerinde tespit edilen bir mutasyonsa, erkek sineklerin dişiler yerine erkeklerle kur yapmasına neden olmaktadır. Burada verdiklerimizle bu örnekler birleştirildiğinde, eşcinselliğin genetik bir alt yapısı olduğu fikri güçlenmektedir. Peki, az önceki soruya dönecek olursak:
Eşcinsellik Geni, Aslında Sadece “Erkek Sevme Geni” Olabilir Mi?
Şu anda bilimin başa çıkmaya çalıştığı soru “İnsanlarda gay genleri bulunuyor mu?” sorusu değildir. Daha ziyade, popülasyonumuz içerisindeki eşcinsellerin sayısının neden bu kadar fazla olduğudur: İnsanlardaki erkek popülasyonunun %5-15 civarının eşcinsel olduğu hesaplanmaktadır. Eşcinsel erkekler ortalamada daha az sayıda yavruya sahip oluyorlarsa, bu genetik varyantlar neden evrimsel süreçte yok olmadılar? İşte bu soruya, buradaki yazımızda anlattığımız açılardan yanıtlar verilebileceği gibi, bir diğer açıdan da cevap verilebilir ve genetik arkaplanı oldukça güçlü olan bu cevabı ayrıca ele almak istedik:
Eşcinselliğin bu kadar yaygın oluşunun evrimsel genetik açısından açıklamalarından birisi, dengeli polimorfizm konusudur. Bunun görüldüğü popülasyonların evriminde, belli aleller belli çevre şartlarında avantaj sağlarken, bazı diğer şartlarda avantaj sağlamazlar. Bunun klasik bir örneği orak hücreanemisidir. Bu hastalık, eğer ki hastalığa ait iki alele de sahipseniz, ölümcüldür. Ancak eğer ki bu allelerden sadece 1 tanesine sahipseniz, sıtmaya karşı direnç kazanırsınız. Bu sebeple sıtmanın bol görüldüğü bölgelerde evrimsel süreç içerisinde orak hücre anemisi alelleri sayıca çoğalmıştır. Dengeli polimorfizmin bir alt başlığı olan cinsel olarak zıt genler durumu ise, eşcinselliğin açıklamasında kullanılabilir: bu genler, bir cinsiyette evrimsel uyum başarısını arttırırken, diğer cinsiyette etkisiz olabilir veya olumsuz etkiye sahip olabilir (hatta ölümcül olabilir). Bu tür genlere dair sayısız türde birçok örnek bulunmaktadır. İşte gay genlerinin de böyle olabileceği düşünülmektedir. Belki de bu genler, dişilerin erkeklerle daha erken çiftleşmesini tetiklemekte ve daha fazla çocuğa sahip olmasını sağlamaktadır. Eğer ki bu bireylerin kız kardeşleri, anneleri ve teyzeleri bu genlere sahip daha fazla yavru yaparsa, gay erkeklerin daha az çocuk sahibi olmasının olumsuz etkisi dengelenmiş olur. Böylece erkeklerde eşcinselliğe neden olan gen, popülasyondaki toplam çiftleşme oranlarını arttırarak evrimsel uyum başarısını arttırıyor olabilir!
Gerçekten de böyle olduğuna dair verilere de sahibiz: İtalya’daki bir grup üzerinde yapılan bir araştırma, eşcinsel erkeklerin dişi akrabalarının, heteroseksüel erkeklerin dişi akrabalarına kıyasla 1.3 kat daha fazla çocuğa sahip olduğu gösterilmiştir! Bu sayı kulağa az gibi geliyor olsa da, evrimsel seçilim avantajı bakımından devasa bir sayıdır. Çünkü evrimsel süreçte %0.5 gibi ufacık avantajlar bile muazzam değişimlere neden olabilirken, eşcinsellik söz konusu olduğunda gördüğümüz bu %30’luk bir avantaj kesinlikle evrimsel bir anlama sahip olmalıdır. İşte bu, eşcinselliğin sıradanlığını ve normalliğini gösteren en güçlü verilerden biridir. Evrim ve genler yalan söylemez.
