“Görüntü ile öz aynı olsaydı, bilime gerek olmazdı”
Karl Marks
Egemen sınıflar tarih boyunca sırtından geçindikleri ezilen sınıflara karşı güçlü örgütlü yapıları ile hayatta kalabilmiştir. Bu örgütlü yapı (devlet, ordu, polis vb.) başka bir dış gücün ya da içten gelişen ilerici-gerici dinamiklerin örgütlü hareket tarzı karşısında çözüldüğünde genel adlandırma ile tarih dediğimiz sınıflar çatışmasının bir dönüm noktası gerçekleşmiş olur.
Egemen olmak aynı zamanda iktidar olmakla da doğrudan ilişkilidir. Ezilenlerin “rızasını” almadan uzun süre iktidarda kalmak mümkün değildir. Bunun için önce toplumsal meşrulukta bir “uzlaşma” şarttır. Bu uzlaşma ardından “rıza” (hegemonya)nın güçlü zeminini oluşturacaktır. Sonrası seçimler, yıllık ücret artış beklentileri, ekonomik kalkınma paketleri, çılgın projelerle, büyüme oranları ile iktidar kendini yeniden ve yeniden tahsis edebilir. İktidar siyasal-ekonomik anlamda bir çöküş yaşasa bile kültürel ve moral anlamdaki hegemonyası onu uzun süre yaşatabilir. Tabii bunun için kendi hegemonyasını sarsan tüm ötekilerden kurtulması şarttır. Satın alabileceğini satın almak, sindirebileceğini sindirmek ve hiçbir koşulda uzlaşamayacaklarını ise gözlerden ırak kılmak hegemonyanın tahkim edilmesinin genel başlıkları olarak sıralanabilir.
“Kapitalist sistem, kendini demokrasi ile ne kadar makyajlasa da mantıki düzlemde insanın varoluşuna tezat teşkil eder”
Sömürünün farkında olma bir bilinç olmadan mümkün değildir. Bu bilinç ise asgari düzeyde de olsa teorik birikim ile mümkündür. Muhalif basın, üniversiteler, aydınlar, sosyalistler ise tamda bu noktadaki hayati bir önem taşır. Sayısal anlamda bu kadar küçük olmalarına karşın maruz kaldıkları orantısız devlet baskısının arkasında gizli olan gerçeğin yıkıcı gücünün temsilcisi olmalarıdır. Halkın her türlü özgürlükten mahrum olduğu, bir avuç zorbanın üretilen tüm zenginliğe çöktüğü kapitalist sistem, kendini demokrasi ile ne kadar makyajlasa da mantıki düzlemde insanın varoluşuna tezat teşkil eder. Platon, kapitalist dünyasının bugün kendine referans aldığı “Atina Demokrasisi” için bundan 2400 yıl önce haklı bir şekilde: “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ancak toplumun kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye, tek bir kişinin mutlak, sınırsız biçimde iktidarı elinde tuttuğu bir siyasal sisteme evrilir. Halk övülmeyi sever. Onun için güzel sözlü halkavcıları(demagoglar) yetersiz de olsalar başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği de sanılır. Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse, oligarşi, az sayıda kişinin iktidarı elinde bulundurduğu düzen oluşur. Sürdürülürse halkavcıları, demagoglar türer. Halkavcılarından (demogoglardan) dadiktatörler çıkar.” diyordu.
“Burjuvazi örgütlü bir toplum istemez”, bugün geride kalmış yanılgılı bir bakış açısıdır. Halkın tüm kesimleri artık tarikatlar, vakıflar, gerici sendika ve dernekler, meslek odaları ve düzen partilerince sıkı bir şekilde örgütlenmiştir. Bu araçlar uyumlu bir şekilde hareket ederek tek tek bireyleri, işyerinde, okulda, mahallede ekonomik, kültürel olarak denetim altına almakta, bir biçime girmeyi dayatmakta, örgütlü cehaletin omurgasını inşa etmektedirler. Yaşamın bir bütününe yayılan bu oto-kontrol devlet zoru ile pekiştirilerek “Bunlara karşı koymamız mümkün değil” algısı sistematik olarak pompalanmaktadır. Türk-Sünni resmi ideolojinin dışında kalan tüm kesimleri aşındıran bu hegemonik çark Alevileri, Sünnileştirmekte; Kürtleri, Türkleştirmekte; Kemalistleri, İslamcılaştırmakta; Sosyalistleri, Liberalleştirmektedir. Bu dönüşümü ve kendini inkarı bütünlüklü bir şekilde gerçekleştiren bireyler ise siyasette, sanatta, medyada daha görünür kılınarak “farklılıklara” açık suni bir hoşgörü tiyatrosu gözümüze sokulmaktadır.
