Gelelim diline ve şiirlerine.
Baba’nın ana dili, Kürtçe’nin Lor lehçesidir. Kürtçenin diğer lehçeleri arasında ve de coğrafyanın hakim dili Farsçanın asırlara yayılan ağır hakimiyeti altında güçlükle soluk alan, sözcük dağarı olarak pehleviceye yaklaşan ve ona kolaylıkla tercüme edilebilen bir lehçedir Lorca. Baba’nın dûbeytî vezniyle, standart rubai ölçüsüne uymayan ama rübaiye yakın duran şiirlerinde, Farsça’nın içten içe mırıldanan, uyumlu renk cümbüşünün varlığı bundandır. İranlılar, onu kendi şairlerinden sayarlar. Baba’yı hem Fars, hem de Kürt edebiyatının içinde değerlendirmek mümkündür desek de onun kalbi, Medlerin başkenti olan Hemedan’da Lorca atar.
Baba Uryân’ın dûbeytîlerine gül buğusu gibi sinmiş bir hikmet sevgisi, varlık aşkı ve dünyevî aşk egemendir. Sinesinde, Zerdüşt, Budist, Maniheist ve İsmâilî inançlardan renkler taşıyan bu varlık aşkı, varlığın birliği inancı içinde, sufi, mistik biçimlerle, her yerde ışıldamaktadır. Dolaysız ve destursuz çıplak hakikatin dili gibidir. Dünyevi aşk da bunun bir parçasıdır ve nazlıdır, Baba gibi külhanı değil, gülistanı mesken tutar ve o da her yerde görünür.
Babanın şiirindeki felsefe, Farabi’nin Plotinus’tan aldığı Sudur teorisine oldukça yakın bir felsefedir. Tanrı, varlık alemiyle birlikte vardır. Görünen her şey onun bir parçasıdır. Tanrının, varlık alemini sonradan yarattığı anlayışına karşıdır bu anlayış. Bu varlığın birliği görüşüdür. Baba Ṭâhir‘den önce, Bâyezîd-i Bistâmî, Hallâc-ı Mansûr ve Vasıtî el-Fergânî gibi mutasavvıfların da nüans farklılıklarıyla savunduğu bir görüştür. Çok sonraları, Spinoza’yı doğuran bir görüştür. Bundan dolayıdır ki, parçası olduğu varlık alemini, aşkı, aşık ile maşuku, semavi dinler gibi bölmez. Bu hak, bu batıl; bu iyi, bu kötü; bu ayak, bu baş diye ayırmaz. Bir dûbeytînde şöyle der:
“Ne mutlu ki başı ayaktan ayırmayanlara
Ateşte kuru ile yaşı ayırmayanlara
Havra, Kâbe, puthane ve Kilise
Yarsız sarayı kabul etmeyenlere”
Varlık, Hak’ kın ya da Yar’ın bir görünümüdür ve bundan dolayı yaratan ve yaratılan ikiliği sözkonusu değildir. Bela ve delilik dahil olmak üzere her şey onun bir tecellisidir. Onun için “Ne mutlu beden ve ruhu ayırmayanlara/ Canandan canı, candan cananı ayırmayanlara,” der. Yaratılışı kuşku ile karşılar. Tâhir de yaratılmamış, ezelden beri var olan bir Tâhir olarak doğmuştur.
Baba, Ömer Hayyâm’dan bir asır önce yaşamış ve Hayyam’ı etkilemiştir. İkisi de alabildiğine özgür düşünür. Hayyam’ın şiiri, yaşam sevinci ile lal renkli şarapta, Baba’nınki ise gam ve çilede demlenir. Biri Kalenderi, diğeri ise ben bir Kalenderim demesine rağmen bedbin bir eyyama sahiptir.
Baba’nın Divan’ındaki dubeyitleri, yaşama ve akıl ötesine dair hikmet incileri ve bir Hemedan şehir çilesi olarak çıkıyor karşımıza. İlmini ve hikmetini herhangi bir medreseden almış değildir. Kendi yaşamı, birikimi ve yetilerinden kaynaklanan, sûfîyane bir şiir, bir mârifet ve ilham incisi olarak algılıyoruz bu şiirleri. Tasavvuf iklimi içinde kaleme aldığı 268 vecizesi vardır. Bu vecizeleri okuyan Aynülkudât el-Hemedânî bir şerh düşmüştür.
