“Misafirperverlik, tüm evrene insanlık bağları ile tutunan güzel bir ruhun erdemidir. Francis Bacon
Trump Amerika’sının aile boyu tutuklayıp kafeslere kapattığı iki bini aşkın Meksikalı çocuğun ortaya çıkan görüntüleri, Akdeniz’in uluslararası sularında umutsuzca dolanan insan istiflenmiş gemilerin kapı açacak liman bekleyişleri, yalnızca Akdeniz’in 2017 yılında yuttuğu 5 binin üzerinde insandan sıradan bir istatistik olarak söz edilişi ve “son” olarak da neofaşist hareketlerin Almanya’nın Saksonya eyaletindeki sokağa taşan güçleri sığınma, göç/göçmenlik tartışmalarına yeni bir boyut kazandırdı: “Batı medeniyetinin misafirperverliği sona mı eriyor?”.
“Göçmenlik krizi” tartışmalarının kıta Avrupası’nın en önemli gündemi haline getirilişi, “ev”, “ev sahipliği”, “misafirlik, misafirperverlik” gibi kavramları da tartışmaya açmış oldu. Din adamlarından sanatçı ve filozoflara, farklı aidiyetlerden sivil toplum kuruluşu ve politik formasyona dek geniş bir yelpazeyi içine alan tartışma -eylemli biçimler de alarak- yayılmaya devam etmektedir.
Öyle ki, kimi Protestan ve Katolik rahipler bile, kökleri eski ve yeni Ahit’e uzanan “batı misafirperverliği”nin engin faziletlerini hatırlatmak zorunda kaldılar. Hazreti Abraham (İbrahim)’in, çadırının önünde ansızın beliren üç tanrı misafiriyle nasıl bir konukperverlikle ilgilendiği göz yaşartan bir “içtenlikle” anlatıldı.
26 Haziran günü Papa ile Fransa devlet başkanı arasında Vatikan’da gerçekleşen zirvede, Katolik ruhani şefin Macron’a verdiği hediye Fransız basınında günlerce yazılıp konuşuldu. Üzerinde Aziz Martin kabartması bulunan bir madalyaydı bu hediye. Madalyadaki temsilde, at üstünde ve elinde kılıcıyla Roma şövalyelerini andıran Aziz Martin, yolda karşılaştığı ve soğuktan donmak üzere olan çıplak bir sefile -verecek parası olmadığı için- paltosunu ortadan ikiye ayırarak bir yarısını vermekle ünlenmiş bir vicdan ikonunu sembolize etmektedir. Papa hazretleri bu hediye ile, Akdeniz açıklarında günlerce sığınacak liman arayan mülteci gemileri krizindeki ikiyüzlü tutumlarıyla tepki toplayan ve halk arasındaki adı “zenginlerin başkanı”na çıkan Macron’a ince bir mesaj vermek istemiş: “Dünya malı gelip geçicidir. Tanrı karşısında hepimiz fakiriz. Onun için düşküne yardım etmek gereklidir”.
Bunu söyleyen ihtiyar, dünyanın en büyük servetlerinden birinin üzerinde oturan
İsa’nın yeryüzü temsilcisi. İktidar aşkına ceryan eden kilise içi kavgalarda, çocuk tecavüzcüsü rahipleri himaye etmekle de itham edilen Papa’nın bu dokunaklı mesajı -bir kaç günlüğüne de olsa- hristiyan hümanistlerin vicdanlarını ferahlatmış oldu. Vatikan tarikat devletinin ihtiyar “doğma bekçileri” adına verilen bu mesajlar katolik kamuoyunu tatmin etmeye yetmedi tabiki. Hatta dinci sağ cenahtan kimileri hristiyan ruhbanlara “Hz. İbrahimin’in çadırına üç kişi değil de üç bin sefil gitseydi, aziz Martin bir yerine bin çıplakla karşılaşsaydı ne yapardı acaba” mealinde sorular sordu.
Misafirperver olan kim?
Başı darda olana, dağda-belde kalana, bir istiladan, tecavüzden kaçana kapı açmak kadim bir insanlık değeridir.
“İlkel” kabile toplumlarından günümüze hemen bütün halklarda farklı kültürel norm ve formlarda yaşayagelmiş bu değer, tarihte hiç olmadığı kadar tehdit altındadır günümüzde.
Kapitalist kentleşme ve tekelleşme, geleneksel toplumun bütün dayanışma değerleri gibi konukseverliği de pazara çıkardı, paraya endeksledi.
Batının bilgelerince 16. yüzyılda söylenmiş şu sözler günümüzü tarif etmiş sanki: “Büyük şehirde misafirperverliğin ölmesi gibi, büyük insanlığın da iyilikseverliği sona eriyor.” “Geçmişte, misafirperverlik kutsal bir görev olarak kabul edilirdi; şimdi sadece maddi bir gider olarak görülüyor…”
Türkçedeki,“Misafir on kısmetle gelir; birini yer dokuzunu bırakır. Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil” gibi sözler, kapitalist “ilerleme” sayesinde “Gelirse hane boş, gelmezse daha hoş” la yer değiştirdi.
Birey ve toplulukları kurtlaştıran, herkesi herkese diş geçirmeye hazır birer yırtıcıya dönüştüren kapitalist uygarlığın misafirperverliği kurumsal bir yalandan ibarettir. Toplumları rehin alan kapitalist azınlıklar misafirperver değil sınıfsal doğaları gereği çıkarperverdirler.