İnsan doğası gereği haz ve acı ile karşı karşıya kaldığında hazza yönelir. Kendisine benzemeyeni açlığa/ölüme mahkum eden ve “ağaç kökü yesinler, kanlarıyla banyo yapacağız” diyen sistem karşısında siyasi bir bilinçten yoksun ve örgütsüz geniş kesimlerin varacağı son nokta teslimiyet ya da kendiliğinden ve sistemsiz patlamalar olabilir. Bundan dolayıdır ki tek tek bireylerde dahi asgari bir politik birikim düzeyi yakalanmadan, sınıf bilinci ve siyasal iktidar perspektifi gelişmemektedir. Halkın bilinçsel olarak devrimcileşmesi ve bunu somut kazanımlara dönüştürmesi eyleminin lokomotifi örgüt ve örgütlü faaliyetin bir parçası haline gelmesidir. Bundan dolaydır ki sistem açısından ciddi bir risk taşımayan bir alana park yapılması ya da bir üniversiteye rektör atanması gibi basit konularda dahi uzlaşmaz, ceberut ve saldırgan bir siyaset benimsenmekte, halkın örgütlü hak alma bilinci daha gelişmeden somut bir örgütsel form kazanmadan ya da mevcut örgütsel akıl ile ilişkilenmeden boğulmaya çalışılmaktadır. Sistem yukarıdan aşağıya tüm kurumları ile, emek vermeden hakkı olmayanı almayı; uyanıklık, farklılıklara saygıyı; aptallık, taciz ve tecavüzü; çapkınlık, iktidarı korumak için cinayet işlemeyi kahramanlık vb. olarak örgütlemektedir. Adalet, hak, özgürlük, eşitlik gibi temel insani değeler taraflı mahkeme kararları, haksız memur atamaları, kayyımlar, yalancı ve provokatif medya gücü ile tersyüz edilerek çürüme halka dayatılmakta, her şey hızla normalleşmekte ve itiraz kültürü dejenere edilmektedir. Burjuvazinin kendi iktidarını sürdürmek adına çürüttüğü halk dinamikleri bir yandan hızla bir toplumsal çöküşe giderken bunun yanında devrimci hareket içinde de farklı renk ve biçimlerde bu durumun yansılarını görebilmekteyiz
“Proletaryanın aydın ve önderlerinin çoğu orta ve küçük burjuva kökenlidir”
Burjuvazinin devlet gücünü kullanarak uyguladığı zorbalık ve gerici tazyik karşısında tutunamayan geniş bir ilerici kesimde son yıllarda yeniden “örgütsüz aydın” tarzı gelişti. Geçmişte 12 Eylül Darbesi sonrasında “yorgun demokrat”, SSCB’deki geriye dönüş sonrası yaşanan tasfiye de ise “entel devrimci” diye tanımlanan buna benzer tipolojiler ortaya çıkmıştı. O zaman ortaya çıkan bu kişilikler esasta daha çok devrimci örgütlerin yaşadığı örgütsel tasfiye veya reformist dönüşümün yarattığı boşluktan besleniyordu. Sınıf siyaseti yerine, kimlik siyasetine, düzeni, düzen partileri içinde yer alarak değiştirmeye odaklanan, zora dayalı her türlü mücadele biçimini reddeden bu iki kişiliğinde yıllar içinde vardığı nokta kaçınılmaz olarak “aman dünyayı biz mi değiştireceğiz” olmuştu. Ezilen sınıfların mahkum edildiği ekonomik, siyasi, kültürel, akademik kuşatılmışlık ve yoksunluk onun evrensel düzeyde etkin aydınlar çıkarmada yaşadığı kabızlığın en büyük sebebidir. Bundan dolayıdır ki proletaryanın aydın ve önderlerinin çoğu orta ve küçük burjuva kökenlidir. Bu noktada karşımıza üç tip aydın çıkmaktadır :
1- Proletaryanın ve ezilenlerin kavgasına kendi sınıf çıkarlarını terk ederek doğrudan katılan aydın. Bu aydın tipini işçi direnişleri, hapishane direnişleri, grevler, öğrenci eylemleri ve ezilen ulusa açıktan destek sunan eylemlerde teorik ve pratik destek sunarken görebiliriz.