Babanın dûbeytîlerinde ve aforizmalarında gülümseyen mistik aşk felsefesi, episteme ile gnosis, bilgi ile irfan ikilemi üzerine kuruludur. Biri diğerinin varlık şartı gibidir. Bilgi duygu gücünden ibarettir, yol göstericidir, irfanı çağırır. İrfan sökün edip geldiğinde bilginin oynadığı rol ortan kalkar ve bilgiden irfana sadece hareketleri kalır. Bu ikilemde bazen bilgi irfanın, irfan ise bilginin tacıdır.
Baba, saflık, içtenlik, açıklık, alçakgönüllülük ve aşkta erime, hiçleşme felsefesini eserinde, ikileme ve işkile düşmeden işler.
XI. yüzyılda Luristan’lı Baba Hoşin(Mübarek Şah) tarafından kurulduğu söylenen ve XIV. yüzyılda da Sultan Sahak tarafından temellendirilen Ehl-i Hak inancı, Baba Tahir’e olan derin muhabbetinden dolayı onun bazı şiirlerini, Yarêsanların “Serencâm” adlı kutsal kitaplarına almış ve Baba’yı yedi uluların üçüncü sırasında bulunan Baba Hûşîn’in yanına, bir melek olarak yerleştirmişlerdir.
İddiacı, kibirli, zengin ve cahil bilim adamlarının peş peşe zuhur ettiği bir dönemdir onun dönemi. “İlmin sonu cehalet, aklın sonu hayret, marifetin sonu ise teslimiyettir” der.
Baba’dan sonraki yüz yıl içinde Hemedan’ın düşünce dünyası çok daha dar bir cendere içine alınmış, acısı derinleşmiştir. Filozofların küfr içinde olmakla itham edildikleri, aklın vahiy ve sünnetle prangalanmaya çalışıldığı bir dönemdir. Gazali dönemidir. Babanın yarattığı iklim içinde büyüyen ve Baba’ya atfedilen ve 400 aforizmadan oluşan Kalemat-e Qesaar adlı eseri de yorumlayan genç bir irfan ve hikmet ehli, Hemedan kadısı Aynü’l Kudat el Hemedani, özgür düşünme ve özgür yorum yapma tarzından dolayı tutuklanmış, Bağdat’a götürülmüş, tekrar Hemedan’a getirilmiş, derisi yüzülerek, hocası olduğu medresenin kapısı önünde asılmış bir gün sonra da indirilerek halkın gözü önünde yakılmıştır. Artık o, sadece derisinden ve gövdesinden değil, lafızlarından da arınmış bir manadır.
Baba’nın mezarı, Hemedan şehrinin kuzeyindeki bir parkta yükselen bir kule ve kuleyi çevreleyen on iki dış sütundan oluşuyor. Orada sadece bir iskelet olarak değil, bir “nazenin aşkının çölü” olarak yatıyor. Üç arkadaşım dediği şarap, saki ve mutrip yok artık yanında. Bu üç arkadaş onun şiirlerinde yaşıyor. Şiirleri ise tüm İran’da setar, üç telli viyola veya lavta eşliğinde okunup duruyor. “Çöldeki başıboş çıplak diken,” tınılarını, Zerdüşt, Budist, Maniheist ve İsmâilî ikliminden, dahası gamdan ve kuş nağmelerinden alan bu müziği dinliyor; Baba Ṭâhir-i Uryân gibi, deruni dilden dinliyor.
Baba Ṭâhir, Tanrı’yı cesurca eleştirdiği için “Sarhôş Sûfî”olarak anılan Bayezid-î Bistâmî’den, Hallacı Mansur’a ve Mansur’un yolunu izlediği için gittiği her şehirden kovulan, zikre, cennet mükafatına ve cehennem korkusuna karşı çıkan Vâsıtî el-Fergânî’ye kadar çeşitli simalardan etkilendi. Ölümünden sonra, klasik İran şiirinin ilk devlerini, Mevlana, Hafız, Molla Cami, Ömer Hayyam, Nizami Gencevi’yi derinden etkiledi.
Baba Ṭâhir, döneminin tek Kalender şairi miydi? Tabi ki hayır. Tarih sadece insan değil, aynı zamanda bir kültür mezarlığıdır. Kürt tarihi ise tam bir kültür mezarlığı, kayıplar tarihidir. Babanın divanından otuz beş yıl sonra, aynı dönemde yaşayan bir başka şairin, Baba Serheng-i Dewdanî’nin Goranî Lehçesiyle yazdığı “Defterê Dewdanî”si çıktı ortaya. Onun için kayıp babaların ya da anaların sayısını bilemiyoruz.