Vahşi kâr dürtüsünün, sınır tanımaz aç gözlülüğün derinlemesine çürüttüğü, saldırganlaştırdığı kapitalist kastların, politik kurumlarının misafirperverliği konjonktürel ya da stratejik yatırım hesaplarından ayrı tutulamaz. Ülkeleri dağıtan, nüfuz alanları uğruna boydan boya bölge yakan finans kapitalin, onların kollektif örgütlenmesi olan devletlerin misafirperverliği, “insani yardım”ları ekonomik, demografik ve politik hesaplar üzerine kurulu sömürgeperverliktir.
“Antik zamanlardan beri, misafirperverlik Avrupa’nın geleneksel değerlerinden biridir” diyen toplum kesimleri, Doğu Avrupa’dan İskandinavya yarımadasına dek son on yılda yaşanan gelişmelere bakıp haklı bir endişeyle, “İnsanlığımızın kurucu bir erdemi yok mu oluyor?” sorusunu sormaya başladılar.
Ama tüm bu olumsuz gelişmeler toplu kararma demek değildi elbette. Sınırlardaki sürek avının, kentlerdeki göçmen karşıtı sokak saldırılarının rutin hale gelmeye başlaması bir başka duyarlılığı da harekete geçirmesi kaçınılmazdı.
Asi Vadi
Savaş çıkartanların, Afganistan’dan Irak’a, Libya’dan Suriye’ye ülke dağıtanların zirve üzerine zirve yaparak “göçmen/sığınmacı krizi”ne “çözüm” aradıkları dönemde Fransa-İtalya sınırında bulunan Roya vadisinden bir başka umut ışığı yayılıyordu. Eritre, Çad, Sudan ve Mali gibi sahra altı ülkelerden çıkıp 7 bin kilometrelik inanılmaz bir parkuru aşarak İtalya-Fransa Alpler’ine ulaşabilen siyahi sığınmacıların imdadına “dayanışma zinciri” inisiyatifiyle koşanların varlığı, insana ait güzelliklerin bütünüyle yok edilemeyeceğini gösterdi.
Cédric Herrou ismiyle özdeşleşen “Roya sivil itaatsizlik yurttaşlık hareketi”, 2015’ten itibaren başlangıçta yarı gizli, sonraları alenen organize ettiği sığınmacılarla dayanışma eylemleriyle tarihe geçti.
Aralarında sanatçıların, din adamlarının, demiryolları çalışanlarının, gönüllü hemşire ve doktorların da bulunduğu yüzlerce erkek ve kadını –göçmen istilası”, “güvenlik tehdidi” gibi gerekçelerle güç toplayan- neofaşist histeriye, polis ve diğer adli kurumların tehditlerine, haklarında açılan “dayanışma suçu” (délit de solidarité) davalarına karşı asil bir duruş sergilediler.
Ayda ortalama 400 dolayında sığınmacıyı Alpler’in sarp geçitlerinden, öldürücü ikliminden kurtararak evlerine alma “suçu” işleyen “asi vadi”nin onurlu insanları sayısız gözaltı ve adli prosedüre maruz kaldılar. 2017 yılı boyunca devam eden yargılamaların sonunda Cédric Herrou, profesör Pierre-Alain Mannoni ve 19 yaşındaki genç Raphaël’e verilen 2 ila 6 ay arasında değişen hapis ve farklı miktarlardaki para cezaları Fransız gericiliği adına bir utancın tesciliydi.
“Fransız olmaktan utanıyoruz” diyecekti protestocu bir kadın sanatçı. Nice kentindeki duruşmaların birinde
Roya vadisinin yardımsever asileriyle dayanışmaya gelen kadın ağırlıklı bir grup anti-kapitalistin taşıdığı pankartlardan biri ise çok daha fazlasını anlatıyordu: “Sınırlar, yeryüzünün yara izleridir”
“Asi vadi”den verilen bu mesaj, “Avrupa uygarlığının sınırlarını koruma” devriyeleri çıkaran Alman, Fransız, İtalyan, Avusturyalı… ırkçılardan oluşan birleşik neofaşist harekete de verilmiş evrensel değerde bir yanıt idi.
Tamamı tekelci sistem basınına yansımasa bile, Bulgaristan’dan İtalya-Fransa Alpler’ine, Avusturya ve Slovenya’dan İskandinav yarımadasına kadar -durumdan vazife çıkararak kiraladıkları gemi ve helikopter gibi araçlarla- denizden, havadan ve karadan sınır bekçiliğine çıkan yerel ya da Avrupa çapında merkezileşmiş grupların varlığı biliniyordu.
Uzun zamandır üretilmekte olan yabancı korkusunun (xénophobie), düşmanlık aşamasını da geride bırakarak eylem aşamasına gelmiş olması, Roya vadisindeki kapitalizm karşıtı bir avuç asinin mikro ölçekli eylemli itirazını çok daha anlamlı kılıyor.
Milyonlarca insana sığındıkları ülkelerde kapılarını açan, gıda ve giyeceklerini paylaşan her birey ve sivil toplum kuruluşunun dayanışması, insanlığın tamamen mezara gömülemeyecek olan evrensel duyarlılığının bir kanıtı olarak kuşkusuz çok kıymetlidir.
Ancak, küresel ve bölgesel emperyalist saldırganlığın açlığa mahkum ettiği, evlerini başlarına yıkarak, yollara düşürdüğü insan dalgalarının dramı üç-beş ay misafir ederek, bir miktar sosyal sadakayla çözülemeyecek kadar da trajik bir durumdur.
Devletler arası kirli pazarlıkların, aba altından Viktor Orban ve Matteo Salvini’leri ya da daha açık faşizmi göstermenin malzemesi haline getirilen on milyonlarca insanın düşürüldüğü aşağılayıcı durum, köklü ve sınır tanımaz eylemli kalkışmaları farz haline getirmektedir…