Şu anda yapılan farklı araştırmaların “gay genleri” olarak sunduklarının aynı mı, yoksa farklı mı genler olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Hamer’ın tespit ettiği orijinal gay geni X kromozomu üzerindeydi, çünkü bu kromozom üzerinde diğer genlere kıyasla üremeyi etkileyen çok daha fazla gen bulunmaktadır. Ancak evrimsel genetikçiler, diğer kromozomlarımız üzerinde de üreme tercihlerimizi doğrudan etkileyen birçok gen olduğunu düşünüyorlar. Bu genlerin bazıları dişilere, bazı diğerleri ise erkeklere yatkınlığı ve onları sevmeyi etkiliyor olabilir.
Eğer ki bir popülasyondaki on binlerce bireyde dişi-sevme ve erkek-sevme alelleri evrimsel bir mücadele içerisindeyse, popülasyonumuzda çok sayıda varyantın olması kaçınılmazdır. Çevresel etkilerin de eşcinsellikle ilişkilendirildiği göz önüne alınacak olursa, bu genlerin ve varyantların spesifik olarak hangileri olduğunu tespit etmek çok zor bir iştir. Ancak yapılamaz da değildir. Bu sebeple, anlamsız toplumsal çatışmaları körüklemekten ziyade, özgür düşünce ve araştırma ortamını sağlayabilirsek, popülasyonumuzda göz ardı edemeyeceğimiz miktarda bulunan eşcinsel insanların neden bu özelliğe sahip olduklarını çok daha kısa sürede bulabilir ve düşünsel rahata erebiliriz. Çünkü doğada gördüğümüz bir olgunun temel sebebini keşfetmek, muhtemelen bu olguya yönelik içi boş tartışmaların çoğunu nihai olarak sona erdirecek ve daha yapıcı tartışmaları doğuracaktır. Eşcinsellikle ilgili yapılan sığ tartışmaların ezici çoğunluğu göz önüne alınacak olursa, insanlığın ihtiyacının eşcinsellere karşı daha fazla önyargı pompalamaktan ziyade, bu özelliğin sebeplerini keşfetmektir diye düşünüyoruz.
Bu açılardan bakıldığında, buradaki makalemizde de izah ettiğimiz gibi, eşcinselliği çeşitli hastalıklara benzetmekten ziyade, “boy uzunluğu” gibi bir özelliğe benzetmemiz gerekmektedir. İkisi de belki de binlerce genin varyantlarından etkilenmektedir. Üstelik ikisinde de çevresel faktörler de sonucu kökünden değiştirebilmektedir. Bu nedenle popülasyon içerisinde sadece 1.80 ve 1.60 olan insanlardan ziyade, çok geniş bir spektruma yayılmış çok sayıda varyasyon (çeşitlilik) bulunmaktadır: 1.61 olan da bulunur, 1.92 olan da… Aynı şekilde, eşcinsellik de “eşcinsel olan” ve “eşcinsel olmayan” gibi bir ayrıma sahip olmayabilir! Genlerimizin farklı cinsiyetlere yönelimimizin miktarını etkilemesi, her birimizde eşcinselliğe kısmen veya tamamen yatkınlık olduğunu göstermektedir. Tıpkı boy uzunluğunda uçlar olması gibi (“çok uzun” ve “çok kısa” gibi), eşcinsellikte de uçlar var olabilir: “eşcinsel olduğunu açıkça kabul edenler” ve “eşcinselliğe dair içerisinde hiçbir his olmadığını savunacak kadar bundan uzak olanlar” gibi… Nasıl ki uzun olan bir bireyin de, kısa olan bir bireyin de en nihayetinde bir “boy uzunluğu” varsa; eşcinsellerin de, heteroseksüellerin de mutlaka bir “cinsel yönelimi” vardır. Bu cinsel yönelimi sadece “eşcinsel” ve “değil” olarak nitelemek hatalı olabilir. Arasında kalan geniş bölgede bol bol “grilikler” bulunuyor olması çok muhtemeldir.( Çağrı Mert Bakırcı- Evrim Ağacı*)