2- Proletarya ve ezilenlerin kavgasına düşünsel düzeyde katılan ama pratik destek sunmayan aydın. Bu tip aydınları, kitap imza günleri, panel ve kültürel etkinliklerinde görebiliriz.
3- Proletarya saflarından kendi iradesi kopmuş aydın birikiminden uzak hayali “aydın”. Bu yeni tip “aydınlarımızın” faaliyet alanı ise ağırlıklı olarak sosyal medya mecrasıdır.
Kapitalist sistem içinde halkın %1’den azına denk gelen egemen burjuvazi dışında hiçbir sınıfın sahip olmadığı “kutsal bireysel özgürlükler” bayrağının altında birleşen bu yeni tip “hayali aydınlar”ın geçmiştekilerden farkı, örgütsüzlüğü örgütleme noktasındaki birlikte hareket etme tarzıdır. İnternetin yaygın kullanımıdoğruları herkesten yüksek sesle söylemek onu herkesten fazla savunmak anlamına gelmez.nı inanılmaz boyutlarda arttırırken yeni tip “hayali aydınlara” da organize olmanın olanaklarını sunmuştur.
“Doğruları herkesten yüksek sesle söylemek onu herkesten fazla savunmak anlamına gelmez.”
Yaşamın içinde hiçbir şey eleştiriden muaf olmadığı gibi devrimci örgütler de eleştirilebilir/eleştirilmelidir de. Devrimci örgütlerden kendi isteği ile kopan bireylerin, sosyalizm bayrağını birey olarak savunma iddiası ile kapitalizme karşı hiçbir üretimde bulunmadan tüm enerjisini devrimci yapıları “eleştirmeye” yoğunlaştırmaları ise olsa olsa psikolojik bir vaka olarak ele alınabilir. Kolektif olarak var olamadığı yapılara, dönem dönem sanat, edebiyat siyaset bağlamında “üretimlerini” birey olarak dayatan, bu alanları popülizminin tatmin sahalarına çevirmeye çalışan bu tarz yaşam alanı bulamadığında ise gerçek ve çirkin yüzünü açık edip örgüt tasfiyeciliğine bile soyunmaktadır. Kapitalizmin hayatın her alanına hükmettiği, burjuvazinin çıkarını koruyan devlet, ordu, polis, din, eğitim gibi kurumların kendi doğrularını zorbaca dikte ettiği koşullarda okun sivri ucunu devrimci kurumlara çevirip “her türden iktidara karşı çıkmalıyız” ve “örgütlü yaşam bireyin özgür iradesini iğdiş ediyor” bayrağını sallayarak burjuvaziye eklemlenmek yeni dönem “Kızıl Fenomenlerin” doğrudan ya da dolaylı yaygın sublimal mesajıdır. Acıdır ki doğruları herkesten yüksek sesle söylemek onu herkesten fazla savunmak anlamına gelmez. Doğrular daha çok onu söylediğiniz koşullar ve onu savunmak için girdiğiniz mücadele ile bir anlam ifade eder.
Ezilenlerin mücadelesi içinde tek tek bireylerin öne çıkması örneğine sıkça rastlanan doğal bir durumdur. Fakat bu bireylerin öne çıkması kolektifin ya da kişinin kendi özel çabasından daha ziyade mevcut iş bölümü, görev ve sorumluluklar bağlamında ortaya çıkan bir bilinirlikten öte bir şey değildir, olmamalıdır. Genel olarak bu durumdaki devrimci bireylerin hemen hepsi de mevcut” popülariteden” fazlasıyla rahatsızdır. Eski tanrıları, yeni tanrılar yaratarak alt edemeyiz. Amaç kolektif adına bireyi hiçleştirmek değil, onu başka bireylere göre imtiyazlı ya da ve iktidar-erk yapan dinamiklerin kolektif içinde eritilmesidir. İzin almadan bir simit tezgahının dahi açılamadığı kapitalist sistem içerisinde özgürlükten bahsedebilmemiz için daha yıkmamız gereken çok put ve çit bulunmaktadır.